30 Aralık 2019 Pazartesi

Kula Yolları

Arkadaşının bir işi nedeniyle  Kula'ya gitmek üzere saat 11 civarında yola çıktılar. Arkadaşının kullandığı 2009 model 1.9 motorlu wolkswagen caddy marka araç yolları rahatlıkla aşıyordu. Ancak hız sınırlaması nedeniyle çok daha kısa sürede ulaşabilecekleri yolu diğer araçlarla aynı sürede tamamladılar. 
Arkadaşı işlerini hallederken O da şehri kolaçan etmeye başladı. Gezdiği cadde ve sokaklarda bir çok  dükkanın boş olduğunu gördü. Sokaklarda fazla insan bulunmamasını önce havanın soğuk olmasına yordu. Bazen sokak başlarında birkaç kişiye, ayaküstü yarenlik yaparken rastladığında ise sigara yasağı sebebiyle kahveden çıkarak dışarıda bulunduklarını  düşündü. Gezmeye devam etti. Bir ara sıkıştı.Yolu üstünde denk gelen cami kenarındaki tuvalete girdi. Tuvaletçi kulübesinde iki üç kişi aylak aylak muhabbet ediyordu. Çıkışta çevresine bakındı. Cami kapısı önüne yanaşmış olan kamyonette açıkta satılan patates çuvallarını gördü. Sıra halinde boş dükkanların arasında sadece kömürcü dükkanları ve yanyana iki fırın işliyordu. Nice işyeri kapalı iken yanyana iki fırının işlemesi aklını kurcaladı. İki ekmek fırını neden yanyana çalışır? Başka yerlerde rastlamadığı bir durumdu.
Sadece Kula mı böyleydi yoksa Anadolunun büyükşehirlerden uzak yöreleri de böyle miydi? Geçen ay Ankara üzerinden Yozgat Sorgun'a gittiğinde, yolda gözlediği köy kahvelerinde yol kenarı kasabalarında da benzerlikler vardı. İnsanlar bir masa etrafında ya sonbet ediyorlar, ya da televizyon izliyorlardı. Televizyon onlara ülkelerinin hiç gitmedikleri yörelerindeki güzellikleri hayırlı gelişmeleri anlatıp duruyordu. Ezan okunduğunda bir kaç ihtiyar sessizce camiye cemaate gidip namaz kılıyor. Namaz sonrasında yine aynı masaya sessizce oturuyor ve aynı kanalın yararlı mutlu haberlerini -kaldıkları yerden- izliyorlardı.
Aylaklık, sessizlik, durgunluk ya da bezginlik, kapalı dükkanlar ve yanyana çalışan iki fırın. Bunların birbiriyle bağlantısı var diye düşündü. Demek ki çok ekmek satılıyordu. Çok ekmeği kim alır? Yoksullaşan kitle. Ülkemizin istatistik kurumunun rakamlarına göre kişi başına milli gelir artıyorken, zenginleşmemize rağmen neden gerçek farklıydı? Zenginlerin servetleri ortalama istatistikleri etkileyecek düzeyde artmasına rağmen, kırsala düşen gelir payı ise düşüyor muydu?
Sadece Kula yolları değil memleketin bütün yolları şimdilik dolambaçlı ve karmaşık görünüyor. Diye düşündü, düşündü, düşündü.
...
Sonra yerli ve milli aracımızın televizyondaki ışıldayan görüntülerine takıldı gözleri, kendini o aracı sürüyor gibi hissetti bir an ve mutluluktan unuttu aklındaki diğer soruları.


10 Aralık 2019 Salı

Kara Bulut

Her yıl olduğu gibi şehre, önce kara bulutları getirdi güney batıdan esen ılık  rüzgarlar. Bir kaç hafta şaşsa da sonbahar yağmurları yine başladı. Dallara zorlukla tutunan son yapraklar da, üzerlerinden akıp giden yağmurun ağırlığına fazla dayanamayarak bırakıverdiler kendilerini ıslak  zemine. Yine de ağaçlarda bir kaç yaprak gayretle tutunuyorlardı dallara, yağmur damlalarının ağırlığına, farklı yönlerden esen rüzgarın  sallamalarına  dayanıyorlardı. Yere yapışıp kalmış yapraklar ise gükyüzünün ıslak zeminde oluşturduğu yansımanın manzarasını bozuyorlardı. 
İçerde büroda kafasının akşamdan kalan yorgunluğu ile radyoyu açtığında frekansı akşamdan ayarlı olarak çalmaya başlayan klasik müziği değiştirmek için her hangi bir gayrete girmedi, öylece dinlemeye devam etti.29.11.2019

Sis

Sabahın ilk ışıkları net değildi bugün. Sisli havanın içine emdiği ışık, bir fotoğrafçının gölgeleri yok etmek için zaman zaman kullandığı puslu lambalardan yayılan ışığa benziyordu. Ve uzaklar yoktu. Uzaklar, sisin içinde yokolup gitmişti. Sadece yakın çevrede var olanlarla bulunanlarla meşgul olduğundan bir yönüyle sisin içindeki hayat, bir masal dünyasının basitliği sadeliği yalınlığını içeriyordu. 
Aradan uzun bir zaman geçtiği halde, hala sis devam ediyordu. Genellikle öğleye doğru  güneş yükseldiğinde ısınan hava ile sisler dağılırdı, ama bugün öyle olmadı, sis şehrin üzerindeki hakimiyetine devam ediyordu. Ancak sabaha göre nisbeten hafiflediği farkediliyordu. 
Yakın çevredeki evlerin yolların, araçların ve insanların kısaca maddi varlıkların sisin dumanları arasında silinip gitmesi, içinde bulunanlara bir rüyada olduğu hissini de veriyordu.  Böylece dünyadan soyutlandığı sadece kendi varlığıyla kendi düşünceleriyle başbaşa kaldığı bir ortam oluşuyordu.
Hava durgundu. Zaten hava durgun olmasa sis yeryüzüne bu denli yerleşip yoğunlaşamaz, kesifleşmezdi. Güneşin sis bulutları arasından belli olmaması, gecenin soğuğunun devam etmesine yol açıyordu.İnsanlar kalın giysilerine sarınmş vaziyette sisin uzak bir ucundan görünüyorlar, telaşla bir yerlere yürüyorlar, diğer uzak bir noktadan  yine hızlı adımlarla sisin içinde kaybolup /silinip gidiyorlardı. 
Durgundu herşey. Sadece yeryüzü sadece hava değil sanki gönüllerde durgunlaşmıştı. Gönüller sis kalkıncaya kadar içindekileri rölantiye almışlardı. İçine çektiği nefesin bile durgunlaştığını hissetti bir an. 10.12.2019

18 Kasım 2019 Pazartesi

Şüphe

Nedendir bilinmez son zamanlarda hiç vaz geçemediği türkülerin yerine radyoda klasik müzik dinlemeye başlamıştı.
Son iki hafta öncesine kadar, her sabah işyerine geldiğinde yaptığı ilk faaliyet radyoyu açmaktı. Ve radyoyu açtığında da önce trt türküyü arayıp bulmaktı. Ancak sebebinin ne olduğunu bilemediği bir frekans karmaşası yüzünden alındığından beri trt türküyü rahatlıkla çeken ve bize memleketin dört bir köşesinden havalar getiren, sevinçler getiren, yerine göre ağıtlarla hüzünlendiren trt türkü bir sabah işe geldiğinde kaybolmuştu. 
Hem kendisi hem de (gençliğinde radyoculuk dj lik meraklısı olan eski çoban) çalışma arkadaşı onunla birlikte  fekansları arasa da bulunamadı. Radyonun tadı kaçtı. Öğleye doğru yurdun değişik yörelerinden türküler dinletmeye gayret eden diğer bir radyo kanalını ise ağlayan sesli sunucu yüzünden dinleyememişti. Bu sunucuya öfkeleniyordu. Nedenini düşününce sunucunun ağlamaklı sesi ona 15 Temmuz günleri öncesi kürsülerde sürekli ağlayan bir şahsı hatırlattığı için bilinçaltından bir reaksiyona yol açtığını düşündü. Öyleyse durduk yerde kendi kendimizi üzmeye gerek yok diyerek radyoda türkü aramaktan vazgeçti, işyerinde türkü dinleyebilmekten  ümidini kesti.  
...
Bir sabah işyerine geldiğinde fotokopi cihazi ile radyoya enerji veren üçlü prizin açma düğmesine basınca, bir ümitle aramasına rağmen trt türküyü bulamadı. Frekanslarda kayma var diye düşündü. Belki sonra gelir düşüncesi ile radyoyu trt türküye ayarlayarak sesini hafif düzeyde açık bıraktı. Bilgisayarda acilen yetişmesi gereken bir işle uğraşırken müziği de radyoyu da unuttu. İşine odaklandı.  
Öğleye doğru ortalık sakinlediğinde radyoda bir müziğin hafif hafif çaldığını ve sabahtan beri  sürekli çalan o müzikten  rahatsız olmadığını farketti. Hoparlörden sükunetle yayılan ses  yıllardır dinlemekten nefret ettiği  müzik türünden bir örnekti. Neden diye düşündü. Acaba düşman bellediğimiz batı, bizim müzik zevklerimizi ve tercihlerimizi de yavaş yavaş etkiliyor mu diye şüphelere kapıldı. Acaba,sol yanındaki  etejer üzerinde çalıp duran radyodaki  o müzik sesleri sol kulağında ses kaybı olan frekanslarla değişik bir etkileşime mi giriyordu. Kulağının zayıf noktasını tamamlayan bir frekans seviyesi mi vardı bu müzikte?
Şüphelendi. Şüphelendi şüphelenmesine ama yine de ortamda yalnız kaldığında o müzikleri dinlemeye de devam etti.
İşte  bu sebepledir ki, yıllardır dinlemekten hiç vaz geçemediği türkülerin yerine, ara sıra radyoda klasik müzik dinlemeye de başlamış oldu.


12 Kasım 2019 Salı

Sabah

Sabah işe gelirken aklında bir çok konu vardı. Ancak işyerine gelip de bilgisayarı çalıştırıp blog sayfasını açtığında, yolda düşündüğü fikirleri hatırlamadığını anladı. "Yine de başlayalım, klavyenin tuşlarına basarken unuttuklarımızı belki hatırlarız" diye düşünerek yazmaya devam etti. Büroda iki genç memurun karşılıklı sohbetlerinin oluşturduğu ses karmaşası içinde  ekranda yazdıklarına  bakarken  klavyede bastığı harfleri de kontrol ediyor, bir yandan da düşünüyordu.
Bugün ne yazmalı? 
Önüne bakmaya başladı. Ellerini birbirine kilitledi, ayaklarıyla kimsenin duymayacağı hafiflikte bir tempo tutturdu. O arada sol kulağındaki çınlamanın belirgin hale geldiğini farketti. İçerideki havanın temizlenmesi için büronun doğuya bakan penceresi açılmıştı. İstasyon tarafından gelerek çarşıya ya da camiye doğru gidecek araçların ışığa yakalanmamak amacıyla hızlandıklarında çıkardıkları motor gürültüsü odanın sükunetini bozuyordu. Yine de bir ara odada sessizlik oluştu. Büronun kuzey tarafında bulunan meydana dönük pencerenin sol kenarındaki çam ağacının hafif hafif sallanan dalları arasından gökyüzünü kolaçan etti. Hava  kapalıydı, ve sakindi, gökyüzü  açık gri renge bürünmüştü. Aydınlık bir ortam olsa da güneşin kendisi ve ışıkları görünmüyordu.
Gözlemeye devam etti.
Sağ karşıda yüzyıllık ortaokulun geniş bahçesinin ön tarafına  dikilen ve okuldaki öğrencilerin oyun alanlarını da manzarasını da  kapatan Milli Eğitim Müdürlüğünün beş katlı yeni hizmet binasının güneyinden ve batıda bulunan ön kapısından insanlar gelip geçiyordu. Kim sakin kimi bir yere yetişmek telaşıyla hızlıydı.

Küçük olmasına rağmen gürültüsüyle varlığını belli eden, yüksek motor sesi ile de camları zangırdatan, uyuyan bebekleri tatlı uykularından uyandırarak annelerin huzurunu bozan, bir nevi sesi ile çevreyi kirleten belediyenin süpürücü aracı geçti. Bu araç hem evinde dinlenenlere, hem de işyerlerinde işine konsantre olmaya çalışanlara "belediyenin hizmet ürettiğini belli ediyordu". Seçim zamanı muhalifler, bu "hizmet seslerini" hatırlayarak susacaklardı.

Fatih Sultan Mehmet Han zamanından beri şehrin sokaklarını ellerindeki süpürgeleri ile sükunetle temizleyen temizlik işçileri, içimizden biri gibi olduklarından, onların temizlik hizmeti pek göze çarpmıyordu. O nedenle belediyenin modern şehirlerde kullanılan temizlik teknolojisini getirerek halkın hizmetine sunduğunu göstermesi için bu makinalar elzemdi. Ne var ki o modern şehirlerde işsizlik olmadığından ya da az olduğundan çöp temizleyen görevliler şehri temizlemeye yetişemedikleri için makinalar gerekliydi.

Ancak şehirde  kahvehanelerin çok olması işsizliğin boyutlarını gösterdiğine göre belki de makina yerine temizlik işçisi çalıştırmak istihdama katkı sağlayabilirdi. Bu arada kahvehaneler orta yaş kuşağı işsizler için bekleme sığınma yeri olsa da, genç işsizler imkan bulurlarsa cafelere gidiyorlardı. Babalarından tırtıkladıkları ancak bir kahve içmeye yetecek miktardaki harçlıklarıyla bu mekanlarda buluşarak kendi aralarında kendi alemlerinde vakitlerini geçiriyorlardı. Böylece kahvehanenin  ömürlük müşterileri olan ihtiyarların eleştirel ve kınayan bakışlarından  da kurtuluyorlardı.

Gençler, onların gönlüne göre işlerin çok olduğu bir mutlu zamanın geleceği hayaliyle, kafelerin süslü masalarında, hafiften çalan miziğin eşliğinde hülyalara dalıyor, "bir teselli" arıyorlardı.

Nafile bir bekleyiş!

31 Ekim 2019 Perşembe

Seçim

Her perşembe günü mutad olarak gidip gezdiği bölgeye iş arkadaşıyla beraber bugün de gitmişti. Bölge kalabalıktı. Gezecek bakacak bakınacak rahatlığı bulamadı. Arkadaşının hatırına bir süre gezdi. Ancak eski günlerdeki gibi olmadığını farketti. "Artık buralardan uzaklaşma zamanı geldi galiba" diye düşündü. Yeni gezi alanlarına, farklı meşguliyetlere, değişik, topluma faydalı hayırlı faaliyetlere yönelmesinin zamanının geldiğini düşündü. 
İşiyle geçen zamandan arta kalan diğer vakitlerde yukarıdaki satırda bahsettiği yönelimler için çevresinde örnekler aramaya başladı. 
Aklına önce, sürekli gelişim kitapları okuyarak, okuduklarını sosyal medyadan paylaşan diğer iş arkadaşı geldi. Okuyor ve ilginç bulduklarını yakın dostlarıyla paylaşıyordu.  Karşısında çalışan iş arkadaşı ise spor ve gezi ağırlıklı bir aktivite ile hayatının iş dışında kalan zamanlarını dolduruyordu. Bir kaç yıl öncesine kadar  -şu an uzaklarda görev yapan eski  iş arkadaşı ile- bisikletle dağları ovaları dolaşıyordu. O günler geride kaldı diye düşündü. 
Yeni emekli olan bir diğer arkadaşı ise öğle namazını Karaköy Camisinde kıldıktan sonra ikindi namazını aynı semtte bulunan  Hacıyahya camisinde kılıyordu. İki vakit arasında eve gitmiyor Karaköydeki Çamurun Kahvesinde ağaçların altında diğer emeklilerle beraber sohbet ediyordu. Bazen memleket kurtarıyor, çoğunlukla eski hatıraları paylaşıyorlardı. İkindi ezanını duyunca telaşa kapılmadan sükünet içinde camiye gidiyor. Namaz bittikten sonra camiden imamdan bir önce sükunetle çıkıyordu.
Ve Cuma günleri  camiye veya uzak bir diyardaki başka bir camiye yardım toplama amacıyla serilen cami kapısındaki hasırları bekliyordu. Cemaat çıktıktan ve hocaya paraları teslim ettikten sonra, telaşla Çamurun Kahvesi  ile cami arasındaki ağaçlıklı alanda bekleşen arkadaşlarının yanına koşuyordu. Arkadaşları "Bugün ne kadar toplandı " diye soruyorlar o da topladığı ve teslim ettiği yardım miktarını söylüyordu. Hasılatın önceki haftalara göre daha az veya daha çok olmasının nedenlerini kritik ediyorlardı.
Bu müzakere süreci bazen öyle çok zaman alıyordu ki ikindi ezanı okunduğunda abdest almadıklarını hatırlayıp çok acele  bir biçimde yerlerinden fırlıyorlar abdest almaya, cemaatle namaza yetişmeye çalışıyorlardı. Gözleri net görmediklerinden abdest almak için ayakkabılarının bağcıklarını çözmeleri zor oluyor ve zaman alıyordu.
Kahveci arkalarından şöyle bir göz atıyor, "yine çay paralarını unuttular çıkınca hatırlatırım ama, babam yaşındaki adamlara her Cuma  sonrası "Abi ikindi namazına giderken çay paralarını unuttunuz" demek gönlüne zor geliyordu. Bu sebeple bazen ocakçıya, bazen de patrona " Şefim yine ihtiyarlar namaza koşarken çay paralarını unuttular,marka atmayayım şu dört çaya" diye  söylüyordu. Onlar da suratlarını hafiften buruşturarak, kerhen, "peki" anlamında baş sallıyorlardı.

Böyle mi yapmalıydı? "Olmaz" dedi. "Bir başka  yere gitmeli,  çocukluğumdan beri yüzlerini görmekten şakalarını dinlemekten bıktığım kişiler de oralarda, eski günlerde çocukluğumuzda yaptığımız rezillikleri dillerine dolarlar " dedi.

"Tamam" dedi. "Kitaplar sayfalarını açınca konuşuyor,  kapağını kapatınca susuyorlar. En iyi arkadaş kitaplar, En  doğru seçim  kütüphane olmalı" diyerek konuyu kapattı. 

24 Ekim 2019 Perşembe

Türkü

Son zamanlarda işyerinde sol yanındaki etejerde bulunan radyoda trt türkü akşam üzeri mesai bitimine kadar çalmaya başlamıştı. Memnundu bundan.
...
Çünkü çocukluğundan beri türkülerle büyümüştü. Evlerinde gaz lambaları altında geceleri geçirdikleri zamanlarda, altı pilli hislon radyoyu sabahın şafağından yatsının karanlığına kadar dinlediği olurdu. Annesinin ninnilerinden daha çok annesinin radyoda dinlediği - ve bazen de eşlik ettiği-türkülerini hatırlıyordu.
...
Sonra hayatının farklı zamanlarında fırsat bulduğunda hep radyo ile türküler ile beraber olmuştu. Spil dağının batısındaki Sivrice tepesinin alt kısımlarında bulunan Hakibaba camisinin üst ksımlarında koyun güderken de elinde küçük bir standart marka radyo bulunuyordu.
Her onbeş dakikada bir verilen Kıbrıs haberleri ile 1974 Kıbrıs harekatının heyecanı ve karartma geceleri , Hasan Mutlucan'ın türküleriyle beraber hafızasına yerleşmişti. Ve yine elinde babasının "okulu bitirince bisiklet alacağım" diyerek söz verdiği halde, "yollar tehlikeli o sebeple radyo aldım oğlum" diyerek kendisine hediye ettiği,  küçük bir deri muhafaza içinde, radyonun sapına iliştirilmiş küçük bir deri çantanın içindeki kulaklığı ile  Standart marka ilk radyosu.
Radyonun khz leri mhzleri gösteren skalasını çevirince bir yanının güneşten solduğunu, tozdan kirlendiğini farkederdi arkadaşları,   skalayı gösterek burası neden soluk? diye sorduklarında, cevabı " türküler orada çalıyor" olurdu.
...
Fırında çalıştığı zamanlarda oluşan  12 eylül 1980 i de yine türkülerle karşılamışlardı. Fırında bulunan üstü un tozlarıyla bembeyaz olan radyonun tozlarını üfürmeden kulağını çevirmişler ve içindeki ışığın yavaş yavaş yanmasını, sonra da cızırtılı bir sesin hafifçe fırını doldurmasını beklemişlerdi. Hangi yıllardan kaldığını bilmediği, maun kaplamalarının arasına un tozlarının dolduğu, parazitli sesinden dolayı her zaman kullanılmayan lambalı bir radyoydu. Isındıktan sonra radyoda yine Hasan Mutlucan'dan türkülerin okunduğunu duyunca. 12 Eylül 1980 günü saat sabah altı otuzda, " tamam yine olağanüstü bir dönemdeyiz."  diye düşündüğünü hatırladı.
...
 Radyonun bazen sesini kısıyor, bazen herkesin hoşuna gidecek bir türkü çıktığında sesini biraz açıyordu. Hatta bir kaç dakika önce radyoda hoş bir türkünün tınısını duyduğunda "Giydiği sarı ağlatma bari, akşam olanda, akşam olanda bade dolanda..." sol elini radyonun ses düğmesine doğru uzattığında, solda oturan iş arkadaşının da sağ elini ses düğmesine uzattığını farketti. Ardından çalan türkünün yüksek sesini kısmak istediğinde de aynı anda dönmüşlerdi radyoya doğru ve gülümsediler...
Demek ki müzik zevklerinin birbiriyle örtüştüğü noktalar var diye düşündü.
Sivaslı inşaat ustası Mete Kardeşi yıllar önce evinin üst katını tamir ederken "Türküz türkü çığırırız" demişti.
Kafasının sallayarak kendi kendine "doğru bir söz" diye mırıldandı.

21 Ekim 2019 Pazartesi

Sus

Susmak. Kendisine yöneltilen sorulara  cevap vermemek, içindekileri diliyle dışarı vermemek.  Sessiz tepkisiz durağan bir halde, bulunduğu mahallin sakin bir köşesinde süt dökmüş bir kedi misali beklemek.
Susanın dışındaki durgunluğuna bakmamak lazım dedi. İçindeki harbin şiddeti sebebiyle dışarıya tepki verecek hali gücü azalmıştır belki de. Bilemezsin. Zaten susanın üzerine biraz gidersen neden susuyorsun diye deşmeye kalkarsan içindeki savaşta kullandığı bazı silahların birden sorana döndüğünü görebilirsin. Gözlerindeki ateşin birden sana karşı bir kıvılcıma dönüştüğünü gördüğün anda, geri çekilmelisin. dedi.
İnsanlar durup durduğu yerde neden susarlar diye sormayı aklından geçirse de soramadı. Vardır bir derdi. Elbette vardır bir derdi. Çözemediği şahsi meselelerini kendi içinde dengeleyebilmek için mücadele ederken dışarıyla uğraşacak hali kalmamıştır da ondan dedi. Ama dokunursan silahlarını sana da yöneltebilir. Hatta bazen soranın beklemediği düzeyde yoğun bir tepki, -orantısız güç kullanımı- ile karşılaşabilir soran dedi.
Öyleyse kendi haline mi bırakmalı? Hayır, uzaktan gözetlemeli. Susan, kafasındaki işleri yoluna koyduğunda çevresine yavaş yavaş dikkat etmeye, gözlemeye  başlar. Arasıra kıpırdanır. Bu hareket artık soranlara cevap verebilecek seviyeye yaklaştığının göstergesidir. Ama aniden soru yağmuruna tutulursa sert bir cevapla yeniden suskunluğuna devam etmeye başlayabilir. İşte maharet burada başlar. Onu cesaretlendirmelidir yakınındaki yakini. Fiziksel olarak yakınında olan ruhen de ona yakın olduğunu belli edebilirse, suskun, o girdiği derinliklerden yavaş yavaş su yüzüne çıkabilir. Zordur bu, hem susan hem de susanı açmaya çalışan için. 
Lakin susturan için her şey kolaydır. Bir hakaret, bir acı söz, bir fiziksel darp, bir imalı bakış, kişinin hassasiyetinin düzeyine göre yüreğinde derece derece yanıklara sebep olabilir. Ve söz konusu yanıklar ne kadar derindeyse iyileşmeye fayda edecek susma eylemi de o kadar uzun olabilir. 
Allah haksız yere susturanlardan eylemesin, Susup da  suskunluğun içinde pasif kalanlardan da eylemesin. 
Kendisinde ve karşısında oluşan tüm sıkıntılara karşı -haklı ise susturanla- mücadele etmeyi; haksız ise sebep olduğu eylemi düzeltebilmek için -nefsiyle- mücadele etme azminizi arttırsın dedi.

15 Ekim 2019 Salı

Münbiç

Bir haftadır Suriye'deki Barış Pınarı Harekatını televizyondan  tvitterden sürekli izliyordu. Son iki gün münbiç konusu üzerine aklı takıldı. "Münbiç'e neden girilemedi neden geç kaldık?" diye düşünürken 15.10.2019 günü saat 13.55 sıralarında münbiç e rejim güçlerinin girdiğini öğrenince, içindeki sıkıntı biraz daha arttı. "Acaba girmediler ama rus medyası girdiklerini mi söylüyor?" diye düşündü. Ardından yeni haberler geldi. Münbiçten açılan bir ateş sonucu bir askerimizin şehid olduğunu öğrendi. Karşılık olarak 15 eşkiyanın yok edildiğini öğrendi. Ama münbiç ile ilgili ne olduğu konusunda net haberler bir türlü gelmiyordu. Zaman aleyhe gelişiyordu. Şu an itibari ile dahi içindeki sıkıntı devam ediyordu. 
Ama sonuçta oraları Suriye devletinin sınırları içerisindeydi. O devlet şu ana kadar neredeydi. TSK harekata başlayınca Suriyedeki o devlet birden devlet olduğunu hatırlayıverdi. Ordumuzun harekatı üzerine Türk düşmanları ise birden birleşerek yön ve yer ve taraf değiştiriverdiler. Bu kadar hızla taraf değiştirebilen bir örgüt dünyada yoktur. O kadar çabuk taraf değiştirdiklerine göre, bu durumlarını birileri daha önceden hesap etmiş ve onları bu plandan haberdar etmiştir. Özellikle Rusların sessiz ve derinden, iki yönlü,  arka planda durmalarına rağmen, olayları Türkiye aleyhine anında ayarlayabilmeleri, Suriye'deki diğer silahlı güçlerle çok daha önceden haberleşerek organize olduklarını gösteriyor. 
Dünyanın dört bir yanından ilgili ilgisiz bir çok Türk düşmanı teşkilat birden bire tepkilerini gösteriyorlardı. Dünyanın bir çok  yerinde kendilerinin de ortak olduğu nice zulüm ortada iken pişkinlikle  Türkiye Cumhuriyetini suçluyorlardı.  
Bildiği, duyduğu okuduğu, anlayıp idrak edebildiği  kadarıyla,  dünyadaki hiç bir askeri eylem daha önceden " bir gece ansızın gelebiliriz" denilerek haberdar edilmemiştir.  Bu ön bilgi düşmanımızı teyakkuza geçirmiş ve A dan Z ye envai çeşit türlü planlar geliştirmelerine yol açmış olabilir. 
Ve dünya çapındaki bu yoğun tepki fırtınasının gösterdiği diğer bir acı nokta ise; Asker, üstün mahareti ve cesaretiyle üzerine düşen görevi başarıyla tamamlamasına rağmen, ne yazık ki  politikacıların -genellikle yaptıkları gibi- askerle birlikte milli hedeflere doğru başarıyla yürüyemediği anlaşılıyordu. Rusların ya da daha genel ifadeyle düvel-i muazzamanın Suriye'de örgütlerle oyununu politikacılar ve istihbaratçılar bozabilmeliydiler. 

İnşallah bu düşünceler yanlış olur ve her yönüyle barışa/nihai zafere ulaşılır.

Kısaca Misak-ı Milli hedefine biraz daha yaklaşmışken bir şekilde durdurulmak içini acıtıyordu.

"Allah Türk Ordusuna ve Türk Milletine etrafına  geçirilen çemberleri kıracak güç , kudret, kuvvet versin. Asker ve sivil Türk Milletinin idarecilerine her daim düşmandan daha üstün düzeyde akıl fikir feraset cesaret  versin.  Bizlere her alanda yeni başarı yolları açmalarını nasip etsin." düşüncesiyle durdu kaldı...

9 Ekim 2019 Çarşamba

Dönüş

Çevresinde nice değişiklikler olduğunu farkettiği halde, kendisinde o değişiklikleri kaydetme ve yorumlama kudretini -bir süredir- bulamıyordu. O kudreti neden bulamadığını dahi düşünmek istemiyordu. "Bulunmuyor işte!" deyip her zaman yaşadığı günlük mutadların arasında vaktini, Rabbinin ona sağladığı zamanı ve imkanı  -belki de müsrif mirasyediler gibi- harcıyordu. Harcıyordu, onun inisiyatifine bırakılmış olduğuna göre hesabını da o verecekti, kimi ilgilendirir ki. düşüncesiyle anlamsız tesellilerle televizyonun başında elinde bir avuç çekirdek aksiyon filmlerini takip ediyordu. Akşamüstü yorgun argın eve girdiğinde hemen üzerindeki resmi kıyafetleri değiştirip oda kıyafetlerini giydikten sonra kütüphaneden aldığı kitapların birini eline alıyor biraz okuduktan sonra saatin tıktıkları aklına  televizyondaki haber saatini yaklaştığını  getiriyor, kumandaya uzanıveriyordu. Kumanda onun zihnini gözlerini ve tüm vücudunu hipnotizma olmuş gibi kendine esir etmiyordu ama, okuduğu kitabın sayfalarından da zihnine yeni bilgiler giriş yapmıyordu. 
Eşi mutfakta akşam yemeğinin telaşı ile tencere, tabak, kaşık tıkırtıları, su sırıltıları  içinde uğraşıp duruyordu. Onlara en güzel yemekler yapmak için, ne kadar emek verirse versin,  sofraya oturduklarında keyfi yerinde değilse yemeğin lezzetini dahi farketmiyordu. Ama keyfi yerindeyse hiç yemek olmasa dahi olumlu düşünceler içinde bir şeyler atıştırarak ve eşini teselli ederek Allah ne verdiyse yiyip sofradan kalkıyordu. Kısaca istikrarsızlıkları vardı. Eşref saatleri ile eşşek saatlerinin alarm zillerinin nerede ne zaman çalacağı belli değildi. Bu durum büyük ihtimalle eşini tedirgin ediyordu. Eşi, sohbetleri esnasında bu istikrarsızlığın biraz da şeker dengesizliğinden meydana gelebileceğini hatırlatıyordu. Ve o nedenle daha sabırlı davrandığını samimiyetle ifade ediyordu.
Bu sorunun  bloga uzak kalmasına da sebep olabileceğini düşündü. 
Fakat hayatın  beklenen, ama bilinmeyen o ana doğru yavaş yavaş ilerlediğini de hesap ederek, yazmaya gayret etmesinin iyi olacağına kanaat getirdi. Tekrar döndü.

28 Ağustos 2019 Çarşamba

Elalem Ne Der!

"Elalem ne der." 
Bir kısım insanların hayatlarını tanzim ederken önlerine koydukları her hangi bir plan proje yoktur.  Girişecekleri iş ve eylemle ilgili olarak öncelikle "el alem"in bu konuda ne düşüneceğini önemserler.  Eğer "el alem"in yapacakları işten sonra takdir edeceklerini tahmin ederlerse o işe girişirler. Ya da "el alem" in genel geçer beğeni düzeyleri dışında kalma ve eleştirilme, beğenilmeme olasılığı varsa  başlamadan vazgeçerler. Bu nedenle "el alem ne der " sorusuna geliştirdikleri cevap, -yaşadıkları mahallin bakış açısına göre-  genellikle diğerlerinin de buldukları ile aynıdır.  
Bu yerlerde gelişme, kısa zamanda değişim ancak dışarıdan yeni gelenlerin  dışarıda gördüklerini cesaretle uygulaması ve savunmasıyla oluşabilir. (Bu tür gelişmenin ne kadar sağlıklı olduğu da sorgulanabilir.)
"El alem ne der" kelimesi etrafında oluşanlar gelişmeyi kısıtlayan bir kısır döngüyü anlatır. Doğal olarak yeniliklere kapalıdır. Ortaya çıkan kısır döngünün sonunda toplumda oluşan, yeniliklere ve yenilikçilere soğukluktur, hatta düşmanlıktır. 
Bir tür muhafazakarlıktır. Yeniliğin getireceği belirsizlikten endişe duyulması nedeniyle, var olanı yanlış da olsa muhafaza etme eğilimidir. Taassup olarak da adlandırılabilir. 
Muhafazakarlık;  toplumun kurucu temel değerleriyle tutarlı olan,  çağın ve koşulların getirdiği gereksinimleri de karşılayan, ilerlemesini engellemeyen  olumlu bir esneklik içerisinde ise kabul edilebilir. 
Ancak medeniyetinin ortaya koyduklarının diğer medeniyetlerin ortaya koydukları karşısında zayıf düşmesi sonucunda iki yol ortaya çıkar. Korunmak amacıyla içine kapanarak katı muhafazakarlık, taassup,   diğeri hayatta kalmak ve gelişebilmek amacıyla üstün olanları taklit ederek değişmeyi seçmek. 
Her iki tarafın kendilerine göre haklı sebepleri olsa da, bir başka -azınlıkta kalan- grup ise iyileştirmeyi, ıslahatı çözüm olarak sunmak isterler. Bu grup hem muhafazakarlarca hem de yenilikçilerce kıyasıya eleştirilebilirler. Çünkü yaşadıkları toplumun sorunlarını hamaset duygularının yönlendirmesiyle değil, mantığın ve bilimin soğuk eleştirilerini kendilerine sormalarıyla ortaya çıkacak sorulara ve sıkıntılı üzücü yanıtlara hazır değillerdir. 
Mahkemelerde bile suç, suçlu ve sebepleri ortaya çıkarılmak için, hukukçularca nice araştırmalar ve sorgulamalar yapılmakta ve gerçek bulunmaya çalışılmaktadır. Öyleyse toplumun sorunlarının da incelenip araştırılması gerekmez mi?
...
"El alem ne der" ifadesinin ardından yüzeysel, şekilçi, derinliksiz, gelişmeye kapalı, ezberci  kelimeleri  akla gelir.
Bu ifade, yenilgiyi kabullenmiş cemiyetlerde yaşayan ve yaptıklarının doğru olduğuna dair  güvenini yitiren fertlerin,  toplumla aynı eylemleri yapmak suretiyle, var olanı savunma isteğinin bilinçsiz bir tezahürü müdür?
Geçiş dönemi toplumlarının özelliklerinden midir?



Sıkıntı

Saat 17.00 yi geçti. İş arkadaşları yavaşça odayı terketti. Diğer odalardan gelen sesler de gitgide azaldı. Gündüz çalışma saatleri içinde hiç sesi duyulmayan koridordaki su sebilinin soğutucusunun vınlamasını ilk defa işitti. Bir süredir duymadığı sol kulağındaki çınlama sesini yeniden duymaya başladı. 
Acaba mesai sonrasında bina sessizleşince binanın inlemeleri, -zaten Kurtuluş Savası esnasında Yunan yangınını da görüp geçirmiş eski bir binaydı-  insan sesleri azalınca da vücudunun sızlanmaları mı belli olmaya başlamıştı. Yoldan geçen motorsiklet tırıltıları, arabalar ilerlerken lastiklerin geçmeli taştan yapılmış yolla kurdukları irtibattan dolayı oluşan sesler. Ve batmaya hazırlanan  ikindi güneşinin doğuda bulunan binalara çarparak ışıldaması. Arasıra istasyon tarafından dağa doğru esen yelin yaprakları titretmesi.  Bunları farketti. Ama hala farketmesi gerektiği halde farketmediği birşeyler vardı. 
Ve farketmemesinin dışında içinde, zihninde dolaşıp durduğu halde bulamadıkları da vardı. Kaç zamandır düzenli kitap okuyamaması, çatıda boyanacak yerleri hava sıcak diye çıkıp boyayamaması, tamir edilecek birkaç eşyayı tamir etmeyi ertelemesi miydi. Belki de. Düşünüyor, arıyor, "hah işte buldum sorun bu!" diyemiyor, bulamıyordu.  
Acaba farketmek bulmak mıydı? Fark etmeden bulunan, bulunmuş sayılır mıydı?
Zihninde bulamamanın verdiği sıkıntı olmasına rağmen "boş ver." dedi."Şimdi hareket zamanı, sonra düşünürsün."  diye içine fısıldayarak klavyeyi bıraktı. (16 Temmuz 2019)

27 Ağustos 2019 Salı

Bozuk Para

Yaz sonu sıcaklarının şehrin her yanına tesir ettiği bugünlerde, çocukluğunun yaz mevsimlerinde hissettiklerini düşündü bir an...

Mevsim yaz, aylardan Ağustos ve sene 1976 olmalı ... Her yer sıcak. Nereye dönsek, nereye otursak, nereye baksak, hep sıcak, hep sıcak. Gölgeler bile kifayet etmiyor. Ancak; Spil'in kuzey yamaçlarına yaslanmış eski taş binaların ovaya bakan açık kuzey taraflarından gelen esinti, kısa bir an için ferahlatıyor. Bir de ulu çınar ağaçlarıyla çevrilmiş olan, yapısının büyük kısmı yaprakların altına gizlenmiş tarihi binaların karanlık gölgeli taş duvarlarına yaklaşabilenler  serinliği hissedebiliyor. Kalın taş duvarlar  sıcağa karşı  savaşta başarılı oluyor.
Öğle ile ikindi arası bir süre sokaklar boşalırdı. İmkanına göre herkes sığınacak serin bir köşe bulmaya çalışır, kavurucu sıcakların geçmesini beklerdi.

Ağlayan Kayanın batı kısmından, dağların arasından kurtularak kuzeydeki ovaya doğru akan derenin çevresinde  irili ufaklı çınar ağaçlarının gölgelerinde çocuk sesleri duyulurdu.  
Elinde gazete kağıtlarına sarılmış şarap şişelerini mümkün olduğunca belli etmemeye çalışarak  sessizce derenin ıssız derinliklerine doğru geçenler de görülürdü. Bunlar şırıldayarak akan derenin gözler uzak yerlerinde göllenmiş su birikintilerinde  içip içip mest olurlardı. Bu nedenle gündüz vakti bile derenin içindeki ağaçların altında demlenenlerin bulunması ihtimalinden dolayı çocuklar için uygun değildi. Yalnızca değirmen kemerinin hemen üstünde bulunan doğal havuz biçimindeki oyukta biriken sularda yüzülebilirdi. Burasının diğer bir  sakıncalı yönü batı tarafındaki çöplüktü. Motorlu araçlar giremediği için dağ yamaçlarındaki sokakları dolaşarak evlerdeki çöpleri eşeklerle toplayan belediye görevlilerinin gizlice çöp döktükleri bir yerdi. (Belki de gizli değildi.) Bir yanda sıcaktan kızışarak kokuşan envai çeşit çöp ile uçuşan ya da çöpleri karıştıran haşarat, diğer yanda derenin sularıyla dolan havuzda  keyif yapan çocuklar.
Ağlayan kayanın önündeki derede bulunan değirmen kalıntılarından dağa doğru çıkıldığında, boğaz yukarıdan gelen hava akımının ve yüksek tepelerin etkisiyle, güneş de geç ulaştığından nisbeten serin  olurdu.
...
Tarihi bedestende restorasyon başlıyor
Şehrin içinde ise, Ulucaminin önünde ağaçlarla gölgelenmiş  şehre hakim olan alan  ile bedestenin içinden başka serin yer bilmez idik. Şehri gezip sırlarının ekserisine vakıf olsa idik, farklı serin mekanları da tarif edebilirdik. O sebeple -bildiğimiz bir serin mahal olarak-  yolumuza yakın olan bedestene  bir bahane ile uğramaya çalışır idik.
Yunan yangınından sonra, kavruk kalmış şehrin, Kurtuluş Savaşı sonrası yaralarını iyileştirmeye çalıştığı eski zamanlarda, bit pazarındaki Rum Mehmet Paşa bedesteninin içinde, bit pazarı esnafınca yıkımlardan çıkarılan uzun ağaçlar saklanırdı. Güney ve kuzey taraflarındaki kapıları duvar çekilerek kapatılmış olan bu eski bedestenin,  orta kısmında doğu batı yönünde bulunan  kanatlı ahşap kapıları gün boyu hep açıktı. Sıcak Temmuz Ağustos ayları çarşıya doğru bir işimiz çıktığında Karaköyden yolu sağa doğru biraz uzatır, doğu batı yönüne karşılıklı açılan  o kapılardan geçerdik.
Ve geçerken  bedestenin içindeki buz gibi dingin hava bizi serinletirdi. Bedestenin içindeki ağaç sırıklarını  kemiren böceklerin tıkırtısı dışında sıkıntılı bir sessizlik hüküm sürerdi. Bu sessizlikten ve dingin serin hoş havadan ürperirdik. Neden burası serin diye işkillenirdik.

Yeni gelişen zihnimizin hayal perdelerinde, akşamdan kalan masalların devamını, burada yeniden oynatmaya başlardı korkularımız. 
Kim üflerdi, şehrin alevden bir çember içinde yandığı öğlen sıcağında, bu ıssız yerde, bu kadar serinliği. Sorgulayan gözlerimiz aklımıza gelenler yüzünden kocaman açılırdı. "Cin yatağı." Zaten büyüklerimiz  pisliğin karanlığın küllerin çöplerin olduğu yerlere fazla yanaşmayın derlerdi. 
Demek ki geceleri bizi korkutan bazı arkadaşlarımızın geceleri altının ıslattıran o korktuğumuz  burada da vardı. Acaba gece gaz lambalarının titreyen alevlerinin duvarlarda oynaştırdığı envai çeşit gölgelerin eşlik ettiği,  ninelerin zevkle anlattığı efsunlu masallardaki, bir dudağı yere değen o cin bizi görünce, bize doğru serin nefesini mi üfleyiverirdi? Ve biz de serinlik, korku ve heyecan içinde korkunun esaretine girer, bedestenin içinde fazla duramadan çıkıverir, kaçıverir idik. 
Acaba daha fazla üfleyip de bizi dondurabilir miydi? Cesaretimizi arttıran başka arkadaşlar varsa yeniden dolanır tekrar geçer tekrar ürperir idik. Akşam yatmadan önce karanlıkların içinde bizleri gözetleyenlerin bir kısmının gündüzleri bu bedestenin güney kısmındaki karanlıklarda ağaç sırıkların arasına gizlendiğine emindik. İçerideki serinlik bunun isbatıydı. O zamanlar bu ürpertinin korkudan olduğunu düşünürdük, Ancak soğuktan dolayı da ürpereceğimiz / titreyeceğimiz hiç aklımıza gelmezdi.
Yine de bu korkumuzu ve keşfimizi kimseye söylemezdik. Çünkü bizim söylediğimizi öğrendiğinde orada saklanan korktuğumuz yerinden çıkarak, belki de bizim yatağımızın altına saklanıverecekti.
Sıcağın şehirde girmediği delik bırakmadığı günlerden bir gün, komşumuz İğneci Ayşe Teyzenin oğlu Gazenferle sokakta oynarken dikiş makinasına bir parça almak için çarşıya gönderildiğimizde rotamızı bedestene çevirdik. Bedestenin batı tarafındaki orta kapısından girdik. O sırada Gazanfer elinde tuttuğu ikibuçuk liralık demir parayı düşürdü. Gazanfer  parayı düşürünce kasıldı kaldı. Korkuyordu, ancak paraya da kıyamıyor, bırakıp gidemiyordu.
Üzerinde elinde sigarası ile Kocatepeden aşağıya bakan Atatürk'ün kabartması bulunan ikibuçukluk demir para, yuvarlana yuvarlana güney kısımdaki ağaçların altına doğru ilerledi ve dikine istiflenmiş uzun sırıkların arasına girdi. Ama  yalpalaya yalpalaya ilerlerken parıltısından nereye ilerlediğini takip edebilmiştik. Güneye uzanan koridorun sol tarafındaki ağaç yığınının arasındaydı. Uzun bir çomakla çubukla alınabilecekti. Paraya doğru korkarak ilerlemeye  başlayınca serinliğin geldiği taraftaki ağaç gölgelerinin derinliklerinden gelen tıkırtılar çoğaldı. Yaklaştıkça daha da arttı. sonunda korku ve para arasında seçim yapmak noktasına gelince korkudan yana  karar vererek koşarak dışarıya çıktık.
Gazanfer kapının kenarında taş zemine oturdu. "Bir hafta hurda demir çivi toplayarak kazandığım paramı cinlere kaptırdım." diye ağlarken "bir yandan da senin yüzünden, neden beni buraya getirdin" deyip beni de suçluyordu. Sokaktan  geçen bir kısım insan biraz durup bakıyor sonra "vah vah" deyip ilerleyip gidiyordu. Sonunda Gazanferin ağlaması hız kesti. Gömleğinin yenleriyle gözlerini ve burnunu sildi. "Ne yapalım kader" dedim. Bana kızgın gözlerle bakarak "tabi kaybolan senin paran değil" dedi.
...
Bilinçsizce beklemeye başladık. Bu arada elinde iri tesbihi, bol şalvarının üzerine beline sardığı kuşağı ile ve şivesinin farklılığı ile doğulu olduğu belli olan bir ihtiyar yavaş yavaş yaklaştı. Yanındaki bir başka kişiye içerideki ağaçları anlatıyordu. İçeriye girdiler. Güney kısımdaki ağaçları incelemeye başladılar. Arkalarından biz de girdik.
Gazanfer "Amca! şuraya ikibuçuk lira param yuvarlanmıştı. Alıversem" dedi. Amca "nerede oğul? göster bakalım" dedi. Gazanfer yerini  gösterdi. Amca "ya bismillah" diyerek ağaçları sağa sola doğru ittirmeye başladı ve sonunda bozuk paraya erişebilecek kadar yaklaşınca Gazanfer eğildi parayı alacağı sırada  gürültüyle tozu dumana katarak bir  karaltı önünden hızla geçip gitti.
Gazanfer olduğu yerde "cinler" diyerek yine dondu kaldı. Ama amca tozu dumana katan gürültünün ardından; "itoğlu it başka sinlenecek yer bulamadın mı?" diye söylenerek elindeki bastonu kapıya doğru fırlattı. Bastonun düştüğü yerden gelen tok sesinin ardından  kuyruğunu kıstırarak acıyla cıyaklaya vıyaklaya kaçan küçük bir köpek kapıda bir an göründü ve kayboldu.
...
Rahatlamıştık. Gazanfer  üstü başı toz içinde olsa da cinin sebebini öğrenmiş, parasını da geri almıştı.
Amca gülümseyerek başımızı okşadı."Hadi bakalım çocuklar bir daha buralara gelmeyin" diyerek bizi gönderdikten sonra içeride kendisini bekleyen müşterisinin yanına gitti
...
O sebeple -altmışa yaklaşan yaşına rağmen- hala ıssız yerlerde, sessiz mekanlarda içini ince bir heyecan sarıverir.(27.08.2019)

23 Ağustos 2019 Cuma

Taş Kökü

Daha iyi pişmesi için eti ezmenin uygun olacağını düşünerek, dağlara çıktığında düzgün bir taş bulmak istemişti.
Geçen Cumartesi günü arkadaşıyla beraber dağ yollarında bisiklet gezisi yaparken o düşüncesi birden aklına geldi. Gözü dağ yollarının kenarlarındaki taş birikintilerine takılır oldu bir süre ve sonunda uygun bir taş buldu. Çantasına koydu.  Gezi bittiğinde arkadaşıyla vedalaşarak hızla eve geldi. 
Eşi ve çocukları evde değillerdi. Eşi salça yapmak için annesinin köydeki evine, kızı Mudanyaya, küçük oğlu Foçaya arkadaşının yanına gitmişti. Büyük oğlu Amerikada idi. Evde yalnızdı. 
Akşama doğru midesinde gelen sesler üzerine eşinin küçük poşetlerde dolaba yerleştirdiği  etlerden bir parça kesti. Yeni aldığı döküm tavayı ısıttı ve etleri güzelce tavaya yerleştirdi. Etlerin üzerine daha iyi pişmeleri için önceden temizleyip kuruttuğu dağdan bulduğu taşı yerleştirdi. Cızırtıların ve dumanın artması üzerine set üstü aspiratörü çalıştırdı. Aralıklarla etin pişip pişmediğini kontrol ediyordu. Bazen taşı eliyle bastırıyordu. Çıkan cızırtılardan etin daha iyi piştiğinden kendince emin oluyordu. Etlerin rengi gitgide soğan kızıllığına dönünce artık piştiğine kanaat getirerek ocağı kapattı. 
Sofrayı hazırladı. Etleri tavadan büyükçe bir tabağa aktardı. Tavada birkaç tane küçük parça  kalmıştı. Onları da tabağa aldıktan sonra sofraya besmeleyle oturdu. Çok da iyi pişmediğini farketse de azı dişleriyle eze eze yavaş yavaş yemeğe devam etti.
Bu arada tabağın kenarındaki  koyu kızıl renkteki küçük parçalardan birini ağzına attı. Sertti. Çiğnemeye uğraştı. Azı dişleriyle kıtır tıkır kırdı birkaçını. O anda birden "Neden bu kadar sert ağzımda çiğnemeye çalıştığım etler, neredeyse dişlerimi kıracak" diyerek ağzındakileri çıkardı. Eti ezmek amacıyla kullandığı taşın kırıkları peçetenin içinde sırıtmaktaydı. Taş sıcaktan çatlamış ve küçük parçaları etin yağıyla karışarak kamufle olmuştu.

Hafızasında eski zamanlardan bir hatıra canlandı.
Yıllar önce sanat enstitüsünde öğrenciyken, bir akşam üzeri okuldan eve geldiğinde, akşama kadar ocakbaşında çamaşır kaynatan ve yıkayan annesinin -onca yorgunluğuna rağmen bulup buluşturarak- özenerek yaptığı bir et yemeğini "fazla yağlı" diyerek  beğenmeyince,  Annesi üzülmüş, sinirlenmiş ve halden anlamayan oğluna öfkeyle "taş kökü yiyesin" demişti.
 O da bugün annesinin yemesini istediği o taş kökünü yemişti işte.
"Ya" dedi. "Rahmetli olalı 25 yıla yaklaştığı halde  Annemin bir dileği / bedduası(!) daha tuttu." 
Ama şükür bastırmadan öğütmeye çalıştığından dişlerinde fazla bir harabiyet oluşmamıştı. "Demek ki candan ilenmemiş" dedi.

Kısaca, Bilesiniz! Büyükler ilendiğinde eninde sonunda çıkıyor.

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Emanet ve Kıyamet

17 Ağustos günü sabahı bisikletsever arkadaşımla şehrin güney batı yamaçlarına kurulmuş bulunan Uncubozköy kent ormanında gezintiye çıkmıştık. Uzun zamandan beri fırsat bulup da çıkamadığımız için hamlık vardı vücüdumuzda. Sessizliğin hakim olduğu birçok yerde mola verdik. Hafif esen yellerin, sallanan ağaç dallarına karışarak oluşturduğu uğultuların diğer sesleri bastırdığı yerlerde,  birlikte söylemek istediklerini, fısıltılarını anlamaya çalıştık. Ormanda geçirdiğimiz  süre uzadıkça ruhumuzun daha da dinginleştiğini hissettik. Cep telefonlarımızın kamerası ile  durumu kayıt altına aldık. 
O saatlerde ülkenin değişik yörelerinde orman yangınları çıkıyor, görevlilerce canla başla bir yangın söndürülmeye çalışılırken bir diğeri başlıyordu. Ertesi gün  haberlerde, bisikletle gezdiğimiz mevkinin güneyinde bulunan İzmir şehrinin Karabağlar Semtinde de orman yangını çıktığını ve  yaklaşık bin futbol sahası kadar alanın yangından etkilendiğini öğrendik. İnşallah daha da büyümez. İnşallah ülkedeki son orman yangını olur.  
 Ancak tedbirsizlik ve ihmal alışkanlığı sürdükçe, bu dileğin sadece kuru bir temenniden öteye bir anlam içermeyeceği de bir başka memleket gerçeği olarak karşımızda duruyor. Olası tehlikelere karşı öngörülerde bulunarak planlar yapmak, ülkenin imkan ve kabiliyetlerini akılcı olarak koordine etmek ve tehlikelere karşı  uyarıda bulunmak gerekir.
Doğru insanlar doğru görevlerde ikame edilmedikleri sürece, itaat ve biatın egemen olduğu bir ortamda ehil olmasa bile "bize yakın olanların", "bizden uzak olanlara" göre öncelikli avanta(j)lara sahip bulunduğu dönemlerde bu ve benzer sorunların, acıların, felaketlerin çoğaldığı bilinmektedir. 
         ...
Ayet-i Kerime " ...İçimizdeki birtakım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak edecek misin? Allahım !.." (Araf Suresi.155). Musa Aleyhisselamın kavminin başına gelen deprem nedeniyle Rabbine duasından bir bölüm, ancak insanoğlunun kendi elleriyle işlediği tüm felaketler için geçerli bir dua.       
“Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmederken adaleti gözetleyip onunla hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Unutmayın Allah her şeyi işitir ve görür.” (Nisa, 4/58)
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:"... İş, ehil olmayana verilince kıyameti bekle"[Ebu Hureyreden Rivayet Buhârî, İlim 2]...
İçimizdeki beyinsizlere, ehil olmayanlara -olumsuz bir şeyler işlemesi için- fırsat ve emanet vermemeli, aklın, ilmin ve adaletin  kılavuzluğu ile sorunlara çözümler üretmelidir. Ehil kişilerce ortaya konulan en doğru çözüm için yılmadan mücadele edilmelidir. (21.08.2019)

9 Ağustos 2019 Cuma

Bayram Öncesi

Şehir bürokrasisinin en yetkinlerinin bulunduğu 110 yıllık eski binada Kurban Bayramı öncesi son mesai gününün son saatlerine doğru bayramlaşma töreni için makam katında buluştu tüm personel. Bayramlaştı ve bayramlaşma sonrasında merdiven önünde bir hatıra fotoğrafı çekildi. Saygının esas olduğu (sınırlı sorumlu kooperatiflerin ss yazısı gibi) bir düzen içinde gerçekleşen ölçülü bir neşe vardı. Herkesin yüzünde tebessüm egemen olmuştu.
Ve güzel sitayişkar sözlerle nazik ve kısık bir üslupla iyiniyetini belli etti Riyaset Makamı.
Ardından yavaşça merdivenlere yöneldiğinde, merdivenlerin tam karşısında Hatuniye Camiinin bir tablo gibi göründüğü balkonlu penceredeki çiçekleri gördü. Sağdan -yani batıdan vuran ikindi güneşinin sarı-kızıl-turuncu arası renkteki tatlı hüzmeleri çiçeklere farklı bir güzellik katıyordu. İmkanı olsa her akşam üzeri bu manzaranın yağlı boya tablosunu yapmak isterdi. Ancak inişin telaşındaki gençlerin farkedemediği bu güzellliği sadece kendisi mi farketmişti acaba diye kendi kendine sordu. Yoksa egosu yine şişmeye mi başlamıştı. 
Nedense, sanki güneş -hava müsait olduğunda- yıllarca her gün ışıkları ile dokuna dokuna bu eski binanın renklerini de yapısını da kendisine benzetmişti. Güneş ışıkları bu bina içine vurduğunda farklı ışıltılar saçıyor gibi geliyordu ona. 
Mesainin son dakikalarına doğru radyoda Pir Sultan Abdal'ın bir türküsü çalıp duruyordu. Ama odaya toplanan kızların şen sohbetleri ve ellerindeki hediye paketlerinin hışırtılarından türkü rahat dinlenemiyordu. 
Olsun buna da şükür dedi...(09.08.2019-16.40)

2 Ağustos 2019 Cuma

Sıcak Cuma

Düne kadar dışarıda sıcak  her yeri kasıp kavuruyordu. Uzaktan klimalı odaların pencerelerinden seyrederken alemi her şey çok daha hoş, çok daha romantik görünüyordu. Akşam üzeri mesai bitiminde, yüzyıllık binanın mermer merdivenlerine çıktığı anda yüzünü yalayıp geçen sam yeli ile gerçeğin farkına varıyordu. Bisikletine doğru adım adım ilerlerken ikindi  güneşine karşı ilk savunması olan şapkasını başına geçiriyordu. Çünkü güneş yönünde bisiklet sürecekti. Sağ ayağına doğru eğilerek pantolonunun paçalarını çorabının arasına sıkıştırıp bisikletinin kilidini açıyor ve üzerine oturarak yavaş yavaş pedal çevirmeye başlıyordu. Yavaş yavaştı. Çünkü, hız demek, ısı demek, ter demekti. Ki, o an itibari ile hiç istenmeyen şey terdi. Şansından işyerinden eve giden yol aşağıya doğru hafif meyilliydi ve pedal basmasa bile ilerleyebilirdi.
...
Bu gün ise, evden eşinin plastik kaplara koyarak poşetlediği öğle yemeğini yedikten, abdestini aldıktan sonra,  Cuma namazı için Hatuniye camisine doğru yürümeye başladığında açık alanlarda terlemesine rağmen -kuzeyden esen rüzgar nedeniyle olsa gerek-  ağaç gölgelerine  sıcağın tesir etmediğini farketti. Caminin avlusunda bulunan çınar ağaçlarının birinin altına gölgeleri hesaplanarak serilmiş bulunan naylon hasırlardan en gölgeli olanının üzerine diz çöktü. Namaz vakti yaklaştıkça Cemaatin gitgide çoğalmasıyla, sesi de gitgide artan din görevlisi kurban ve diyanet'e kurban bağışı hakkında vaazına devam ederken; "camiye girenler, serin bir köşe bulmak telaşıyla kafaları meşgul iken hocayı dinleyebiliyorlar mı acaba" diye kendine gereksiz bir soru sordu. "Kafaları bir şeylerle meşgul olmasa yine can kulağıyla dinlecekler mi?"  düşüncesiyle hayıflanarak, iç dünyasında kendi kafasını meşgul eden konulara döndü. 

Vaizin heyecanlı sesi sadece cami cemaatinin değil caminin ve cami yakınlarındaki kahvehanelerin, lokantada yemek yiyenlerin ve yoldan hızlıca geçenlerin kulaklarında çınlıyordu.

"Acaba dinleyenlerin ne kadarı dinlediklerini anlıyor ve uyguluyorlar. Bu konuda herhangibir istatistiki çalışma var mıdır? İstatistik ya da araştırma sonucunda  halka anlatılanların  halktaki etki yüzdesi düşük çıkarsa. Ve daha derine inip nedenleri de araştırılır mı? Kurumlar sorgulanır mı? 
O zaman çarşı karışır." düşüncesiyle klavyeyi bıraktı. (02.08.2019 Cuma)

25 Temmuz 2019 Perşembe

Acı

Bugün üzücü bir haberle başladı iş yerindeki ilk anlarımız. Göç İdaresi Müdürünün kalp krizinden rahmetli olduğunu öğrendik. Hayat, bizim beklemediğimiz bir anda bitiveriyor. Sekteye uğrayabiliyor. Bunu hepimiz bildiğimiz halde, yine de, yapacaklarımızı -bize ve çevremize fayda sağlayacak hayırlı eylemleri yapmayı- ertelemeye devam ediyoruz. 

19 Temmuz 2019 Cuma

128 Dinliyor

Sonunda işe başlayacaktı.Yaklaşık bir aydan beri süren sınav ve evrak işlemleri bitmiş Alsancak stadının biraz ilerisinde bir tarafı limana bakan bir tarafı stadı ve havagazı fabrikasını gören siyah kömür tozlarının, siyah çamurlara dönüştüğü, toz toprak içinde, bir şantiyeyi andıran Elektrik Şebeke Müdürlüğünün üst katındaki İndirici Trafolar Merkezi Amirliğine gelmişti. (İzmir şantiye olmaktan kurtulamadı, ne zaman sakin bir şehir olacak bilinmez) Deri montlu birkaç kişi ile masada oturan biraz kilolu vücut yapısına sahip  -masasındaki isimliğinde okuduğu için bildiği- Caner Bey güler yüzle karşıladılar.  
O gün işe başlayacak  başka arkadaşlar da vardı. Görev bölümü yapıldı. Fuar trafo ismi geçti onun görev yeri için ve pencereyi açıp aşağıda siyah plakalı araçların park ettiği ya da  hareket ettiği, biraz keşmekeş içindeki  kömür tozlu alana baktılar. Her iki kapısında şimşekli TEK ambleminin bulunduğu farklı büyüklük ve modelde onlarca araç arasından, gideceği yerin yakınlarından geçecek bir Anadol kamyonete seslenip "Fuar Trafoya bırakın arkadaşı" dediler. 
Ve böylece  bindokuzyüz seksenbeş yılının yirmi aralık günü Basmane'de Mürsel Paşa caddesinin Fuar tarafında bulunan  yedek parça satan küçük dükkanların arasında bir mekana getirdiler. Yeni görev yeriydi. Öncelikle gözüne çarpan, TEK İzmir İl Müdürlüğü İndirici Trafolar Merkezi. Fuar 34.5/10.5 Kv İndirici Trafo Merkezi yazılı tabelaydı. İçini bilinmezliğin hafif ürpertisi kapladı. Acaba nasıl bir yer nasıl bir iş ile karşılaşacaktı. 
Araçtan çıkınca   küçük camlı pencereleri ile dikkat çeken açık yeşil renkli  iki katlı binayı gördü. Yola bakan bahçesinde zırıldayarak titreşim duran, Nikolay Teslanın yüz yıl önce Amerika'da icad ettiği gibi iki büyük tranformatör  vardı. Trafolar gri boyalı  yüksek saç kapılarla yoldan ayrılmıştı. Sağ tarafta oto lastikçi vardı. Merkezden onu getiren görevli, lastikçinin arka duvarının kenarında bulunan küçük demir kapıdaki zilin düğmesine bastı. 
Bir iki dakika sonra, önce iki katlı binanın altındaki iç demir kapı gürültüyle açıldı. İçeriden elinde telsiz bulunan bir görevli yavaş yavaş bulundukları kapıya yöneldi. "Ne bekliyorsunuz, zaten dış kapının açık olduğunu da biliyorsunuz." diyerek kapıdaki arkadaşlarına gülümseyerek kapıyı açtı. Onu getiren görevli "Acele işimiz var. Sonra geliriz. Merkezden bu arkadaşı gönderdiler. Birkaç gün seninle berber çalışıp trafoyu öğrenecek ve burada nöbete girecek." diyerek vedalaştı.
"Hoş geldin." dedi gülümseyerek. "Adım ErhanBundan sonra beraberiz. 
İç demir kapıdan girince sol kısımda disjonktörler (=yüksek gerilim hızlı hat kesici) sanki bir mapushaneye tıkılmış mahkumlar gibi ayrı ayrı yan yana sıralanmışlardı.Ve tel örgülü kapaklarının önünde meşhur beyaz zemin üzerine siyah iki çapraz kemik ve kurukafa amblemi duruyordu. Dikkat ölüm tehlikesi. On iki tane hücre vardı ve hücrelerde 10.5 Kv yüksek gerilim enerjinin gittiği semtlere ait mahkum olmuş disjonktörler, seksiyonerler ( yüksek gerilim hat ayırıcı) sıralanmışlardı. Sonra tekrar kapıya doğru yöneldiler. 
Bu kez giriş kapısının karşısında bulunan metalden yapılmış gri boyalı dik merdivenleri tırmandılar. Yine gri boyalı küçük camlı kapısı olan, yine demir bir kapıdan içeri girdiler. Zemin tırtırlı  demirdendi. Galiba sadece dış duvarlar tuğla içerideki diğer bölümler metalden yapılmıştı. 
Küçük kapıdan girince sol tarafta işaretlerle yazılarla ampermetre voltmetre ve ikaz lambaları ve paket anahtarlarla döşenmiş bir pano gözüne çarptı. Geniş bir şema üzerine tüm bu teçhizat planlı olarak döşenmiş olup, bu uzun panoya bakan nerede sorun olduğunu, ne yapması gerektiğini kısa sürede kestirebilirdi. Dışarıdaki trafoları daha rahat görebilmek için sağ tarafta pencereye yakın konulmuş bulunan metal masada bir telefon. Bir telsiz şarj cihazı vardı. Elindeki telsizi şarj cihazına yerleştirince cihazın kırmızı ikaz ışığı, şarja başladığını belli etti...

Saat 15.00'e doğru dış kapıdaki zil çaldı. Yine merdivenlerden aşağıya indi Erhan Abisi. Gelenle konuşa konuşa merdivenleri çıktılar. Gülen yüzüyle bir görevli daha gelmişti. "Hoşgeldin Arkadaşım  ben Halil İbrahim." dedi. Seninle saat  beşe kadar beraber olacağız daha sonra mesain bitecek ben ise saat 22.30 a kadar buradayım. Zamanı gelince sen de vardiyaya nöbete gireceksin." dedi. Erhan Abisi;"Burada yapacak çok iş yok görülür uzaktan, ancak basit bir hata, hattın diğer ucunda ölüme sebebiyet verebilir. Bu nedenle önemli ve tehlikelidir. Dikkatli olmalıdır. Özellikle telsiz dinlemek, telsizden anonsla vardiya amiri bir  görev verir, talimat gelirse, önce talimatı ona tekrar etmek, sonra da işlemi yapmak. Ve yeniden yaptığına dair bilgi vermek. Bu arada yapılan iş ve işlemin saatını vardiya defterine kaydetmek. Rapora işlemek. Gece on iki, bir sıraları bir ekip gelir raporu verirsin. Yani beklemek.Puant zamanı, beş dakika arayla semtlerin fiderlerindeki amperleri ve Kosinüs listesi var, Kosinüslerini de hesaplayıp deftere kaydetmek. 34.5 Kv giriş voltajını ve amperini de takip edip deftere kaydetmek. Bir de etrafı kolaçan etmek. " diyerek   ayağa kalkarak kapıya yöneldi.
Erhan Abi mesaisi bittiği için ayrıldıktan sonra oturduğu yerden çevresini gözlemeye devam etti. Telsizden farklı ekiplerin farklı faaliyetine dair çeşitli sesler, bilgiler, talimatlar devamlı akıp gidiyordu. 
Bu arada havadan sudan sohbet ederken aniden Halil İbrahim Abi telsizi  eline aldı."Yüz yirmi sekiz dinliyor." dedi. Merkez bir yüzyirmisekiz anonsu  yeniden duyuldu teknim telsizden. Aniden harekete geçmesi bir an paniklemesine sebep olsa da belli etmemeye çalıştı. Ancak yüzü kızarmış olmalı ki; "Sakin ol, vardiya amiri Selviltepe fiderinin amperini sordu." dedi. Ve devam etti; "Bu trafonun numarası ya da kodu yüz yirmisekiz. Görev esnasında nereye gidersen git. Hatta tuvalete bile gitsen telsiz yakınında durmalı. Her an vardiya amirinden gelecek yüzyirmisekiz'i duymalısın. Sınırda nöbet bekliyen bir asker hassasiyeti kadar olmasa da, tetikte olmalısın. Konuşmaları takip etmelisin. Herşey sakin giderken birden karanlıkta kalabilir şehir ve  yeniden elektriği şehre dağıtıncaya kadar bir telaş başlar." dedi...(1.Bölüm.19.07.2019 Manisa )

9 Temmuz 2019 Salı

Uzak Diyar

Montana. İsmine sadece  kovboy filmlerinde duyup, belgesellerde manzaralarına rastladığı bir uzak diyar. Vahşi Batı tanımının hala var olduğunu, üç milyonu biraz geçen nüfusuna karşın, altıyüzbin km  kare civarındaki coğrafi genişliği ile ve vahsi tabiatıyla ispatlayan, ABD nin orta kuzey sınırındaki bu eyaleti  google da merak edip biraz inceledi. 
Neden merak etti sorusu "çalış ve seyahat et" diye anlamı çevrilebilen bir proğram dahilinde oraya gidecek olan evladının başına geleceklerden biraz endişe ettiği  için diye cevaplanabilir. 
Ama endişe olsa da bazı riskleri göze almadan da gelişmek bilgilenmek deneyim sahibi olmak zor. O nedenle oğlunun isteğine hayır demedi. Sattı savdı, bir şekilde oğlunun hayaline, gayesine kavuşmasına yardımcı oldu. Şimdi ise geleceği günü, başarısını kutlayacakları anı sabırla bekliyor. 
Ancak annesinde o sabrın, -özlemin etkisiyle- daha az olduğunu, yeri geldiğinde "nereden çıktı bu Amerika işi, hep senin müsamahan yüzünden" diyerek kendisine sitem ettiğinde ise susmak zorunda olduğunu biliyordu. "Anne kalbi  daha yufka yürekli olur." diye düşünüp geçiştiriyordu.  
"Yeni yerler görmek, yeni işler yapmak,  yeni dostluklar kurmak insanın olgunlaşmasında, iyiye doğru gelişmesinde yararı olur." diye eşinin üzüntüsünü teskin ediyordu.
Teskin ediyordu. Teselli edemiyordu.Teskin etmek durdurmak, dindirmek, sakinleştirme gibi anlamları içeriyor olsa gerek. Teselli ise, sanki esasın yerine bir başka eşyaya ya da  konuya yönlendirerek rahatlatmak gibi bir anlam içerdiğine kendi kendine hükmetti. Hani milli piyango teselli ikramiyesi gibi...Ya da Orhan Gencebay ın "Bir teselli ver " şarkısındaki gibi. Teselliyi, esası dağıtan, esası isteyene vermeyince yerine bir nebze ikame edilecek bir şey vererek teselli olsun diye veriyordu. Ya da esası isteyenin durumu/seviyesi/kapasitesi/kudreti, esası kabullenecek, kaldıracak noktada olmadığından vermiyor, teselli ile teselli olmasını uygun görüyordu.
Kendisi dağıtan da değildi, teselli veren de. "Ancak O'ndan istenir ve O'ndan umulur, verdiklerine de şükredilir. Yeri geldiğinde de doksandokuzu veren yüzü de verir diyerek eldekini bulabildiğine şükredilir, kanaat edilir." düşüncesi geçti aklından.
Sonra birkaç satır yukarıda yazdıklarını şöyle bir süzdü; "Dücane Cündioğlu'nun yazılarını okuduğun analizlerinden belli oluyor. Seni gidi kopyacı " diyerek sayfayı kapattı.

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Yılkı

İşyerinde ilk gün. Genellikle izinden sonraki ilk anlarda bir tadsızlık bir durgunluk oluşur. Normaldir bu. Çünkü uzun izin döneminde alışılan kayıtsızlık sonrasında yeniden sorumluluk altına girmek kolay değildir. Yaşananlar, biraz geminden azad edilmiş  ve doğaya bırakılmış yılkı atlarının durumuna benzer. Tarım alanlarına makinalar girmeden önceki zamanlarda, genellikle orta Anadoluda uçsuz bucaksız bozkırlarda sonbaharda işler güçler bittikten, ekinler harman yerlerinden kaldırılıp ambarlara yerleştirildikten, bağlar bahçeler bozulduktan sonra, artık fazla ata gerek kalmadığını Abbas Sayar "Yılkı Atı" isimli kitabında etraflıca anlatır ;

" Güçlü, hırslı bir at kişnemesi ovanın dört bir yönüne dağıldı. Dağınık düzen otlayan sekiz on at başlarını kaldırdılar ve kulaklarını diktiler (...)
İçlerinde güçlü, kuvvetlileri vardı. Kimi kahra uğramış zavallı, kimi yılkının alışığı...Hesaptan düşülmüş, defterden silinmiş Doru Kısrak'ın yılkıya bırakılma öyküsüdür. Kışın dağda, belde başının çaresine bakacak, çıplak tabiatla savaşacak, ömrü olur da bahara yılkıdan sağ dönerse, o zaman ona bir iş düşünülecektir."

Ötüken Yayınları kitabın tanıtımında yukarıdaki kısa bilgileri verir. Yıllar önce çocukluktan gençliğe geçtiği  zamanların boş, sıcak, sıkıntılı  yaz tatillerinden birinde komşuşu ve hemşerisi eczacı Sezai Abi'den emaneten aldığı Yılkı Atı ile Can Şenliği adlı iki kitabını okumuştu. O nedenle yazıya başlarken hafızasının bir köşesinde uzun süredir bekleyen bu küflü bilgilerin içinden -nedense zihni- yılkı atını çağrıştırdı. 
Abbas Sayar'ın "Can Şenliği" kitabında ise ihtiyar bir adam ve yaşlı bir eşek anlatılıyor. Kimsesiz gurbette kalmış ihtiyar, karın tokluğuna bir zenginin bağ bekçiliğini kabul ediyor. Bağ kulübesinde duvara dayanarak can şenliği verdiği eşeğiyle konuşuyor. Geçmişine dönüyor. Sıkıntılarını paylaşıyor.


Rahmetli Cengiz Aytmatov'un "Elveda Gülsarı" sını da unutmamalı. Yoksa Türkistan bozkırlarının romancısı Aytmatov'a saygısızlık olur. Vefasızlık olur. Roman, İhtiyar Tanabay'ın soğuk, karlı ve tipili bir kış günü eski atı Gülsarı ile konuşmasını anlatır. Kırgızistan da bir Sovyet kolhozunun başkanının yaylada dolaşırken Gülsarıyı görüp beğenerek alıp götürmesi. Tanabay'ın istemeyerek de olsa vermek zorunda kalması. Gülsarının bağlı olduğu zincirlerini kopararak dağlara, çoban Tanabay'ın yanına kaçıp/koşup gelmesi. (Roman sansürlü Sovyet zamanında yazılmış olup, dolaylı yoldan özgürlüğü anlatıyor. Gülsarı isimli at  özgürlükleri kısıtlı Kırgızları, Kazakları kısaca esareti simgeliyor.) Tanabay, dağ başında can çekişen Gülsarının başında bunları düşünürken okuyucu da gitgide hüzünleniyor. Zaten hüzün Aytmatov Rahmetlinin kitaplarından hiç eksilmez.
...
Sadece taşıma ulaştırma işinden başka bir işe yaramayan atlar, kış döneminde kendi karnını doyurmakta bile zorluk çeken sahibince, gelecek bahara kadar kırlara salıverilirdi. Ancak süt veren yumurta verenler ile  kış döneminde dahi yaşamlarına katkı sunan hayvan taifesi ise ahırlarda, ağıllarda insanlarla birlikte yaşamaya devam ederlerdi.
Kış geçip bahar yüzünü yeşilliklerle gösterdiğinde ise, bulunup yeniden gemlenmeye çalışılır sahibince. Ancak boynunu rahatça istediği yere çeviren, istediği yere rahat rahat özgürce gezen at, doğal olarak sıkılır ve isyan eder, sahibine bağlanmak, yeniden boyunduruğa girmek istemez. Uğraşır ve uğraştırır. (İşte, ilk gün mesai başlangıcında bazı görevlilerce hissedilen budur denebilir.) Ama sonunda sahibi galip gelir. Bu arada yaşını başını almış hiçbir işe yaramayan atlar ise kırlarda özgürce ölünceye kadar yaşamaya devam ederlerdi.
...
Şimdi ise atların öküzlerin,mandaların, katırların, eşeklerin yerini traktörler aldı. Amaç aynı olsa da sonuçta bir makina olan traktörün bir köşeye çekilmesi, ihtiyaç anında kullanılması ile atların öküzlerin durumu aynı değil. 
Emek yoğun zamanlarda insanoğluna fazla masraf çıkarmadan destek olan canlılardı, kader ortaklarıydı. Yoksulluklarına da, insanoğlunun emeğine de yemeğine de (yemek artıklarına) ortaktılar.  
Ancak traktörler sadece cebindeki kazancına ortak. Eğer zamanında bakımı yapılmaz ise mazotu konulmaz ise işe yaramaz. Hayvanlar ise önüne ne konulursa, onunla dayanabildiği kadar yaşamına devam eder, kanaatkardırlar, bulamadıklarında bir deri bir kemik kalıp güçten tükeninceye kadar sahiplerinin yanındadırlar. Gücünün yettiği kadar gayret eder. Eğer vicdanınız yoksa bazen nodullarla, kamçılarla, kırbaçlarla turbolayabilirsiniz de. Fakat traktör yakıtı bakımı yoksa orada kalır. İstediği kadar tekmelesin kırsın döksün sahibi bir işe yaramaz, ekstrası yoktur, vefasızdırlar.
Acaba öyle mi? dedi içindeki muhalif ses;
Bakımı zamanında yapılırsa, çürümeye yol açan çamurları temizlenirse, iş zamanı geldiğinde tıkır tıkır çalışmaya başlar. Makina, bakımla uzun süre arızasız çalışmasına devam eder. Eğer bakım olmazsa yine çalışmaya devam eder, ancak nerede ne zaman bir sürpriz çıkaracağı belli olmaz. Öğlenin sıcağında tarlanın ortasında birden küsüverir vefasız sahibine. 
... Ancak yine de her hangi bir yerde çürümüş, hurda haline gelmiş traktör görse, nedense içini  efkar kaplar. Eskimişliğine mi, ilgisizce bir kenarda bırakılışına mı bilinmez ama üzer; kırların sıcağında, soğuğunda çamurunda nice bir vakit destek verdiği insanoğlu işine yaramayınca - sadece atlara değil- makinalara da vefasızdır.
...
" Yeni bir çağdayız ovaları, hayvanları ve geçmişi bırak, bak gökyüzündeki uçaklara, androidli telefonundan şarkılar dinleyip filimler seyretmeye devam et." dedi kendi kendine.


13 Haziran 2019 Perşembe

Son uncu

Üstüste saçmalıklar....Son Uncu

(1) "Sonunda sonuncu, son uncu da kapattı dükkanını, artık açıkta un satmak yasak bu şehirde. Somuncu nereden bulacak ekmek yapmak için ununu? Acaba marketlerden kampanyalı, indirime girmiş ürünleri takip ederek  mi maliyetini düşürecek ucuz somunlar yapacak." dedi. Önceki hafta mekanını kapatıp kahvede Sabuncu ile tavla oynayan lokumcu.
 "Son uncu neden kapattı dükkanını?" dedi. Neden? Cevabı belliydi. Hepimiz bu kahvede pinekliyoruz. Tek tek boşaltıyoruz. Tebliğ edilince teslim ediyoruz. Tebligat ve teslimat. Ellerine geçen sarı zarflar onlar için korkutucu evraklardı. Ve başlarını belaya sokabilirdi.
O arada postacı geldi. Kahveciye de bir tebligat bıraktı. Dükkanı boşaltmasını tebliğ ediyordu yetkililer. Çok amaçlı bir "kitap kültür kafe" projesi için ihaleye kazanan firma yıkım çalışmasına başlayacaktı. Kahvede oturan ihtiyarlara okudu bu tebligatı titreyen sesiyle. 
Ve kahveden tebligatı gönderen şahsa hitaben; Kitabına da, kültürüne de, kafene de kelimelerinin birbirine karıştığı  kitaplı ve kü(lt)ürlü kibar bir uğultu yükseldi. 
...
(2) Uzak semtlerin birinde çok asansörlü ve çok katlı iş merkezindeki inşaat firmasına ait müstesna bürolardan birinde sayın yönetim kurulu başkanıyla nescafe içen emlak ve istimlak müdürü, yüzüne tiyatroculara has mimikleri de ekleyerek; "merak etmeyin pek yakında kentimizin çehresi tanınmayacak şekilde değişecek, değişimin ilk adımlarını sayenizde atıyoruz."sözleriyle yeniliğin müjdesini veriyordu yanındaki koltukta oturan şehrin sakinlerinden  önemli (b)irisine ...
...
(3) Şehir hakkında kararlar elitlerce düşünülür ve alınır. Nice meclislerde nice komisyonlarda halk adına halk için ama halkın bilgisi/ilgisi/yararı olmayan kararlardır bunlar. Halka da o kararlara uymak kalırdı. Çünkü düşünmek  ve inisiyatif kullanmak sorumluluk almak ve düşünerek seçmek zor işti. Bu işleri bilenlere, yani elitlere bırakmışlardı.
Düşünmemek ve sadece önündeki ile uğraşmak ve çok zorda kaldıklarında elitlerin kapısında yardım beklemek. Genellikle eksiklerini bir miktar kapatacak kadar alıyorlardı. Boş dönmüyorlardı o kapılardan. Ama belirsizliğin içinde düşünmek, doğru karar vermek ve kararları istikametinde insiyatif kullanmak ne kadar zordu. 
Ama azıcık aşım ağrısız başım diyerek fazla etliye sütlüye karışmadan sakin bir hayat yaşamak en güzeliydi. Etliye sütlüye elitler karışır ve  tadını onlar bilirdi. Kendileriyse önlerine ne konulursa o kadarla doymak, (otlamak) rıza göstermek, dünya malına tamah etmemek, ellerindeki ile yetinmek böylece rahata huzura ve mutluluğa erişmek durumundaydılar. Kapitalist mi olacaklardı bu yaştan sonra...
Bu elitlerin türlü türlü şekilleri olurdu. Kimi uzun sakallarıyla, kimi yüksek makamlarıyla, kimisi de çok para ve imkanlarıyla ayrılırdı diğerlerinden. Kimi ibadethanelerde uzun vaazlar çekerlerdi ve dinleyenlere bazen hıçkırarak ağlatacak kadar tesir ederlerdi. Kimi, köprü yol açılışlarında daha kısa söylevler okurlardı, çevresinde ümitle bir şeyler bekleyenlere, el avuç ovuşturanlara. Hepsinin de ortak özelliği konuştuklarında çevresindekileri ikna etmeleriydi, razı etmeleriydi, konuşmanın ikna etmenin, tesir etmenin ilmini bilirlerdi. Laf cambazı ya da demagog denebilirdi. 
Ancak samimiyetlerini ölçecek bir terazi bulunmadığından, azıcık düşünenler tarafından şüpheli bulunurlardı ve bu düşünen, uyanık, hipnotize olmamış kişileri elitler hiç sevmezdi. Çünkü toplu hipnozu bozan çapulculardı bunlar...Türlü türlü adları, kılıkları, kılıfları, şekilleri, biçimleri, söylemleri, eylemleri olurdu. Ortak özellikleri adalet, eşitlik, hürriyet  hak, paylaşım, kardeşlik kelimelerini ve kavramlarını çok söylemeleriydi, Eylemleri ve söylemleri arasında tutarlılık olurdu, samimi olurlardı. Ancak şekil itibarıyla kendilerinden farklı değillerdi. Kendileri gibi bazen aç, bazen sefil, bazen yoksul. Çevrelerinde kimse olmamasına, cepleri her daim boş olmasına, suratları yazın kavruk kışın soluk olmasına rağmen, hep ileriye bakan gözlerinde bir umut ışığı devamlı parlardı.
Bunların bazılarını uzun sakallarıyla camide, bazen cenazede cemaatin içinde görürdünüz. Bazılarını da keçi sakallarıyla meyhanelerde. Esas dertleri halkın dertleriydi. Fakat halktan kimse onları fazla iplemezdi.
Boş ver yine boş boş konuşuyor deyip geçip giderlerdi...
Birgün toplanırsa halkın beğenmedikleri; o zaman halk adına, halk için, iş ve işlem yapan, karar verenlerin durumu zorlaşabilir, belki  halkın durumu zamanla daha da kolaylaşabilirdi.
"Ama ne zaman" diyerek ümitsizliğini belli eden bir ifadeyle başını sallaya sallaya uzaklaşıp gitti.

(4) "Yazılar Corc Orvelin Hayvan Çiftliği hikayesi gibi oldu sanki" dedi içlerinden o kitabı okumuşlardan biri. (13.06.2019-15:30)

Işık

Işık,
Sabah güneşinin ilk ışıkları işyerindeki odaya girdiğinde saat 9 45 i buluyor. Çünkü işyerinin doğusunda bulunan caddenin karşı tarafındaki iki katlı binanın gölgesinden ancak o saatlerde kurtuluyor sabah güneşinin şehri aydınlatan ilk ışıkları.  Ve güneş doğu penceresinden ilk hüzmelerini pencere önünde oturan çalışanın sırtına ulaştırdıktan sonra -elbisesinin renginin de etkisiyle- odaya farklı renklerde tatlı ışıltılar saçıyor. Masasında çalışırken ellerini klavyede oynattıkça, kağıtları kaşeleyip mühürledikçe hareketlenen elbisesi odayı rengarenk ışıldatmaya devam ediyor. Ancak ışığın bu oyunlarına, işinin gücünün ve sabahın muhabbetindeki odadakiler dikkat etmiyorlar. Ya da onların oturduğu pozisyondan dolayı ışığın kendi gözlerine yansıyan o tatlı efsunlu yansımasına göremiyor, keşfedemiyorlar. Masadaki görevli hala kağıtları toparlamakla hatalı olanları yırtmakla, masasını düzeltmekle meşgul. 
Bir türlü, etrafında kendisini farketmesini isteyen, hissetmesini isteyen güneşin renkli hoş ışıklarının  farkına varamıyor. Masasından kalktığında ışık daha da yayılıyor. Masanın arkasındaki büyük yeşil yapraklı çiçeklere, mavi klasörlere, cam kolonya şisesine de ve memura göre tam sağında kalan porselen bardağa etki ettiği gibi mausu da etkiliyor. Işıklar okşuyor odayı, odanın yetişebildikleri son noktasına kadar, kimse farkında değil.  Zaman ilerledikçe güneş gökyüzüne doğru yükseliyor, odaya giren ışıklar, masasında sırtına güneşe dönük olarak çalışmaya devam eden personelin omuzlarından yavaş yavaş kollarına doğru iniyor ve  -belki de kendisiyle ilgilenen bulunmamasının efkarıyla- diğer gün yeniden gelinceye kadar odaya sessizce kimseye farkettirmeden  veda ediyor. 
..."Diğer gün güneş yeniden geldiğinde belki de bazılarımız gitmiş olacak!" diye düşünüyor. 
Odada radyonun vızıltısı ve arasıra oynayan koltukların gıcırtılarından ve klavye tuşlarının tıkırtılarından, yukarıda neyi soğuttuğu belli olmayan klimanın vınlayan mekanik sesinden  başka sesler, odada insan olduğunu belli eden sesler duyulmuyor. İnsanlar da mekanik aksamların esiri olmuş sanki. 

Her şey git gide tekdüzeleşiyor, Her zamanki durağanlıklarının kabuğuna çekiliyor. 

Sonunda o masadaki çalışan da ışıktan bıktı ve perdeleri yavaş yavaş indirdi.

(13.06.2019--10:19)

10 Haziran 2019 Pazartesi

Değişim

Gelmeden önce nice korku endişe ve tedirginlikler yaşadığı Ramazan da geçti. Tutamaz başaramaz, zor olur  düşüncesi endişelere sevk etse de şükürler olsun bu yılda oruçlarını kendine göre tamamladı. Tamamlanıp tamamlanmadığı konusundaki netlik hesap günü mizanda belli olacak. Sadece o güne hazırlıktı onu yapabildiği ve  gelecek günlerden eyleminin safiyetine göre  ümit etmek.
Bayramın onun için en güzel yanı başarmanın verdiği hazdı. Ancak dokuz günlük tatilin ardından işyerine geldiğinde arkadaşlarının bir kısmının zayıflamışsın ifadesi de onu memnun etmişti. Artık elden geldiğince yediklerine dikkat ediyordu. Sadece açlığını bastırmak amacıyla yemeğe oturuyor. Sofrayı bir keyf ve haz masası olarak görmemeye çalışıyordu. Lezzetli yiyeceklerden daha az tadıyor, sofrada daha çok zaman geçirse de daha az yemek  yemeye çalışıyordu. Oluyordu. Yavaşlayınca sakinleyince oluyordu. Sofraya otururken eski zamanlarda yaşadığı  telaşın gitgide azaldığını da farketti. Evdeki ya da gönlündeki huzurun yemesine içmesine de etki ettiğini farkediyordu. Değişimin hormanlarını da etkileyeceğini, hayatında daha sağlıklı, daha sakin bir döneme başlayacağına / başladığına inanıyordu.

Arife

Cuma akşamı çalıştığı işyerinin sorumlusu aradığında evde dinleniyordu. İdari tatil nedeniyle usulen açık olacak işyerinde bir süre beklemesini rica ediyordu. Her hangi bir yere gitmeyeceğinden, şehirde bulunduğundan kendisini engelleyen bir durum yoktu. İtiraz etmeden kabul etti. Zaten itiraz da canını sıkan bir şeydi. Eğer yapabileceği bir şeyse gerek yoktu lüzumsuz tartışmaya. Belki denge ve adaletin gözetilmesi ile ilgili bir talebi olabilirdi. Ama boşverdi. 
Ramazan'ın son günü bayram arifesinde, sabahtan işyerine gidip öğleye kadar sükuneti dinledi. 
Ramazanda acıkmamak enerji kaybetmemek için hareketsiz kalmak  insanın bünyesinde tembellikten öte, duygu ve düşüncelerinde bile durgunluğa yol açıyor diye düşündü. Her zamanki hayatını, alışkanlıklarını, davranışlarını, çalışmalarını  daha düşük seviyede devam ettirmek ona göre ideal olanıydı. Ve o sabah kalktığında midesinin bile diğer günlere göre daha rahat olduğunu hissetti. Acaba dedi artık vücudumuz aç kalmaya, oruca alıştığından mı rahatladı, gece yediklerimizin çeşidinden ve miktarının azlığından mı diye düşündü. 
Küçük yaşlarda oruç tutmak için sahura kalktığında aç kalırsın dayanamazsın telkinleriyle midesini normalden fazla gıda ve sıvıyla doldururdu.Sabah  ağzında kekremsi bir tad, boğazı kurumuş bir halde -fazla yemenin pişmanlığıyla - uyandığı çok olmuştur. 
Zamanla yıllar ilerledikçe eski günleri unutmayan hafızası sahur sofralarında telkine devam etti, alışkanlık haline geldi. Yanlış olmasına rağmen devam ettirdiği bu alışkanlığını her Ramazanda yapmamayı düşünmesine rağmen, bir türlü iradesini kullanamadı. 
Yemeğin ve suyun cazibesi ile açlığın korkusu mantığının önüne geçiyordu.  Ancak insanoğlu gelişen ve değişen şartlara göre kendini adapte edebilmelidir. Hal ve duruma göre en uygun kararı almalıdır. Otomatiğe bağlanmış makina gibi olmamalıdır....
 Doğrusu bu ama... diye kendi kendine mırıldandı.
...
Allah  hayırlı faydalı alışkanlıklara eylemlere yönelebilmeyi nasip etsin.(03.06.2019:13.00)

24 Mayıs 2019 Cuma

Amerikalı

Her hafta satış yapmaya geldiği yerlerden biri de bu kasabaydı.  
Bir yanında tek katlı PTT, karşısında iki katlı  belediye binası ile cami arasındaki kahvehanenin oluşturduğu meydanın bir ucu istasyona giden yola açılırdı. Öbür yanı da şehrin  batısına giden iki yoldan biriydi. Alt yola ise pazar kurulmuştu... Yolların ortasında tören alanı olarak da kullanılan  düzenli olarak budanmış yeşil küçük bir park ve parkın batı kısmında Atatürk büstü vardı. 
Bisan bisikletler ise gelişigüzel  her yerde park edilmiştir. Bu kasabada her ailenin bir adet Bisan bisikleti bulunuyor olabilir.
...
Pazarın batı kısmı hakkında fazla malumatı olmasa da, doğu tarafındaki başlangıcı bu parktı. 

Alışveriş için kasabaya  gelen köylü kızları, köy minibüsünden indikten sonra, öncelikle pazarın girişinde sergilenen şişelerin başına toplanırlardı.

Şişeler o kadar farklı şekillerde idi ki, her birini tek tek incelemek isterlerdi. Satıcı, yoğunluğun getirdiği kargaşa arasında şişelerin kırılma tehlikesine karşı, kıpır kıpır kıpırdayan yerlerinde duramayan ve birbirlerine şişeleri göstererek kıkırdayıp duran  kızları -dikkat edin diyerek uyarırdı.
Ancak bu uyarısında herhangi bir sertlik keskinlik ve iticilik yoktu. Sanki evlatlarını ikaz eden babacan bir dede tavrı, müşfik, yumuşak bir ton, bir tını olurdu sesinde. Galiba, onun da muhacirlik vardı kökeninde ve ova köylerinden gelen kızların konuşmaları lehçeleri ile örtüşürdü kendi lehçesi, şivesi. Ama pazarcılar arasında ismini bilen azdı. Amerikalı diye tanınırdı. neden öyle tanınırdı?

Dağ köylerinden gelen  yörük kızları ise renkli giysileri ile hafif sert keskin konuşma biçimleri ile fark oluşurdu. Ve yörük kızları fazla muhabbet edip eyleşmezlerdi şişelerin başında. Çünkü yanlarında ciddi suratlı anneleri  ya da bir yakınları  olduğunu tahmin ettiği kadınlar tarafından göz ucuyla denetlendiklerini fark etmişti. Ama ova köylerinden gelen kızlar daha hareketli  ve şişelerle ilgilenecek kadar serbest bırakılmışlardı.
Amerikalının zaman zaman niçin kızmadığını  merak etse de, soramazdı. Çünkü kendisi şişelerin başına gelenlere göre çocuk sayılırdı.
Ayrıca bu şehre göçenlerin her birinin kendine özel farklı hikayeleri acıları olduğunu biliyordu. Kader nasıl ailesini Kütahya'nın dağlarından bu şehre sürüklemiş ise, Onu da Balkanların savaş kan ve  ıstırap dolu  zamanlarından  bulduğu bir aralıktan bu şehre getirmişti. Çoluk çocuğu var mıydı? Vardı . Sarışın, zayıf, orta boylu sessiz bir oğlu vardı. Bazen yardıma gelirdi. Yıllar sonra Türkiye Gazetesi İhlas Pazarlamada elinde çantayla dolaşırken hatırlıyordu.
Güneş yön değiştirdikçe şişelerin gölgeleri de değişiyor, uzuyor kısalıyordu. Güneşi hareketleri şişe müşterilerini de etkiliyordu. Öğleyin gelenler şişelere sadece bakıyorlar, dokunmuyorlardı, eline alanlar ise ısınmış şişeyi fazla tutamayarak  hemen yerine koyuyorlardı. Zaten öğle ikindi arası pazara gelenler de azalıyor, şişeleri incelemek isteyen tek tük meraklılar ise sıcaktan ve şişelerin gözlerini kamaştırmasından dolayı sergi önünde fazla durmuyorlardı.
Genellikle gelenler gelinlik çağında çeyiz düzme merakında olan ablalardı. Ve sayısı az olsa da fakir hanesini bir şişeyle dahi olsa şenlendirmek isteyen meraklı teyzelerdi. Onlar genellikle kenarları sarı yaldızlı kapakları parlayan şişeleri seçerlerdi.
O ise ortaokul ikinci sınıfının yaz tatilinde pazarcıların arabasına yaz dönemi için misafir yolcu olan küçük bir seyyar satıcıydı. Yerini mesafesini seviyesini korumak zorundaydı. Ayrıca fazla soru sorarak terslenmekten ve samimiyetin soğumasından da çekiniyordu. O nedenle sadece gözlemleyerek ve dinleyerek topladığı bilgilerden bir sonuca varmaya çalışıyordu.
Amerikalı lakaplı amca yaşını başını almış sürekli mütebessim şakacı hoş sohbet bir yapıdaydı. Kendilerini her salı günü bu sakin kasabaya getiren  kırmızı renkli steyşin Reno (Station Renault) otomobilin ön koltuğunda otururdu. Araç sahibi ve sürücüsü Yüncü Mehmet Amcanın şeref misafiri gibiydi. Ve Mehmet Amca onunla yol boyunca sohbet etmekten keyif alırdı. 

Amerikalı pazara girip çıkanları cezbeden o farklı renk ve şekillerdeki güzel ve ilginç şişeleri, İzmir Alsancak'ta sadece onun bildiği zamanda ve sadece onun bildiği kişilerden seçerek satın aldığını tahmin ediyordu. Bu konuda oldukça ketumdu. Bazen laf arasında söylediklerini birleştirerek o kanıya varmıştı.  

Bazı günler, sabahın köründe Manisa tren istasyonunda başka pazarlara gitmek için tren beklerken, İzmir yönünden gelen tren vagonundan, elinde iplerle sıkıca sardığı büyük bir koliyi oflaya puflaya -ama özenle-  indirirken  görürdü onu. Kendisini fark etmezdi. Belki de fark etmez görünürdü.
Sormaya gerek yoktu. O, İzmir yönünden geliyordu  indirdiği de gizemli şişelerle dolu bir koliydi işte.
Bunu tespit etmişti ama söyleyemezdi, Onun iş sırlarını öğrendiği için kızabilirdi ve anlattıklarını anlatmaz olurdu. Onun neşeli sohbetleri hassas noktasının karıştırıldığı, gizli tuttukları, sırları ayan olduğu için  kesilebilirdi. 

... 1982-1983 senelerinde İİBF de okurken Alsancak'ta NATO da görevli Amerikalı ailelerin yaşadıklarını gördü. Değişik içki şişelerinin de bulunduğu Amerikalılarca  işe yaramaz sayılan nice eşyaların biriktiği çöp bidonlarını da görünce, 1976 lı yıllarda pazarlarda şişe satan Amerikalıyı düşünmeden edemedi. (28.05.2019)



23 Mayıs 2019 Perşembe

Kahve

Kahve içmenin bünyesine faydası olmadığını -uzun geceler boyunca uykusuz kalarak- bir çok defalar tecrübe etmesine rağmen, yine de iftardan sonra koltukta otururken, eşinin ya da kızının   ikram ettiği kokusu içini bir hoş eden kahveyi almamazlık edemiyordu. 

Tadından çok kokusuydu onu cezbeden. Nice zamandır şekersiz ikram ettikleri kahveyi, -şekerli kahveyi unutamadığından- lezzetle yudumlayamıyordu. Her ne kadar şekerli konusunda ısrar etse de,  şekerinin yükseleceğini, ayrıca zamanla şekersiz tada alışacağını, sabretmesini söyleyerek reddediyorlardı. Ancak  bir folmül bulmuştu. Bir küçük parça bitter çikolataya hayır demiyorlardı. 

Ardından,  akşam bitip zaman geceye doğru  ilerlediğinde teravihden sonra çay faslı başlıyordu. Yine aynı korku ve tecrübeye rağmen bir büyük bardak çay da içerek, sahura hazırlanmak üzere yatağına uzanıyordu. Yatakta uzun bir süre gelmiş geçmiş nice kafasını karıştıran meseleleri düşünürken, küçük oğlunun gelip de -baba sahur vakti sofra hazır uyarısıyla uyanıyordu. 

Nasıl olup ta o kadar karmaşık mesele arasından sıyrılarak uykulara daldığını anlamıyor, uyuduğuna hayret ediyor, seviniyordu, uyutan ve ruhunu dinlendiren Rabbine şükrediyordu.
Şükrediyordu. Aklına gelen etrafındaki değişik nimetlere ve güzelliklere ve insanın daha rahat yaşaması için sunulan kolaylıklara- sağlığına şükrediyor ve hamdediyordu.

Alemi ve Hayatı Yaratan tarafından  bize özel bahşedilen hayatın -zamanla,  mekanla ve imkanla- sınırlı çizgisi dahilinde hep iyiyi hayrı güzeli faydalıyı aramayı bulmayı, bulamasak ta o yolda arayanlardan olmayı nasip etmesini niyaz ediyordu.

21 Mayıs 2019 Salı

İrade

Kontrol insan, irade, oruç  kelimelerinin birbirleriyle bağlantılı anlamları konusunda düşünürken, Mümin Sekman'ın KİGEM sitesinde " irade nedir ne değildir" başlığı altında tafsilatlı bir yazısını okudu. Kafasında gölgede kalan bazı noktaları aydınlattığı için Mümin Sekman'ı takdir etti. 

Yazıdan alınan bir kaç paragraf;

"Sözcük kapsamında irade, ‘İnsanın herhangi bir eylemi gerçekleştirme yolunda iç ve dış koşullarıyla belirlenen bilinçli kararlılığı’ olarak tanımlanabilir....

İradenin iki temel bileşeni vardır. Bunlardan biricisi ‘seçme ve karar verme’, ikincisi ise ‘eylemdir.’

1. Seçme ve karar verme: Kişi zor istemlerini eyleme dönüştürebildiğinde iradesini kullanmış olur. Özgür seçimler yapamadığımız zaman, seçim yapsak bile bu seçimler doğrultusunda eylemde bulunamadığımız zaman bir irade eksikliği yaşarız. İrade eksikliği gösterdiğimizde de kalitesi düşük bir varoluş sergilemiş oluruz. 
İradenin yaşamımızdaki temel işlevi, kişiye çevresini kontrol etme fırsatını vermesidir.
Önemli önemsiz pek çok konuda iradeli davranışa ihtiyacımız vardır. Meslek seçerken, iş veya eş seçerken, gömlek alırken bile irademizi sergilemeye ihtiyacımız vardır.

Doğmak elimizde değildir, ölmemek de elimizde değil (bunları kabul etmeliyiz), ancak bu ikisi arasında nasıl bir ömür süreceğimiz elimizdedir ve yapacağımız seçimlere bağlıdır.
2. iradenin ikinci boyutu ‘eylem’: Yaptığımız seçimler, gözlenebilir nitelikte olur veya olmaz. Eylemde bulunduğumuzda, yaptığımız seçimler gözlenir hale gelir.

İsteğe bağlı eylemler:
Yapmak ve yapmamak bireyin elindedir. Birey, kendi iradesi ile bunu ister ve yapar. O yüzden birey, kendi yaptığı işlerden sorumlu olur. Okumak, çalmak, çalmamak, yapmak, yapmamak… gibi. İnsan, kendisinde bulunan ve bir bütün olarak kabul edilen iradesini kullanarak bu hareketleri yapar. Gerçekte insan yaşamı, sürekli bir tercihler zinciri şeklinde devam edip gitmektedir. İnsan kendisinde bulunan iradeyi kullanarak hayatına yön ve şekil verir.
Eylemlerinden sorumlu olur. Bu eylemlerinde kendisi tercih yaptığından, herhangi bir şeye mecbur değildir. Böylece bu yönüyle yapılan tercihler, hayat boyu bireyin uygulamaları ve yaşam tarzını oluşturur. İsteğe bağlı olmadan yapılan eylemler (refleks hareketler): İnsanların kendi iradesi ve isteği olmadan oluşan eylem ve hareketlerdir. İnsanın acıkması, hasta olması, unutması ve yanılması gibi hareket ve eylemler olup, bu olgular iradenin etki ve kapsama alanına girmeyen eylemlerdir."
...
Son söz: Hayırlı eylemler gerçekleştirmek için  bilinçli kararlılığımızı arttır, irademize kuvvet,  gönlümüze cesaret ver Allahım.

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...