24 Aralık 2018 Pazartesi

Sis

Sabah uyandığında havanın diğer günlere göre daha karanlık olduğunu farketti. Genellikle yağmurlu günlerde böyle olurdu. Yağmur var herhalde dedi kendi kendine. Fakat yukarıdaki çatıdan yağmur damlalarının tıptıpları duyulmuyordu... Pencereden dışarı baktığında her tarafın yoğun sisle kaplı olduğunu gördü.
Kış mevsiminin içinde  Aralık ayının son haftasında  sis, nem ve soğuk buluşmuşlardı yine. Her üçü birbiriyle hasret giderirken, şehirde yaşayanlar ise keşmekeş içinde bir yerden bir yere yetişmek telaşındaydılar. Hava akımının olmaması nedeniyle şehrin üstüne çöken sis ya da yoğuşma, güneşin gelmesini engellediği için soğuğun etkisini arttırıyordu. Ayrıca havada asılı kalan yoğun sisin altında çalışan araçların motorlarının egzost dumanları, baca dumanları da çatılarla sis arasında kendine bir yer buluyordu. Böylece hava kirliliği gitgide artıyordu.
Yazın çekilmez sıcağı, kışın sisler içinde kirli havayı solumaya yol açan sanayinin ve nüfusun ( balık istifi gibi) yoğunluğu idi. Çünkü şehrin hemen batısındaki organize sanayi bölgesi dünyanın en uygun yatırım yeri seçilmiş olmasına rağmen, içinde yaşayanlar için ise dünyanın en yaşanılmaz şehri ünvanını hak etmek için başarı basamaklarını adım adım tırmanıyordu.
Her coğrafyanın kendine özgü koşulları vardır, kapasitesi vardır. Bu şehri kuranlar sadece dağın kuzeye bakan meyilli yamaçlarına kurdukları şehri, yamacın bittiği yerde sınırlamış oldukları eski binalardan anlaşılıyor. Nüfus da  o sınırlı alana yerleştiğinde şehir kendi doğal düzeni içinde huzurla yaşıyor.  
Meyil, organik atıkların kirli suların  aşağıya doğru akması için, havanın her evin penceresinden tül perdeleri havalandırarak rahatça sirkülasyonu için önemli. Eski şehirde evlerin kuzeye bakan bölümleri hayat ve bahçe olarak tanzim edilmiş. Kapılar genellikle kuzeye açılır. iki sebepten olabileceği tahmin edilebilir. Kuzeyden esen rüzgar serindir ve yazın ferahlatır. Kuzeye bakan hayatlar ise yine aynı sebepten yapılır.   Zaten Nisan sonundan Ekim ortasına kadar günlük yaşam burada geçer.
Meyil savunma açısından da yararlı. Ova kışın yaşanan su taşkınları, bataklık ve sinekler yüzünden fazla talep görmemiş de olabilir. Kısaca o günün şartları altında dağ etekleri yaşamaya daha elverişli olduğu anlaşılıyor.

Bir tarihte dünyanın yatırım yapılabilir en uygun bölgesi seçildiği için öğünülen sanayi bölgesinin içinde bulunduğu havza, ovanın güney batısında olup, güney ve batısındaki dağlar  nedeniyle  yeterli hava akımının oluşamadığı bir yeryüzü köşesidir. (Sanayiye yetecek hava cereyanı mevcut değil, bazı fabrikalar gecenin koyu karanlığında bacalarından kirli gazları salarlar))
En batıda, yükseltilerle sınırlanan uç noktasının biraz kuzeyinde bulunan dar boğaz ise ovanın ortasından geçen nehrin denize dökülmek için bin yıllardır aka aka kendi kendine yol açtığı bir yerdir. Ayrıca Ankarayı ve Anadoluyu batı limanlarına  bağlayan tek demir yolu geçidi idi. Petrol rafinelerine giden kısa yolun da bulunduğu  bir boğazdır. Hatta basit bir hafriyatla en dar nokta doldurulsa, ovanın  ilk çağlardaki gibi bir göle dönüşme olasılığı vardır ve kolaydır. 
Boğazın güney tarafındaki arazi daha dik ve yüksek olup, kuzey tarafındaki yükseltiler  daha alçak olduğundan, balkanlardan gelen o meşhur soğuk ve yağışlı hava kütlesinin rahatça  boğaza yaklaşabildiği ve ovaya sızdığı uzaktan bakıldığında görülecektir.

Ayrıca çalışacak dinamik işgücüne, insan kaynağına  sahip olması,  ihracat ve ithalat için limana yakınlığı , organize sanayi bölgesi olarak değişik teşviklerin bulunması yöreyi sanayi açısından cazibe merkezi haline getirmiştir.
Sabahları bu cazibe merkezine şehrin içinden ulaşabilmek için, cazip olmayan sıkıntılar çekildiğini ise yetkili ve etkililier (bir avuç para için) göz ardı etmektedirler.

Geleceği düşünmeden tesis edilen fabrikalarla sanayileşmeye çalışıldıkça, hızlı sanayileşme için gözardı edilenler zamanla sorun olarak yaşayanların karşısına çıkmaya başlamıştır.
Bu karmaşık yumağın en üstüne güzel parlak çekici bir etiket basılarak kapatıldığında, sorunları yaşayan şehrin eski ve yeni sakinleri  her şeyi unutup aynı ürünü yeniden seçip satın alabiliyor.  

Yerel seçimlere bir kaç ay kalınca, yerel yöneticiler de seçim öncesi her zaman yaptıkları gibi asfalt kazıyarak  yeniledikleri siyah zemin üzerine çizdikleri, yepyeni parlak beyaz şeritlerle mevkilerini garantiye alacak  yatırımlara yeniden başlıyorlar. Makyaj yeniden başlıyor.
Fakat makyajın ardındaki yüzü ( zihniyeti)  hiç merak etmeyen seçmen yeni makyajlanmış şehrin güzelliğine kapılarak hayran hayran yeniden reisini seçiyor...
Böylece içindekilerin de durumdan memnun oldukları bir fasit daire dönmeye devam ediyor.

Dönsün! Bu dönüşten ızdırap duyanlar da, istemeyerek de olsa son ana kadar onlarla birlikte öfkeli öfkeli, bazen bağırarak, bazen dişlerini ısarak(*)  dönmeye devam edecek...


(*) Ismak: dişleri birbirine sımsıkı kapatmak.

19 Aralık 2018 Çarşamba

Kavak Yelleri

Yazıya başlarken bir bahane bir konu arar yazmak isteyen. Genellikle etrafında dolanan seslerden, hareketlerden ilham alır. Yazının başlangıç noktası bu olur ve esas konu yavaş yavaş gelişir. Radyoda çalan türküye takıldı yazanın kulakları ve zihni  " pencereden kar geliyor" türküsü ile başlayıp "bahçada yeşil çınar" türküsü ile devam edip giden koygun sesli bir hanımın okuduğu türkü ile ilgilenmeye başladı. Ancak türkü sona erdi. Böylece yazıya gerekli olan başlangıç bahanesini  bulmuştu.

Çıkış saatı  yaklaşırken büroda kimseler kalmadı. Son çıkan çalışma arkadaşı -başında esen kavak yelleri nin etkisiyle bu günlerde dağınık olan dikkati nedeniyle-  kapıyı aralık bıraktığından yüksek ve boş  koridordaki sesler duvarlardan aksederek  bir uğultu  sağanağı halinde odaya doluyordu....

Dışarda, yani şehrin bu en yüksek makamlı resmi dairesinin dışında aralık akşamının kasveti yavaş yavaş iniyordu. Gökyüzünde  yükseklerde bekleşen durgun kurşuni bulutlar akşam karanlığının daha çabuk çökmesine sebep oluyorlardı...

Yazanın, spontane-ani- gelişen yazma ihtiyacı sebebiyle derin konulara yaklaşmak mümkün değildi. Çünkü yüksek seviyeli veya derin konulara eğilecek ne birikimi ne de vakti vardı. Çalakalem aklına eseni bilgisayar tuşları aracılığıyla blog sayfasına aktarmak onu mutlu etmeye yetiyordu...

Girizgah konusu olarak sık sık türkü ve şarkılar olmasının nedeni de, radyoyu masasından /  hatta sağ kulağının dibinden hiç ayırmayan, sekiz dokuz saatlik mesai boyunca sürekli radyo dinleyerek başındaki kavak yellerini savurmaya uğraşan arkadaşıydı.
İşte bu sabah da sağlık ocağına kan vermeye uğraması nedeniyle işe gecikmesine rağmen, yan masadan radyonun sesi odada yankılıyordu.

17 Aralık 2018 Pazartesi

Meydan Muhabbeti

Bilgisayarın ekranının sağ altında  saat 16.11 i gösterirken, sol kulağı da çınlamaya başlamıştı. Büronun içinde üç personel kendi kendilerince bir şeyle meşguldü. Dışarda bariton sesli bir erkek personelin de katıldığı  en az beş katılımlı koridor toptantılarından biri hararetle devam ediyordu. Sonra işini bitiren  bürodaki bir  personel de -toplantıya katılmak üzere- kapıyı açıp çıktı.
 ... 
Disiplin kurallarının, iş yeri ciddiyetinin  yeterli düzeyde olmadığı  ortamlarda, kendini emniyette hisseden bir kısım personel, meydanı boş bulduğunda  serbest, lakayt, rahat davranışlara girişirler... Bu gibi işyerleri, sorumluluk sahibi olmayan çalışanlar için aranan ideal iş yerleridir. Ancak görülen  rahatlık yavaş yavaş başka sorunlara yol açmaya başlar. Amacından uzaklaşan-sapan personel, iş ile değil birbiriyle uğraşmaya başlar. İşini ciddi olarak yapan / yapmak isteyen personelin iş motivasyonunu da etkilerler. Özellikle çalışkan personel odak noktadır. Onu da dejenere etmek için maddi ve manevi bir çok hayırsız eylemde bulunurlar.

İşyerindeki verim düşüklüğünün alarmlarını duymayan, huzursuzluğun farkına  varamayan idareciler ise, bazen yanlış bilgilendirmelerle, gerçekten çalışanların aleyhine yanlış sonuçlara ve kararlara varırlarsa, sonuç; yapılan üretimin veya hizmetin gerilemesine, alıcıların / müşterilerin kaybedilmesine yol açar.

Bu durum; biraz da horozsuz kümeslerdeki tavukların haline benzer. Tavuklar kümese yeni gelen tavuğu-zayıfı didikleyip tüysüz teleksiz bırakırlar. Yumurta üretimi düşer, üretilen yumurtalar ayak altnda kırılır, Kümes sahibi olayın farkına varıp da çare bulursa, düzelmeye başlar.

Ne zaman ki bir horoz gelir iş değişir. Tanrı vergisi bir özelliğe sahip olan horoz, genlerinden gelen  bir dürtüyle "horozluk" yapar ve kümes " kümes" olarak işlevini yerine getirmeye başlar....

Herhangi bir müessesedeki yüksek  yönetici hiç bir deneyime sahip değilse bile tabiat kanunlarını gözlemleyerek, sadece horoz ve tavuk örneğinden dahi kendine ibret çıkararak, bir kısım iş yeri sorunlarına, düzensizliklerine, kaoslara çözümler bulabilir. Çalışma yaşamını da bu örnekteki gibi düşünerek düzeltme imkanı bulunabilir.

İş yönetimi üzerine nice bilimsel araştırmalar incelemeler, raporlar yazılmıştır, daha da yazılacaktır. Yazılması da gereklidir. Ancak sonuçta insan denen varlığın yaratılıştan gelen özelliklerini gözardı etmeden en uygun dengeyi (optimum noktayı) bularak tatlı sert, ciddiyetin ön planda olduğu samimi, insancıl bir denge kurmak en idealidir.

 Bu denge ile denetimin hassas bir karışımını ilaç olarak tavsiye edebilirim.

* Şahsımca insan denen varlığın yaratılıştan gelen özelliklerinin araştırılması sonucu ortaya çıkan bilgilerin ışığında, mutlu , madden ve manen doyumlu iş görenlerce,  iş yeri veriminin   arttırılması için geliştirilen yöntemler olarak da düşünebiliriz.

** Bir başka olumsuz bakış açısı; Acaba  kapital sahipleri insanı üzmeden sermayeyi nasıl daha verimli kullanabilirizi mi araştırtıyorlar. (Kârlılık) Ama sonuçta kaynaklar dünyaya ait.

  

5 Aralık 2018 Çarşamba

İşini yap

2018 yılı aralık ayının beşinci gününü gösterirken takvimler, nefes nefese içeriye girdi. Her sabah olduğu gibi yine gecikmişti. fakat büroda bu sabah bir gerginlik, bir sessizlik, bir durgunluk, bir kendi kendinelik hakim olduğunu farketmesi uzun sürmedi. Herkes (topu topu üç kişi) kendi kuru kabuğu içinde bir şeylerle meşgul olarak zamanı geçiriyor. Bu birşeylerin diğer adı iş. Ancak bu iş'in tanımını yapmak biraz zor. Muğlak, içi çok değişik bahanelerle/ katkılarla doldurulabilen bir meşguliyet veya aldığı ücreti vicdanen ve resmen hak edebilmek için meşru meşguliyet çabası olarak adlandırılabilir....
O zaman şu soru akla gelebilir: -Önemli olan sürekli meşgul olmak mı? Takipte olup, akıllı deneyimli bir eylemle "işi bitirmek, sonuçlandırmak mı ?" 

Bu konuda farklı bakış açıları, görüşler mevcut... Bir kısım eski düşüncedeki idareci için belirli süre içinde, belirlenen mekanda, belirlenen  faaliyeti sürekli yapmak, sürekli meşguliyet "iş" tir. Sorumluluğu altında bulunan kişi sanki bir harp hazırlığı varmış gibi her an idarecinin önünde görünebilir olacak, her an, masası üzerinde çalıştığı dosyalar / yazılar olacak, belli sürelerde üstü olan yetkilinin yanına giderek sorular soracak, açıklamalar isteyecektir ki, böylece çalıştığı var olduğu belli olsun ve idareci de idare ettiğinin bilincinde olsun, hazzına varsın!....
Masası boş olan tembeldir. Masası evrak kalabalığı içindeyse  çalışmaktadır. Çalışkandır. O nedenle bir kısım kurumlar görünmeyen örümcek ağlarıyla kaplı, oradan oraya koşuşturup duran ne yaptıkları  nasıl yaptıkları pek belli olmayan görevlilerle işgal edilmiştir. Bir robot misali üstlerine karşı gerekli saygıyı otomatik olarak gösterirler. Sonra evrak  dolu masalarına otururlar. Çalışma(!)ya devam ederler. İdareciler neyi, nasıl, ne kadar zamanda  yaptırdıkları konusunda hesap vermek istemezler. 

Bir başka görüş açısına göre işe "iş"; Neyi, ne zaman, nasıl yaptığından öte "gerekli  olanı istenilen zaman sınırları içinde  doğru ve hızlı bir şekilde sonuçlandırabilmektir." Bu görüş açısına göre görevlinin nerde nasıl ne şekilde ne biçimde olduğu önemli değildir. Önemli olan " işini bitirmesidir."

Verimli ve bilimsel bir çalışma düzeni için objektif koşulların ortaya konulması gerekir.  İş tanımı yapılır işin yapılış süresi hesaplanır ve o ölçüye göre görevlendirme,  iş paylaşımı yapılır. Maliyeti hesaplama imkanı olmalı her şey hesaplanabilir, ölçülebilir ve hesap verilebilir olmalıdır. Kişilerin serzenişlerine göre değil, verilerin  gösterdiği sonuçlara göre değerlendirme yapılmalıdır.

Bu görüşün savunucularınca yapılan gözlem ve hesaplamalara göre;  şu an devam eden düzen içinde görevli sayısı fazladır.

Onlarca, Çalışanların çoğunluğu görevini abartarak, işinin yoğun olduğunu  göstererek, fazla iş, ek görev almak istemezler. Farkına varamayan idareciler de sürekli personel sıkıntısı, eleman ihtiyacı  olduğu ifade ederek yakınır dururlar... Ancak o kadar personele rağmen çıkan " iş" bu kadardır. Verimlilik yoktur.  Demagoji, laf kalabalığı çoktur. İşten çok iş dışı şeyler meşgul eder, sabah kahvaltıları, karşılıklı büro ziyaretleri arasında biraz "iş tir yapılan, Dostlar alışverte görsün misali  .. 
İşter kabul edilsin isterse itiraz edilsin, Memleleketin dahilinde faaaliyette bulunan resmi dairelerin çok büyük bölümü bu şekildedir.... 

Yazıyı yazanda bu soruna dahildir.

26 Kasım 2018 Pazartesi

Kayıkçı Nine

Evlerinin bulunduğu çıkmaz sokaktan İzmir caddesine doğru inerken solda Arnavut Remzi Amcaların evi vardı. İki katlı kerpiç evin geniş avlusunun dış duvarları da  kalın kerpiçlerle örülmüştü. Aşağıya doğru inerken bu evin iki kanatlı geniş kapısının yanı başında kerpiç duvara oyulmuş bir yuva göze çarpardı.Yuvanın etrafında bir kaç küçük  ağaç, testi biçiminde oyulmuş bir  taş var idi. Bu küçük yuvanın üst kısımları yukarıya doğru gitgide azalan siyah islerle örtülmüştü. Saman pürçekleri sırıtan sıvalı ve beyaz boyalı duvarda bu siyahlık bir tezat meydana getiriyordu. Yuvanın alt tarafında ise aşağıya doğru incelerek uzayan  kirli ve yapışkan bir akıcı sıvının akarken soğumasından oluşan izler vardı.Yuva 40 cm yükseklik, 15-17 cm genişlik ve derinlikte idi. İçi de isli, kirli ve yağlı idi.
Akşamın alacakaranlığında oradan geçerken bazı ihtiyarlar ninelerin  deliğe eğilerek mum yaktıklarını görünce, o kirli ve yapışkan  maddenin mum eriyiği olduğunu kavramıştı. Mum genellikle Cuma ve Kandil gecelerinde yakılırdı. Karanlığın içinde hava akımının geldiği yönün tersine doğru eğilen alevin nar kırmızısı ışığı çevredeki varlıkların gölgelerini de sağdan sola savurup cevirirdi.
Uzak pencerelerden bakanlar ile yakın pencerelerden o anda dışarı bakan bir kısım sokak sakini ise o ışık dalgalanmasını görünce bir an ürperirlerdi. Özellikle sokaka lambasının ampülünün patladığı günlerde mum ışığının çevresine verdiği ışığın etkisi artardı. Bir gün sonra mumu yakanın yanına uğranarak önceki gece mum ışığının nasıl oynadığını,nasılda parladığını anlatırlardı. Mumu yakan da gerçekten geçen defa yaktığım mumdan daha mı parlaktı ışığı diye meraklı sorularla öğrenmeye çalışırdı o gece mumun yanışına şahit olan değerli misafirlerinden.  Bazı kendini bilmezler her ne kadar rüzgar oynattı olarak adlandırsa da mum ışığının öyle titremesinin, dalgalanmasının onlarca sebebi belli idi. Bir hikmeti vardı. Bu hikmet, içilen kahvelerin ardından dahi bir uzun süre analiz edilirdi. Mumu yakanın niyeti, önceki zamanlarda yaptığı eylemlerinin mahiyeti ile ilişkilendirilirdi.Ve sonra her misafir kendi idraki çerçevesinde aldığı bilgi ile aydınlanmış (!) olarak evine dönerdi.
Karanlıkta  mum yandığı geceler çocuklar yalnız geçemezlerdi. Evden aklı eren biri oraya kadar geçirir ve uzaklaşıncaya kadar beklerdi.

Bazı günler - belki de özel günler-  çoğunlukla ihtiyar ninelerin bu mevki çevresinde dolaşarak  çöpleri topladıkları, çalı süpürgesi ile yerleri süpürdükleri görülürdü.( Bayram ve Ramazan önceleri olabilir.)
Bahar geldiğinde yeşillenen otların ve ağaçların arasında belirsizleşir hiç dikkat çekmezdi. Ancak  bilenler o yuvaya bakarak biraz ayakta dikilirlerdi.( Dua ederlerdi) Bilmeyenler, yabancılar ise yaz ya da kış yeşillik içinde görülmez veya kuru otlar içinde görülür dikkat çeker durumda olsa bile bilmediklerinden önemsemeden hızla geçip giderlerdi. 
O sokağa  taşındıkları ilk aylardan itibaren Rahmetli Annesi de temizlikçiler ve korumacılar kafilesine katılmıştı. İhtiyar ninelerin ve uzak diyarlardan şehre gelmiş,  gurbet uşaklarının yer iz bilmez eşleri de bu kafileye katılırlardı. Sanki bir sosyalleşme, yer edinme, o sokağa kendini kabul etirme zemini idi. Bu ekibin en saygıdeğeri, reisi ise  Uncubozköyden gelip buraya Yunan harbinden sonra yerleşen Kayıkçı Nineydi.( Sadece lakabı bilinirdi.) Bu Nine o yerin tam karşısında otururdu. 
(Kocası Muradiye ile Yuntdağı köyleri arasındaki yol geçişinde Gediz nehri üzerinde kayıkçılık yaparmış. Acaba Kayıkçı Ninenin Annesini çok sevmesin arka planında Annesinin Gediz İlçesinden gelip  Gedizli Hatice olarak tanınmasından mıydı....Çünkü o Gediz Nehri ki kocası rahmetli ye  toplum içinde bir ehemmiyet, saygınlık, rütbe kazandırmıştı. Yuntdağ tarafının en mırmırlı şahsı olsanız bile Gediz çayını geçerken - hele bir de acil işiniz varsa o geçitteki Kayıkçı Amcaya muhtaçsınız. O istemezse yolcu doluncaya kadar beklemek zorundaydınız. Nice eşkiya, nice kanun kaçağı da ona muhtaçtı. Gece acil özel bir iş için geçmek isterseniz kayıkçı bir bahane ile sizi geçirmek istemezse geçemezdiniz... Ne zaman ki köprüler yapıldı... Kayıkçılık da suların dağlardan aldıklarını önlerinde süpürdükleri gibi , silip süpürüldü...O günler geride kaldı. Fakat kayıkçı Amca kadir bilir bir şahış olduğu için yokluğa yoksulluğa düşse de hep saygıyla hatırlanır olmuş, aranıp sorulur olmuş ondan iyilik görenlerce...)
Nine kendisinin bildiği, -ya da bu yazıyı yazan o yaş dönemi dahilinde kendisi bilmese de- bazı özel günlerde  üç ayaklı saçayağını alır,  delikli duvarın karşısında müsait bir noktaya koyarak altına odunları toplayıp üzerine bir tava yerleştirirdi. Tavanın içine Uncubozköydeki zeytinliklerinden çocuklarının ve torunlarının toplayıp yağını çıkartarak getirdikleri zeytinyağından besmeleyle yavaşça dökerdi. Altına yerleştirdiği çırpıları (kurumuş bağ çubukları) odunları üfleye üfleye tutuşturmaya çalışırdı. Ama nefesi yetmez ve yüksek sesle söylenmeye başlardı. Sesleri duyan yakın kapı komşularından evde işi bitenler  koşturur ve Ninenin elinden  yavaşça tutarak kapı kenarına yerleştirdikleri oturağa oturturlardı. Ocağın başına toplanır  üfleyerek tutuştururlardı. Duman  sokağa yayıldıkça kapılar yavaş yavaş açılıp kapanmaya başlar. Kiminin takunya sesli takur tukurlu, kiminin terlik şıpırtılı sessiz adımları ocağın başına doğru yaklaşırdı. Ellerinde kenarları eğri büğrü, altı biraz siyahlaşmış  alimunyum tepsi içinde üzeri örtülmüş bir şeyler getirirlerdi. Diğer ellerinde de küçük oturakları bulunurdu.
Mor renkli, dışında  bir kaç yerinden sırları dökülmüş üstten saplı çinko çaydanlık ile çay bardakları ve şekerlik bulunan çay tepsisi de ninenin yanına yerleştirilirdi. Çay zamanını o bilir ve en genç olan her kimse yanına çağırır  çayları dağıttırırdı. Nine hem çayını içer hem de uzaktan seslenirdi. Ateşe çırpı atın yavrum? Ayşe yağ kızdı mı? Fatma  hamurları tavaya düzgün yerleştir! Hasibe pişileri yakma, hemen çevir! Güllü önce şu bekleyen çocuklara ver sevabına! Sonra konu komşuya dağıtırız! Şadiye sen de evde yatan kayınbabana  götürmeyi unutma. Benden de selam söyle Allah şifa versin!...
 (O da  ateşin başında dumandan gözleri yansa da bir sıcak pişi için dünyadaki en önemli işi olan oyunu bırakıp  bekleyenlerden biri idi. )

Pişiyi bir gazete kağıdına sarıp veren teyze -aman yanmayın soğuyunca yersiniz- dese de, kim dinler  ki...Ofuldaya pufuldaya üfüre üfüre yemeye başlardı çocuklar. Çünkü geç yiyen ve bekleyen kişi ana kuzusu olduğunu ispatlamış olurdu. Ama o sıcak pişiyi - ya da dağıtılan her ne ise- Bazen kazanda kaynayan sonra yerlere serilen bulguru, bazen saçtan yeni alınmış gözlemeyi, yufkayı...- sıcak sıcak yiyen diğerlerinin gözünde sanki kale fetheden Malkoçoğlu olurdu . İşte çocuklukta en önemli nokta burasıdır. Akranlarınca önemsenmek. Bu ergenlik dönemi sonuna kadar ademoğlunun/havvakızının davranışlarını yönlendirir....
İşte bazı geceler İzmir caddesinden yukarıya eve  doğru giderken eğer bir de elektrikler kesilmişse, veyahut sokak lambasının ampulü patlamışsa kimseye ifade edemediği korkusuyla başbaşa kalır sokağın İzmir caddesine birleştiği noktada beklerdi. Caddenin köşesinde oyalanır ki bir kişi yukarı dönsün o da onun arkasına takılsın ve o geçidi sükunetle atlasın...Bu arada önünden giden,ardına takıldığı kişiye korktuğunu farkettirmesin....
Öndeki arkasından gelen yeni yetmenin korkusunu anlamaz gibi  görünse de, yıllar önce kendisinin aynı korkuyla nasıl arka sokaklardan eve geldiğini unutmamıştır... Karanlıkta belli belirsiz bir gülümseme ile  "sen küllahıma anlat küçük bey" deyip karanlığa doğru yürümeye devam ederdi...

14 Kasım 2018 Çarşamba

Kasım Güneşi

15 Kasım sabahının ilk güneşi bölümde mesul olarak görev yapan, yakında emekli olacak personelin (*) açık alnına vurup içeriye yansımıştı. Yanına gelen karşı tarafta oturan diğer memureye hararetle birşeyler anlatıyordu. Ön tarafında dökülen saçları nedeniyle  kafasını ileri geri salladıkça başına vuran parlak güneş bir an kayboluyor, kafasını öne indirince yine ışıltılar saçmaya başlıyordu. Sohbetin harareti devam ettikçe konunun gidişatına bağlı olarak bu gidip gelmeler bir süre devam etti. Sonra içeriye giren 4/c li hademenin bir sözüne gülerek başını geri çekti.  Odanın kendine ait köşesindeki loşluğun içinde çevresini kolaçan etmeye başladı. Odanın zamanla değişen havası, ya da gündemi ile konuşmaları konudan konuya akıp gitti.

Yüksek yetkili resmi müessesenin bu kritik önemdeki bölümünde öğle  istirahatına kadar sürecek, her gün benzerleri yaşanan  gidişattı.
Sonra dönen dünyanın güneşe pozisyonu değiştiği için güneş bir an kayboldu ve önce pencere kenarlarına ardından müessesenin dış duvarlarına doğru çoğaldı gölgeler. Odanın içini bir hoş loşluk işgal etmeye başladı. 
Ancak kendilerine göre çeşitli konular bulan iki bayan misafirin de dahil olduğu derin sohbet içinde havadaki, ışıktaki değişim  bu önemli müessesenin değerli çalışanlarınca farkedilemedi bile.
O ise kafasının içini nice  zamandır meşgul eden sıkıntısını önünde çalışmak için yerleştirilen cihazın ekranına yazdığı kelimelerle paylaşarak çözümler arıyordu. Önüne çıkan çözümlere cesaret edip girişemiyordu. Bu arada bulduğu çözümü başkaları da bulup kendi sıkıntılarını çözdüklerinde ise içini yine sıkıntı dolduruyordu.

(*) -Bölüm mesulü olan personelin hassas bir yapısı vardı. Titizdi ve mükemmeliyeti arayan bir kişiliği vardı. Uzun yıllar görev yaptığı kasabasının belediyesinin sıkıntıları ile saçını başını dağıtmıştı. O kadar ki belediyeye girmeden evvel samimi olduğu belediyede görevli bazı arkadaşları o belediyede görev yaptığı ve sorumlu müdür olduğu zamanlardan sonra kendisinden çekinir olmuşlardı. Hiçbir yanlışı affetmiyordu. Bu ceza vermek anlamında değil hatalarını söyleyerek kendilerine çeki düzen vermelerini istemesindendi. Kasabanın iyiliği için, iyi olduğu bazı dostlarıyla kötü olmuştu. Ve bir ara gösterdiği gençlik fotoğrafı ile şimdiki hali siması  arasında belirgin bir fark vardı.Tanımayan aynı kişi olduğuna inanmayabilirdi. Bu böyledir. Vatandaşın sevdiği kişiler onlardan bedel istemeyen hep yediren kendisine şirin gözükenlerdir. Vatandaş kendisine sorumluluğunu hatırlatanlardan, acı gerçekleri ifade edenlerden  hoşlanmazlar. Bir gün herşey berbat olduğunda ise sadece "ellerim kırılsaydı da" diye beddua edip, hayatlarına ( yani daha rezil olarak) daha alt seviyede devam ederler. Doğru söyleyen nerede olursa olsun fazla sevilmez. )

   

İzin

Pazartesi izin dönüşünün ilk günü idi. Yaklaşık iki haftalık izin sürecinin ardından göreve başladığı ilk gün değil ikinci hatta üçüncü günde dahi hala izin modunda olduğu dıştan gözlemleyen arkadaşlarınca farkedilip şakayla karışık ifade edilir olmuştu. Ama ne yapabilirdi ki içindeki devinimsizliği devinime çevirebilecek bir gücü kalmadıysa, oturup düşünmek ve çevreyi dinlemekten başka ne yapılabilirdi?  
Çalışma masasının önündeki dar koridorda olurlar, ifadeler, son gün, mahkeme, yazı gelmedi sözlerinin geçtiği telaşlı konuşmalar içinde odadan  odaya  koşuşturanların arasına günün belirli vakitlerinde elindeki çay tepsisiyle içeri giren -bezgin yüz ifadeli- 4/C sıfatlı tekel mağduru hademeler ise ortalığa biraz olsun sükunet serpiyorlardı. 
Çalıştığı yer şehrin en yetkili resmi müessesesi idi. Ve bu müessesede en alçak boylu olan, en çok telaş ve panik üreten (telaş makinası olan) bir şahıs ise çalıştığı birimin sorumlusu olarak görev yapmaktaydı. Onu gördükçe tersine kendisinin daha da sakinlediğini, sakinliğin ne güzel bir insani haslet olduğunun farkına varıyordu. 
Ve birim sorumlusu yetkilinin kendi şahsına yönelen övücü sitayişkar ifadelerin samimiyetine dair hiç kuşku duymadan hemen inanarak dakikalık  hatta saniyelik bir süre içinde o samimi havaya (!) dalması benimsemesi bir harikaydı. Daha da harika olanı ise, bir kaç dakika sonra odasına giren diğer bir misafir ile bir önceki hakkında eleştirilerini hiç sıkılmadan yine aynı içtenlikle yeni gelene ifade edebilmesiydi. Bu özellik o yüksek yetkili müessesede hiç kimsede bulunmadığı gibi, kendisi de belki bu özelliğinin bilincinde değildi. Bu onun içtengelen doğal karakteristik  bir hususiyetiydi.  
Ancak yine de hakkını yememek lazımdı. Kendi dünyası içinde şahsından bizzat yardım destek isteyenlere hiç bir gocunmaya girmeden pervasızca yardım etmeye çalıştığı da bir başka gerçekti. Sadece onun varlığı ve ehemmiyetini kabul ederek bilgi ve deneyimine güvendiğini uygun dille ifade edebilenlere  sınırsız destek vermesi onun çevresindekilerce tam anlaşılamayan bir başka özelliğiydi...
Anlaşılamıyordu, çünkü uzun yaşam süresi içinde biriktirdiği olumlu olumsuz nice hayat deneyiminin onu getirdiği mecra (aslında herkeste de böyledir.) herkesten farklı bir yer idi. Nasıl ki yüksek dağlardan akıp denizin kıyısında deltaya yayılan milli çamurlu toprak, geldiği dağların farklı yerlerine yağan yağmur ve sellerden ötürü farklı renk ve özellikte oluyorsa; İnsan da öyledir. 
O da Doğu Anadolunun yüksek zirvelerle karlı dağlarla çevrili yaylalarından kıvrıla kıvrıla akıp giden çaylar gibi aka aka kendini bu şehirde bulmuştu. tabii ki getirdiği miller kumlar ve çamurlar da diğerlerinden farklıydı. 
Bu nedenle -kimse kabul etmese de- kendince  haklıydı. Ve yine bu nedenle kim ne düşünürse düşünsün kendi dünyasında mutluydu.
Dedesinin yanında İşviçrenin Alp dağlarında yaşayan, etrafındaki her olayı olumlu yönden gören ve yoran iyi niyetli, yetim Polyannanın hikayesini  okumasa bile, çocukluğunun acıları içinde -Anadolunun doğusundaki karlı dağlarda- yüreğinde bir nevi kendi Polyannasını geliştirmişti. 

salça

"Herşeye karışma"  anlamında argoda bir terim vardır. "salça olma" nereden esinlenerek  uydurulduğu anlaşılamaz bir terim değildir. Yeri geldiğinde samimiyetin derecesine bağlı olarak kişiler arasında kullanılan arka sokakların diline dahil edilen bir ifadedir.
Derin dondurucular, buzdolapları çağı gelmeden çok önceki tarih çağlarında kurutma ve tuzlama bir saklama  yöntemi olarak kullanılırdı. Kurutma ve tuzlama çürümeyi önlerdi. Ancak yeni suni soğukluk çağı başlayalıberi şoklanmış taze meyva ve sebzeler zuhur etmeye başlasa da sofralarda. Bu çağın geçiş dönemini yaşayan kuşak hala hayatta olduğundan salça ve pestil, et ve kuyruk yağı kavurması  benzeri kişisel üretim mamullerinin bazıları  kullanılmaya devam edilmektedir. Fakat  çamaşır ipinde tuzlanmış kurban eti mandallandığını hiç bir zaman göremeyecekler ve neden böyle yapıldığını bilemeyeceklerdir.
Yeni nesil (g kuşağı), nasıl salça yapılacağını bilemeyeceğinden zaten kaybolup gidecek ve belki de yüzyıllar sonra gelecek şehirlerin arka sokaklarında yaşayan g kuşağı bitirimleri kendi aralarında "salça olma " dediklerinde/ ya da sosyal medya ile mesajlar alıp verdiklerinde-  mecazını bilseler bile, gerçekte salçanın ne menem bir şey olduğunu bilemeyeceklerdi.
Salça;  her an her yerde her evde bulunabilmesi, domates yokluğunda yerine ikame edilebilmesi,  bir çok  yemekte tad ve renk vermesi için kullanılan bir lezzet katkısı olması nedeniyle Türk mutfağının vazgeçilmezlerindendir.
İşte bu nedenledir ki argo  terminolojisinde her konuya karışan, müdahele eden şahısları durdurmak / susturmak / pasifize etmek için yerinde bir benzetmeyle  kullanılmaktadır. Bu mecaz ifadeyi ortaya çıkaran sivri akıllı her kim ise doğru bir tercih yapmıştır. 
 Yemek tarifelerinin hazırlık listeleri içinde bir yemek kaşık salça olarak girizgah bulan. Ardından  "tencerede yağda kavrulan soğanın için katarak karıştırınız" diye devam edegelen bu domates özütünün önemi/ehemmiyeti ise,  aç kaldığınızda ve evde yemek bulamadığınızda bir dilim ekmeğin üzerine sürerek ısırdığınızda - ağzınızın şapırtısıyla- daha iyi anlaşılır.

5 Ekim 2018 Cuma

Okçular Tepesindeki Nöbetçi

O tepeden her ne olursa olsun ayrılmamaları emredilmişti. Savaş hangi aşamaya gelirse gelsin Komutan'dan "tepeden inin!"  son emri gelinceye kadar  tepeyi bekleyeceklerdi. Bu nedenle gözleri önünde kıyasıya süren savaşı heyecanla seyrediyor, katılmak isteseler de verilen kesin emir gereği yerlerinden ayrılamıyor, arkadaşlarının canla başla mücadele ettikleri cenge  katılamıyorlardı.
Gün döndü. Vakit ilerledi, güneş  batıya, gölgeler doğuya doğru yavaş yavaş uzamaya başladı. Toz bulutu içinde kaybolan savaşçıların önündeki düşman bozguna uğradı.
Tepedekiler aşağıdaki arkadaşları coşkuyla düşmanı kovalarken seyretmekten bıkmışlardı. Bir fırsat  olsa ateşlenecek, kızgın çığlıklarıyla kendilerini aşağıya salıvereceklerdi. 
Sonunda huylanan bir atın hızla ileriye koşması bardağı taşıran son damla oldu. Bu ileri koşuş hamlesini görünce beklenen emrin geldiğini düşünerek  hepsi birden gayrı ihtiyari  aşağıya doğru bir akın içinde buldular kendilerini...
Ancak gerçek öyle değildi. Tepede, uç noktada dört bir yanı gözleyen komutanları öyle bir emir vermemişti. Gidenleri geri gelmeleri için çağırsa da sesini duyuramadı. Sesini duyan birkaç askerle kaldı tepenin üzerinde. Uzaklarda karşı tepelere çekilen düşman süvarilerinin komutanı  o tepenin boşaldığını görünce diğer tepelerin ardından görünmeden son hızla yaklaştı o tepeye ve tepeyi ele geçirdi. Kalan bir kaç askeri şehid ederek orduyu arkadan sarmaya başladı. Zafer kazanmakta olan ordu arkası sarılınca çembere alındığını geç de olsa farketti ve zayiatı fazla olan bir huruç hareketiyle çemberi yararak yeniden galibiyete doğru ilerlemeye başladı.

Kıssadan hisse çıkarmak gerekirse:
Hayatın neresinde olunursa olunsun  emanet edilen noktaları iyi korumalı ve düşmana teslim etmemelidir. Çünkü yeniden kurtarmanın her zaman daha maliyetli ve zayiatli bir acı sonucu olabilir. Hatta belki de geri dönülmez kayıplar oluşturabilir. 
Yani,
Son pişmanlık fayda vermez.

14 Eylül 2018 Cuma

Güz Ayları

"Güz ayları geldi dost dost bozuldu bağlar/hazan yeli değdi değdi dalıma benim" türküsünü Sabahat Akkiraz'dan dinlerken, ovada bağlarını bozan üzümlerini kurutan ve çuvallayıp tüccara teslim eden bağcılar geldi aklıma.       
Ağustos ayının onbeşinci gününden itibaren sıcak ve güneş bulunduğu tahttan yavaş yavaş inmeye başlar, Esen serin yellerin getirdiği hava değişimi, yanıp kavrulanları ferahlatır.      
Ve serinleyen hava ile birlikte gitgide kışa hazırlanmaya başlayan tabiat; önce sararıp dökülerek dağılıp ortaya saçılan  yapraklarla değiştiğini belli eder. Bu, çetin koşullara karşı ilk önlem olarak tabiatın fazlalıklarından kurtulmaya çalışmasıdır aslında..   
İlk anda oluşan serinleme genel olarak bedenlerimize yararlı olsa da, gözleyebildiğimiz doğada açık sarı ve parlak beyazın yerine yavaşça kahverengi ve sarının yerleşmesini önce gözler fark eder, ardından ruh dünyamızdaki değişimi de tetikler.   Melankoli, kendini hayatında yapıp yapamadıklarını, kazanıp kaybettiklerini düşünme ve murakabe başlar iç alemimizde...Sıcaktan ve hareketten bunalan dış dünyamıza sükunet hakim oldukça, ruh dünyamızda efkar,hüzün, melankoli, doygunluk, pişmanlık gibi hisler  gelişir. 
Acaba insan  bu ruh haliyle kendini kışa mı hazırlamaktadır.?.. 
Bilinmezlik içeren doğabilimcilerle ruhbilimcilerinin ortak çözeceği bir soru, bir muamma...
Gün erken kararır, insanlar akşam telaşına, koşuşturmaya daha erken başlarlar. Odun kömür istiflenir. Sobalar kurulur, kışlıklar çıkarılır. çatılar damlar aktarılır, sıvası dökülmüş duvarlar sıvanır.. Kırık camlar tamir edilir. Anneler anneanneler, komşu teyzeler, hanım ablalar kurutmak amacıyla pazardan kilo kilo biber patlıcan alıp kuruturlar. Tarhanalar yapılır. Salçalar hazırlanır... Kışlık  hırkalar örülmeye başlanır. dı. Şehirlerin bir bölümüne doğalgaz gelince, şehir sakinlerinin odun kömür telaşı, yerini "eyvah doğalgaz faturası bu yıl ne kadar gelecek" endişesine bırakır oldu.
İnsan denen canlının da -varlığını rahat sürdürebilmek için-kış mevsimine bir çok hazırlığı var imiş vesselam...

15 Ağustos 2018 Çarşamba

Sonbahar

Anne Babamın doğup büyüdüğü  yerler geldi aklıma.
1970 yılı öncesini tam hatırlayamasam da  köy 1970 depreminde yanıp yıkıldığı için devlet tarafından yeniden yapılmıştır. Bu nedenle yerleşim planlı nizamidir.
Yerleşim sınırındaki son noktaya kadar parke taşı döşeli sokaktan araziye çıkılınca toprak yoldan  yavaş yavaş tırmanmaya başlanır, araçların yürümesine uygun olmayan, sadece hayvanlar ve insanlar tarafında kullanılacak genişlikteki yolların arasından terleye terleye devam edilir ve tam nefesin biteceği bir noktaya gelinince çeşmenin şırıltısı duyulur. Çeşmeler, gölgeli geniş dinlenmeye nefeslenmeye uygun yerlerdedir. Ya da çeşme ilk yapıldığında etrafına dikilen kavaklar söğütler zamanla büyüyüp geliştikçe gölgeleri   serin bir alan oluşturmuş olabilir. Bunu ancak o süreci yakından gören ve yaşayan hayatta kalmış ihtiyarlar bilebilir.
   
Yaz güneşinden kavrulmuş sarı otların arasından yükselen azat-meşe -palamut  ağaçlarının yüksek dallarına asılı kalan kuş yuvalarına girip çıkan kuşların kanat pırpırları, arıların böceklerin vızıltıları  duyulur.  Eylül başından itibaren olgunlaşan meyvaların  sarktığı ağaçlara yaklaştıkça, esen yellere karışmış meyva kokuları gelir. Bir kısmı olgunlaşıp yere düşen yerde börtüye böceğe yem olan meyvalar, bir kısmı da dalında kurda kuşa yem olan çürüyen sarkan meyvalar. Kalanları gayretle ve emekle toplayan insanlar ,bu meyvaların uygun olanlarını (kışın hoşaf yapmak niyetiyle) doğrayıp kuruturlar. 

Bağlarda bostanlarda sararan yaprakların arasına sükunla birlikte hüzün de çöreklenir. Uzaktan duyulan bir anırma sesine dikkat kesilip kulak kabartınca, sürüklenen kuru dalların  hışırtısına karışan tıkırtılar ve hayvan sahibinin seslenmeleri duyulur.               
Özellikle güneş batıya doğru iyice yanaştığında, doğuya doğru gitgide uzayan gölgelerin yollara düşen siluetlerinin hareketlenmeye başladığı görülür.  Akşam olmadan köye ulaşma çabasıyla dar yollardan sıra sıra yürüyen insanlar,  arkalarında belli belirsiz hafif bir toz bulutu bırakarak ilerlerler. Çocuk sesleri anne seslenmeleri, hayvan tıkırları ve rüzgarın dallardaki hışırtısı birbirine karışır...
   
Gölgeler koyulaştıkça köye dönmekte geç kalanların hızı daha da artar. Geç kaldıkları için kızgın ya da telaşlı bir ruh haliyle, yolda karşılaşanlar sadece selam vererek devam ederler yollarına. Muhabbet, zamanın geniş olduğu, telaşsız başka bir güne, başka bir karşılaşmaya kalmıştır. Akşamın alacakaranlığı, şeytanın karı boşadığı zamanlardır. Tekin olmayan, loşluğun, boşluğun ve belirsizliğin pozisyon aldığı vakitlerdir.

19 Temmuz 2018 Perşembe

Kafası Karışık

-Günaydın Abi nasılsın?
-İyiyim, ya sen nasılsın? Biraz uykusuz kalmış gibisin ne oldu?
-Hiç sorma, geçen gece bir rüya gördüm etkilendim. Geceleri o rüyayı düşünmekten uykum kaçıyor.    Abi anlatayım mı? 
"Anlat" dedi Abisi.
-15-16  Temmuz gecesiydi. Bir kızla kaçıyorum. Sevinçliyim heyecanlıyım. Arkamdan kovalayanlar var, ama içimde yakalanma korkusu yok. Bir ara elinde silahı ile kızın babası ile karşılaşıyorum. Silah bana doğrultulmuş. Fakat bir nebze olsun korku, ölüm korkusu  yok. Bir sevinç bir coşku bir mutluluk. İlginç olan yanımda bulunan kız kim siması nedir, nasıldır hiç bilmiyorum, ilgilenmiyorum. Nasıl bir olay bu çözemedim. Birkaç günden beri  düşünüyorum. Boş verip geçeyim mi?
-Bence her rüyanın bir arka planı vardır kardeşim.
- Nasıl yani?
- Önceki zamanlarda başından geçen veya çok düşündüğün, zihnini meşgul eden olaylardan etkilenerek insan ruhu uykunun derinliklerinde çözmeye çalışır sorunlarını. Bu çözüm bazen bir teselli olur umut verir insana, bazen de içinden çıkılmaz kaoslara sürükler karamsarlığa yanaştırır. Ama sonuçta rüyadır.  İşte bu rüyaları birilerine anlattığında insan, anlattığı kişi genellikle hayra yorar. Ki, gönlünde yanan umut ışığı sönmesin, umudu tükenmesin diye. Çünkü insanın kendi düşüncesini bilinçaltının etkisiyle gerçekleştirme ihtimali vardır. (kendini gerçekleştirme) Bu nedenle kötü gerçekleştirmeler oluşmasın diye, hep hayra yorulur ve umut verir rüya yorumcuları. İyi ki de öyle yaparlar.
-Benim rüyamı nasıl yorumlayabiliriz,tabir edebiliriz?
-Elinde tuttuğu uzanmış meşalesiyle hürriyet'in ve elinde tuttuğu  terazi ile  adaletin  sembolü olarak kadın heykellerini hatırlatmak isterim sana. Erkek daha sert ve acımasız  görünür, kadın ise anadır, daha merhametlidir, paylaşımcıdır. Bu nedenle ulvi duyguları anlatmak isteyen sanatçılar genellikle kadın figürünü kullanırlar. tabi tersi de var. Kadının teninin sergileyerek, ifade etmek istediklerini eserlerinde anlatmaya çalışan sanatçılar da vardır. Kadın figürü biçiminde o heykellerde sembolize edilenler için, tüm dünyada nice insan nice çileler, mücadeleler vermiştir. Özgürlüğün ve adaletin dünyada hakim olması için dünyanın tüm yörelerinde insanlar ellerindeki imkanlar dahilinde bazen aktif bazen pasif olsa da uğraşmışlardır. Ve engel olmak isteyen kuvvet sahipleri ile egemenlerle savaşılmıştır.  Bu uğurda şu an  mücadele edenlerin yarının baskıcıları olabilme ihtimaline karşı da sürekli  teyakkuz halinde olmalı ve beklenene, ideal olana ulaşılsa bile çürümeye karşı tedbirli ve uyanık olmaya devam etmelidir .(Bkz. Hayvan Çiftliği George Orwell)
 -Bu insanları, nice zamandır süregiden çıkarlarını kaybedeceğini anlayan birileri silahlarıyla ve kuvvetleriyle takip edip ele geçirmek ve hedeflerinden vazgeçirmek ister.
-Yanında yüzünü bilmediğin, bir mutlu diyara ulaşmak için umutla birlikte kaçtığın kadın, işte o kadındır. Rüyanda silahıyla takip eden babası  olarak görülen şahıs, o çıkar sahiplerini sembolize eder.  Kadın seninle beraber istekle koşuyor. Onu her hangi bir şekilde maddi bağlarla bağlamıyorsun. Ortak idealler için birlikte kaçıyorsunuz. Baskıdan, zulümden ... Süreci meşakkatli olsa da sonucu güzel olacak bir rüya. İnşallah özgür ve adil bir dünyada elele olacaksınız. (Bkz.Cengiz Aytmatov, Cengiz Hana Küsen Bulut)
-Bu rüya yorumu yeterli oldu mu?
-Abi senden önce  komşu teyzeye de sormuşum. O ise uzun uzun nasıl bir boyu boyuna  huyu huyuna bir endamlı kızın beni beklediğini ama babasının biraz bu işe ters baktığını anlattı. İkna için biraz uğraşacağımı, ter dökeceğimi ancak sonunda muradıma ereceğimi anlattı.Ve ben de eh yakında nasibimiz çıkacak evleneceğim diyerek sevinip heyecanlanmış idim. Tüh.!
-O zaman bana neye tekrar sordun ?
-Keşke sormasaydım Abi. Kahvede oturup çay içerken, zaman geçsin, muhabbet olsun diyerek  Abimin fikrini de alayım demiştim.
 -Ama kafamı karıştırdın be Abi! diyerek  kızgın ve gergin bir halde, ne yapacağını bilemeyenlere has karmakarışık bir surat ile kahveden hızla ayrıldı.








  

18 Haziran 2018 Pazartesi

Seçim

Yaklaşık bir haftadan bu yana şehrin havası değişmese de gürültüsü değişmeye başladı. Sekiz havuzunun yakınındaki yollardan karşıya geçmeye çalışırken, araçların ve araç kornalarının sesi son günlerde duyulmuyor artık. Çünkü seçim çadırlarının -mı desek çardaklarının mı desek- önündeki hoparlörler bir yandan, yolda hareket halinde olan seçim propaganda araçlarının şarkılı türkülü yayınları öte yandan, ortalığı tam bir keşmekeşe çeviriyor. Allah o bölgede oturan yaşlı, hasta ve küçük çocuklular ile gece vardiyasında çalışan ve gündüz uyumak zorunda olanlara kolaylık ve sabır versin.
Ancak şu gerçeği de kabul etmek gerek; Çünkü seçim müzikleri yalnız, sessiz bir ortamda dinlendiğinde dinleyicinin hislerinde  bir farklılık oluşturuyor. Hislerine göre seçim yapacak olanlar seçsinler artık. hangi müzik güzel çalıyorsa o partiyi.
Ama başlarına başkan, meclise vekil seçmek isteyenlerin durumu daha karmaşık, daha zor. Çünkü onlar, kulaklarına gelen hoş tınıların coşkusuyla değil mantıklarıyla sonuca ulaşmak istiyorlar. Ki memlekette en zor iş mantık kullanmak olduğundan düşünceli düşünceli -Nasrettin Hocanın pazara çıkardığı düşünceli hindiler gibi- başları önlerinde şehrin sokaklarını arşınlıyorlar.
Seçim mi, geçim mi ?
...
Ve sonra beklenen gün geldi çattı. Şehir sakinleri sabahın şafağında terli yastıklarında derin uykularında iken,  uyuyanlarca hissedilmeyen bir devinim başlamıştı. Sandık görevlileri zamana karşı bir yarış içinde seçim bölgelerine yetişme telaşındaydı.
Sandık düzenleme faaliyetleri biter bitmez yavaş yavaş seçmenler sandıklara gelmeye başladılar. Görevliler  hata yapmamak için pür dikkatle işlerini yapar, seçmeni gözetirken saat 17.00 yi buldu. Prosedürleri uygulaya uygulaya en son tutanağı da imzaladıktan sonra sandık heyeti vedalaştı. Başkan  çuval elinde merkeze gitmek üzere bir polis gözetiminde binadan ayrıldı.
Teslim merkezine indiğinde diğerleri gibi sandığından bir üye ile teslimi beklerken yanında  üç dört genç peydah oldu. Gençler elleri önlerinde sessizce biraz uzağında bekliyorlardı ve kendisiyle değil yanındaki sandık üyesi ile  konuşuyorlardı. Öfkelendi, gençleri rencide etmemek için üyeye yavaşca seslendi. "Bunlara söyle beklemesinler." Sandık üyesi onları "siz gidebilirsiniz ben buradayım " diyerek gönderdi.  Ardından üye de gittti.
Teslim merkezi  çeşitli engellerle donatılan bir askeri eğitim alanındaki gibi sandık başkanlarının ellerinde bulunan çuvalları almamak için elinden gelen gayreti gösteriyordu.( Her seçimde olduğu gibi)
Saat 20.30 dan 23.00 e kadar süren ayaktaki uzun bekleyişten sonra kendisine de sıra geldi. Tek tek çuvaldakileri teslim ederek  biraz öfkeli ama çok yorgun- bitkin bir halde merkezden ayrıldı.

Eve geldiğinde saat 12.00 yi bulmuştu. Televizyonu seyreden çocuklarının heyecansız halinden her şeyin bir önceki gün gibi -normal- olduğunu -istikrarın sürdüğünü anladı. Kendisi de biraz baktı, her hangi bir anormallik yoktu. "Asayiş berkemal"di. Hatta bazı haber kanalları seçim programlarını erken kapatmıştı." Eh"dedi." Vakit geldi artık daha da fazla dayanamam" deyip kendini yatağın yumuşak zeminine teslim etti...

Ancak bir gün sonra işyerine geldiğinde anladı ki, seçime katılan tüm liderler sonuçları sükunetle karşılamış ve  memleketin dahilinde -bilmediği ama varlığını hissettiği birileri tarafından- asayişin berkemal hale getirildiğini farketmişti!

"Önce vatan sağolsun gerisi zamanla yoluna girer" diye düşünerek bu sayfayı kapattı.

Hayırlısı olsun.

Ramazan Sonrası

Nihayet Ramazan ayı da bitti. Üç gün üç gece süren kutlamalar yaparak, bayram yaparak  uğurladık gelecek seneye kadar. Ama Ramazan'ın o sükuneti hala bünyemizi etkilemeye devam ediyor. Bedenimizin, özellikle midemizin terbiyeli terbiyeli yerinde durması, kazınmaması, yiyecek diye azıtmaması ne hoş. Bu rahatlık ister istemez ruhumuzu da olumlu yönde etkiliyor. Gıda ürünlerine, yiyeceklere, dünyanın ahvaline karşı bu kayıtsızlık -ne zamana kadar süreceğini bilemesek de- bu sükunet gerçekten hoşnutluk veriyor. 
Eğer bu durumu uzun süre devam ettirebilse insan, bir dervişin dünyaya bakışını, bir hint fakirinin umursamazlığını, bir fransisken papazının vurdumduymazlığını yakalayabilir. Dağ başlarında yaşayan hayatı idame derdindekiler gibi, bir lokma bir hırka, sadece hayatı sürdürebilecek yeterlilikteki ihtiyaçlarının karşılanmasıyla mutluluğunu çoğaltabilir.  
Kendine yetebilmek, hırslarını yenerek fazlalıklardan vazgeçmek, her ne kadar üretim ve tüketim ekonomisinin çarklarının dönmesini olumsuz yönde etkilese de dünyadaki kaynakların daha uzun süre yetmesine ve bozulmamasına yol açacaktır. 
Ne ozon tabakasının delinmesi, ne küresel ısınma, ne buzulların erimesi, ne de kuraklığın ekvator çizgisinden aşama aşama kuzey yarım küreye doğru etki alanını genişletmesi olacaktır. Her şey aslına doğru rücu edecektir.
(1985 li yıllarda Çernobil Nükleer Santralinin patlamasıyla beraber çevresindeki büyük bir alan insanlar radyasyondan etkilenmesin diye çok hızlı boşaltılmış, insansız alan  haline getirilmişti. Geçen günlerde bir televizyon ekibi gerekli tedbirleri alarak o bölgeyi gezmiş. Kütüphanelerde kitaplar dağılmış ve yıpranmış, binalar yıkılmış, demir eşyalar çürümüş, o bölgenin ana  yeşillik örtüsü yavaş yavaş ortaya çıkmış ve kurtlar çoğalmış. Kurt, yaban hayatının temel canlılarındandır. Özetle, insanlığın içinde kendi nesline bile zararı olan bir kısım adem oğlu, kirli ellerini geri çekince doğa aslına dönmeye başlıyor...)
Bu konuda;1995 yılında Yellowstone Milli Parkına salınan 14 kurdun yarattığı değişimler doğanın muhteşem yapısına örnek olacak cinsten kurtların milli parka bırakılmasının ardından parkın ekosisteminde hayret edilecek cinsten değişimler gerçekleşiyor. 
(https://odatv.com/14-kurt-neyi-degistirir-demeyin-2805171200.html)
Türkiye de de böyle bir girişim için 5 kurt doğaya bırakılıyor. Bir yıl sonra 3 ü ölüyor.
Yani geri çekildiğinde arsız insanlık doğa kendini tamire yeniden başlıyor.
Savaşlar, paylaşım savaşları da olmayacaktır. Büyük sermaye sahiplerinin dünyayı çıkarları için kullanması, manupule etmesi de olmayacaktır. 

Elindeki ile yetinmek, elindeki ile yaşamı sürdürmeye çalışmak...
Yunus Emre;
Mal da yalan mülk te yalan. 
Var biraz da sen oyalan. 
Mal sahibi mülk sahibi. 
Hani bunun ilk sahibi" diye ne güzel söyleyivermiş.

Sadece kanaat... "kanaat tükenmez hazinedir" deyimi de bu  anlatılanları özetleyen bir ifadedir. 

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Fırsat

Ramazan ilk haftasına doldurdu. Bu süre içinde oruçlarını aksatmadan  tutmaya çalıştı. Tuttu demek için hesap gününü mizanı beklemek gerek. Bahşedilen hayatın sınırları içinde, tüm eylemlerinin sonucunu niyetinin temizliği katsayısına bağlı olarak, hesap günü bilecek. O ana kadar sabırla ve ümitle hep iyinin, doğrunun, güzelin, faydalının, hayrın ve hakkın peşinde olunacak. 
Ramazan zihinlerin ve bedenlerin  restorasyonu için de yeni fırsatlar getiriyor.
İstekleri ve ıstırapları var. Istıraplarının karmaşası içinde uykuya dalmak isterken, aklından geçen nice çözümler sabah olduğunda -aklına gelen ve geçen hayaller- hanesine yazılmaktan başka bir işe yaramıyor. Ama o hayaller, ıstıraplarının gerginliğini yok ettiğinden ya da hafiflettiğinden olsa gerek gecenin bir vaktinde- çok şükür- uykulara dalabiliyor. Mayıs ayının on yedinci gününden bu yana geçen zaman içinde unutma denilen nimetin verdiği sukunetle gitgide hafiflediğini hissediyor. Bunu Ziya Paşa "hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür" diye açıklamış.( İnsan hafızası unutur)
Süregiden hayatın keşmekeşi içinde yetmeyenler, az gelenler, sınırlar, yokluklar arasında ilerleyip duruyordu. Kendisi için bir şeylerin olup olmaması o kadar önemli değildi belki ama, evlatlarının isteklerinin geçinme sınırlarını aştığı zamanlarda geriliyordu. Düşüncelere dalıyordu. Efkarlanıyordu. Daha sonra da sabır zamanla toparlanır, denge yeniden kurulur diyerek kendi kendini teselli ediyordu...

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Heyecan

Öğlenin sıcağında  güneşin tepesinden aşağıya bıraktığı ışın hüzmesi altında sağa sola dolaşırken terledi. İşyerine girdi, klima açılmıştı. Birkaç saat daha geçti.Vakit ikindiye yaklaşırken hava yavaş yavaş gölgelenmeye başladı: Bulutlar toplanıyordu. Hava serinliyordu ve ardından gökgürültüsüyle beraber ani bir yağmur bekleniyordu. 
Üzerinde ilk ramazan gününün, ilk orucun halsizliği vardı. Yerinden kalkmak, birşeyler yapmak içinden gelmiyordu. Düşünmek istediği bazı konularda zihninin kapasitesinin  sonuca erişmekte zorlandığını hissediyordu.  
En iyisi her şeyi otomatiğe bağlamak  araması gerekenleri, yapılması lazım olanları yaparak akşama, top sesine, iftara ulaşmak amaç olmalı diye düşündü. Yani hayatı idame,  hayatı rolantiye almak ilk günü aşabilmenin basit formülü... Belki de hayatı böyle basit yaşamaya çalışmak, sade bir yaşam döngüsü içinde olmak ardından huzuru da getirecektir kimbilir!
Aklına ilk gece dün akşam gittiği teravih namazı geldi. Ne cemaatte, ne müezzinde, ne de kendinde eski ramazan gecelerinin o mutlu heyecanlı halini bulamadı. Herkes kendi halinde birşeylerle meşgul. Ramazan toplum olarak hep birlikte  yaşandığında güzel. Yalnız başına, kendi kendine tadı olmuyor diye düşündü. Namazdan evvel vaizin hamaset dolu 15 Temmuz ve Afrin söylemleri içini bir hoş etti. Camiden çıksa çevresi ne diyecekti. Sustu bekledi.Namazdan sonra etrafa baktı baktı ve ... Herşeyin tadını gitgide  kaybediyorum... diyerek eve doğru adımlamaya başladı.

10 Mayıs 2018 Perşembe

Prag, ne kadar ırag

Nice zamandır yurtdışına çıkma hayali ve ızdırabı içinde olan büyük oğlum sonunda kararını verdi. Prag.
"Baba Prag'a gideceğim."
 Nereden çıktı bu Prag demeye kalmadan , "Anıl Abimin yanına gideceğim" dedi.
Ne diyebilirdim.
Niyetini ve karar verdiği bir konuda olumsuz yorumların ve yanıtların onu  agresif ve depresif hale sokma ihtimali olduğunu  bildiğimden kararına sessizce boyun eğdim. Ama mali durumumun yarım yüzyılı aşmış yüz hatlarıma yansıyan bilançosu iyi şeyler ifade etmediğinden olacak, yüzüme endişeli bir bakış attı."istersen vazgeçebilirim" dedi.
Nasıl isteyebilirdim.
Yirmi küsur yıllık ömrü hayatının son beş yılını işgal etmiş bulunan hayallerine nasıl ket vurabilirdim.  Koşullar olumsuz görünse de "...elimden gelen tüm gücümle kararını destekleyeceğim" dedim. ( Şartların günden güne hayatımıza getirdiği imkansızlıklar dahilinde biraz kerhen verilen bir destek olsa da) Sevindi.
Bir kaç hafta hummalı bir hazırlık (tasarruf) dönemi içine girdi. Günlerini, doların iniş çıkışını, euronun hareketlerini stres içinde takip ederek, biriktirebildiği birkaç yüz liranın kuruş kuruş çetelesini tutarak geçirdi. Sosyal hareketleri azaldı, yerinde duramayan mobil oğlan, kayboldu.  Evden çıkmamaya başladı. Neden çıkmıyorsun sorusunu, çıkınca çok harcama oluyor diye cevapladı. Muhasebe uzmanı oldu sanki. Keşke benim hesapları da böyle denetleyebilse de maaşa bağlı harcamalarımızı bütçe dengesi içinde tutturabilsek. İnsallah o da olacak, inanıyorum. Biraz sabır, biraz zaman (belki de çözüme yönelik kurtarıcı eylemler) çözecek problemlerimizi diye umutlanıyorum. Prag gezisi ufkunu  açacaktır ve  düşüncelerini ve eylemlerini daha istikrarlı, gerçekçi hale getirecektir diye düşünüyorum,
Mali olarak tek kaynağa bağlı olduğundan, alternatif kaynaklar geliştiremediğinden, sıkıntılı bir sürecin ardından, biriktirebildiği, sponsorlardan yüzünü ekşiterek toparlayabildiği kadarıyla, bu sabah helalleşerek, önce İstanbul, ardından Prag olmak üzere saat 07.15 den itibaren seyahat planını uygulamaya  başladı.
Hayırlısı olsun. 
Fakat planın uygulanmasına saatler kala yani dün gece, yani geriye sayım başladığında, heyecan ve endişe içindeydi. Öfke üzeri gerginlik, elinin ayağının önceki zamanlara nazaran daha çok telaşlanması...
-Olur böyle şeyler benim de üç saatlik memleket yoluna (Gediz'e) çıkmadan önceki bir çok gecelerde endişe içinde, öfkeli ve uykusuz saatler geçirdiğim olmuştur dedim. Normal bu, belirsizlik, bilinmezlik insanı endişeye ve huzursuzluğu sevk eder. Ancak yola revan olunca yavaş yavaş hepsi kaybolur gider diye düşüncemi açıkladım.
Anlattım dinledi, anlattı dinledim.
Sohbet uzadıkça yavaş yavaş sakinleştiğini farkettim ve iyi geceler dileyerek -kaçak inşa edilen şahsına özel malikanesinden alt kata hizmetlilere ayrılan bölüme inmek üzere yanından ayrıldım.

Şimdi yollarda ...

7 Mayıs 2018 Pazartesi

Kahvenin Tadı

Hava sıkıntılı biz de sıkıntılıyız. Dünyanın sıkıntılı havası iç dünyamızı da sıkıntılara duçar ediyor.
Gerçekten hava o canlı mavisini yitirmiş.
Güneşini kaybetmiş akşam ışıklarının, bulutların altından yansıyan  gölgesi tavanı yeni boyanmış odaya vurduğunda tavan rengi beyazdan  açık kurşuniye nasıl dönüşüyorsa, gökyüzü de bir süredir o renkte hareketsiz ve durgun. İş yerinin kuzey penceresinden bakıldığında koca meydanın üstünde  bir uçtan bir uca donatılmış bayrakların esintiyle dalgalanışı ve çam dallarının kımıldanışı göze  çarpıyor.
Ama yağmur öncesi bir sükunet olduğu hissediliyor. "Hava yağacak galiba" dedi hayatı ovalarda geçmiş bir genç arkadaş. O demişse doğrudur diyerek sözü  bitirdik.
...
Bu arada büro kapısı gıcırtıyla açıldı. İçeriye, sipariş edilen üç fincanı yerleştirdiği kahve tepsisiyle odacı bayan girdi. fincanda hala dumanı tüttüğünden cezveden yeni döküldüğünü belli eden ,  etrafa hoş kokular dağıtan ve içince gırtlakta buruk, kekremsi bir tad bırakan  kahveler geldi önümüze.
Yavaşça yudumlayarak içtik. Bitirince, -dibinde telvesi, tam da kahve falcılarının aradığı karmaşıklıkta bir kaosla bezenmiş- fincanı masanın yan tarafına bıraktık. Ancak boğazımızda ve dahi gırtlağımızda o enfes  tad, burnumuzda o hoş koku bekleyip duruyor. Ne zamana kadar bekler bilinmez. Yeni bir konu, yeni bir meşgale çıkıp da unutuncaya kadar azalarımızda, dilimizde, burnumuzda, gırtlağımızda o tadı hissedip duracağız.
Kahve; ne şerbet gibi tatlı, ne de limonata ve boza gibi ekşi tatlı karışımı bir içecek değil. Kanaatimce kökeninde acılık var .
Nereden alışkanlık edinildiği üzerine bir fikir yürütmek istenirse; 
Acaba, Yemen ellerinde kalan yiğitlerimizin, atalarımızın ebelerimizin genç yaşında Yemen ellerine gönderdikleri ve haber alamadıkları eşlerinin yavuklularının acılarını içselleştirmek için mi? O acılarla empati kurabilmek için mi ? Boğazımızda o acı ile, gözümüzde yaşlar, gırtlağımızda acı kahve tadı ile karışık yutkunmalar  oluşurken, bir hüzünlü yemen türküsü mırıldanabilmek için mi? Bu alışkanlığı geliştirdi atalarımız ? Bilinmez.

Yalnız dünyanın bir çok yerinde -sebebini bilmeden de olsa- nice insan bu kahveyi keyifle höpürdetiyor.

4 Mayıs 2018 Cuma

Fırtına

Yeni bir fırtına, suni bir fırtına. 
Cihazların rüzgar direncini ölçmek, direnci en aza indirebilmek amacıyla inşa edilen rüzgar tünelleri vardır.
Bu tünellerde cihazlar denenir. Çıkan sonuçlara göre cihazlara daha uygun biçimler verilir.  Teknik olarak bu şekilde tanımlanır.
Mecazi olarak değerlendirildiğinde, birilerinin hayatını daha emniyetli, çıkarlarını daha rahat sürdürebilmesi için  ekonomik ve sosyal olaylarla donatılmış, özellikle suni estirilen rüzgarların ortasında savrulur o tünelde bulunanlar.
Eğer sağlam temellere dayanarak herkesin içine girebildiği ve mutlu olduğu, korunabileceğine inandığı sağlam bir sosyal ve ekonomik yapı inşa edilmişse mesele yok. Ne gerçek, ne de suni rüzgarlar etkiler. 
Eğer çıkarlarına uymayan bir yöne gidiyorsa genel durum, kamuoyu araştırma kuruluşlarının muktedirlere sunduğu raporlara göre karar verir muktedirler. Muktedir deyince sadece hakimiyeti elinde tutanlar anlamında değil dünya çapında paranın ve tekniğin gücünü elinde bulunduran egemenleri de bu tanım içine dahil etmek gereklidir.
Sebebi sıradan vatandaşlarca anlaşılamayan, bilinemeyen gerekçelerle, ( zaten yüzeysel gerekçeler gerçek sebepleri saklayacak bahanelerdir.) muktedirlerce   vantilatörlerin düğmesine aniden basılır ve tünelde sert bir rüzgar oluşturulur. Esintiyle aniden savrulup gider istenmeyenler / tutunamayanlar / tutunacak dalı kalmayanlar ne olduğunu dahi anlayamadan.
Ancak bu işlemi başlatanlar -kendilerini sağlam dayanaklarla donattıkları için- sert esen suni fırtınadan etkilenmezler. Aksine, uçuşan ve savrulanların durumundan kendilerine yararlar sağlayabilirler. 
(Fazla umut olmasa da) Ama yaklaşık 15 yıldan bu yana , çarpıla çarpıla darbe içinde kalan bedenlerinin harabiyetine rağmen,  savrula savrula deneyim kazanan -zavallı savruklar- belki de bu son rüzgarda el ele tutuşarak savrulmayı önleyebilecekler. Hani uçaktan paraşütle hep birlikte atlayarak el ele tutuşan paraşütçüler gibi. 
Umulur ki, önceki zamanlardaki gibi  -dağıtılacak rüşvetlerle, cazip çıkarlarla aldatılarak-  birbirlerine kenetlenen eller açılmaz ve adalet, hürriyet, eşitlik hedefine varıncaya kadar, son ana kadar birlik beraberlik gelişerek genişleyerek sürer gider.

Çünkü her girişin bir çıkışı, her başlangıcın bir nihayeti vardır.

19 Nisan 2018 Perşembe

Nadir bir Arkadaş

İki gün önce ortaokul arkadaşı Muhlis telefonla aradı."Nadir rahmetli olmuş, cenazesi Perşembe günü kalkacak ama hangi cami belli değil" diyerek telefonu kapattı.
Nadir, çocukluk arkadaşı ilkokul yıllarında fazla diyalogları olmasa da ortaokulda o almanca kendisi de fransızca yabancı dil seçilince aynı sınıfta buluştular. O günden sonra evleninceye kadar  diyalogları devam etti. O milletin mücadelesinden bahsetti. Nadir de kırmadı dinledi. Nadir bahsetti o dinledi. Böyle böyle nice bir zaman akıp gitti hayatlarının içinden. Evlilik sonrası, hayatın biraz daha derinine daldıklarından kendilerine ayırdıkları özel zamanlar sınırlandığından olsa gerek diyalogları çok azaldı.
Çarşamba akşamı cenazenin İvazpaşa camisinden öğle namazından  sonra  kalkacağı bildirildi. Ortaokul arkadaşlarından telefonunda kayıtlı olan birkaçına haber verdi. Karaköyde nalburiye dükkanı çalıştıran Necdet'e de haber verdi. Buluştular. İvaz Paşaya gidince kimsenin olmadığı caminin boş olduğunu gördüler. Muhlisi arayınca Karaköy camisi olduğunu öğrenerek o camiye yöneldiler. Caminin avlusunda Nadirin ablası, eşi ve Van Ercişte sınıf öğretmeni olan kızıyla  görüşerek taziyesini iletti. Uzun zamandır görmediği için simalarını unutmuştu. Kendini tanıtınca kızı gülümseyerek "babam sizden bahsederdi" dedi. Ablası, "Onu hep sen yolcu ederdin Ankara'ya Bolu'ya deyip eski anıları hatırlattı. Ne yazık ki Nadir'in meçhule giden gemisinin kalkacağı  son seferinde de musalla taşından yolcu edenlerin arasındayız. diye düşündü hüzünle.
Bu arada ezan okununca abdest alıp namaza girdi.Namaz çıkışınca cenaze namazı için saf tutup  eda ettikten sonra, kalabalık birkaç gün önce blog sayfasına yazdığı yazıyı hatırlattı Ona;
"Bir Cuma namazı sonrasında, Yunan işgalinde yanıp harap olduğundan, kıbleye paralel uzunlamasına yeniden inşa edilmiş kiremit çatılı caminin kapısındaki merdivenleri inip bahçesinden çıkışa doğru yürürken, dış kapının sağında gördü onu.
Sonraki Cuma yine aynı yerdeydi, bir sonraki Cuma çıkışında da  yeri değişmemişti.
Elinde tuttuğu dergiyi herkes görsün diye iyice yukarıya kaldırırken, düğmeleri açık  haki renkli parkası sağa sola savruluyordu.
Caminin bitişiğinde bulunan Kur'an kursundaki küçük talebeler, birbiriyle yarışırcasına cemaatin arasından hızla geçerek kursa giriyorlardı. Namazdan  çıkan cemaatte kalabalık yüzünden kapıya doğru   yavaş yavaş yürürken,  gür sesli bu civanmert gencin yanından geçmek zorundaydı."
diye bahsettiği o mekanda ve zemindeydi işte yine.

Şair Cahit Sıtkı'nın "bir namazlık saltanatın olacak o musalla taşında" sözleriyle ifade ettiği gibi Nadir, o sıkışan kalabalık arasından, o dar kapıdan elden ele gçerek cenaze aracına konuldu.
Mezara birlikte gitmek için sözleştiği Necdetle buluştu. Araca binecekken Ekrem "benim arabayla gidelim" deyince üçü birlikte Ekremin aracıyla gittiler mezarlığa.  iki cenaze yan yana defnedildiğinden kalabalık ve kaos hakim. Biraz sonra ortalık yavaş yavaş duruldu. 
Cenaze, dini kaidelerine uyarak sükunetle yerleştirildi. Hoca her iki rahmetlinin dualarını birlikte yaptı. İyi oldu.
Bu arada ortaokul yıllarında Nadirin ve kendisinin Türkçe edebiyat hocası olan Talat hocanın oğlunu gördü. Hocayı sordu. Ona bizim cenazemiz de hocamın talebesi deyince bir telaş hocanın oğlu babasının yanına götürdü. Hoca sordu hangi okul Cumhuriyet 1976 lı yıllar, ve "Çatallı köy" deyince her ikisi de hoca da oğlu da hatırlayıp gülümsediler. Oğlu nerden biliyordu? Demek ki piyeslere katılmıştı, ya da babası anlatmıştı, ya da o günlerde evde bir telaş bir heyecan vardı...Yıllar sonra hocasının elini öperek helallik istedi. Hocasının eşiyle tanıştı. Hacıhalillerden, Necip, Kahraman dayılardan bahsetti, kısaca ayaküstü... Hocasının oğlu üşenmeden "lütfen eşinin yanına götürün de başsağlığı dileyeyim"  deyince götürüverdi Nadir'in eşinin ve kızının yanına. Onlar ölümün şaşkınlığı içinde bir hal içindeydiler.
Bir yandan acı, bir yandan acının içinde, anıların buruk sevinci, içiçe...hayat böyle bir şey demek ki....

Böylece yaşadığı 55 yılın içinde gördüklerine bir yenisini daha eklemiş oldu...
...
Uzun zamandan beri konuşamadığı arkadaşına iç sesiyle seslendi; 

-(Allah Rahmet Eylesin Nadir. Biz Seni hep iyi bildik.)
Zaten hayal meyal hatırladığım, arasıra gelip giden sessizce gülümseyen Baki Abin, Annen, ve yine sessiz sakin baban Mehmet Amca... Kapıları ve pencerelerinde bir damla boya ve vernik bulunmayan tertemiz evinizin iki basamaklı, çift kanatlıkgiriş kapısının yanında içeri girip seni beklerken -ayakkabıları çıkarmadan- hemen oturuverdiğimiz sokağa bakan pencerenin altındaki kanepe... Annenin de orada otururken camdan sokağı seyredişinin hafızamızdaki siluetleri... Arka odanızın penceresinden görülen arka bahçenin karşısındaki eski eviniz...Ben gelince ablanın ve annenin seni çabucak hazırlamak için gösterdikleri telaş...
Evinizde öylece bırakılıvermiş izlenimi vardı. Baki'den sonra öylece dokunulmadan bırakılan yarım kalmış işler, öteberi... 
Beklenen, sessizce beklenen, sanki annen ve baban 1979'dan sonra onun yanına gitmeyi sabırla beklediler,hiçbirşeyin üzerinde fazla durmadan beklediler gibi geliyor...Ve sen de gittin sonunda... 

Sıra hangimizde? Yanına hangimiz gelecek ?...(19.04.2018-17.36)


















6 Nisan 2018 Cuma

Düşün ve çöz.

Düşünmek.
İnsanoğlunun insan olduğunun en önemli göstergesi düşünmesidir. Düşünmek ve düşündüğünü icra etmek vasfı, insanı diğer mahluklardan ayırır.
Yaşadıklarından ibret çıkarması ve ders aldıklarıyla yaşantısını yeniden organize edebilmesi, durum ve şartlara göre kendini yeni ortamlara adapte edebilmesi de aklını kullanabilmesi becerisi ile alakalıdır.
Problemi farketmek, problemin nedenlerini düşünmek, çare olarak bulduğu çözümü gerçekleştirebilmek amacıyla  harekete geçmek ve problemi aşma becerisi. Aşama aşama insanların toplum halinde daha konforlu, daha gelişmiş olarak hayatlarını sürdürebilmelerinin yolunu açmıştır. 
Bulunduğu yer ve zamanın daha ilerisindeki imkanlara kavuşabilmek gayesiyle hep arayış içindedir. Arar yapar geliştirir. Önceki yaptığını daha kullanılabilir hale getirir. En temel ihtiyaçları olan yeme, örtünme  ve barınma  gereksinimleri temelinde çevresini kendi bakış açısına göre iyileştirir.
Bu iyileştirme çevresel faktörlerin etkisiyle muhitten muhite farklılık arzedebilir. Bu da ardından öbekleşmeyi, kavimleşmeyi daha ileride kendi çevre ve inanç yapısına göre medenileşmeyi getirir.
O nedenle kıtalararası mesafelerle karşılaştırıldığında  aynı konuda genellikle farklı yöntemler kullanılarak -amacı aynı olsa da- daha farklı çözümlere ulaşıldığı görülür. 
Süt peynir yoğurt gibi hayvansal gıdaların ve seyyar yaşamanın gereksinmesi olan (çadır eyer v.s gibi) ürünlerin geliştirilmesi hayvancılığın göçebeliğin yoğun olduğu yörelerde ,
Ekmek, un hamur, çiftçilik, saban, evler binalar yapmak gibi geliştirmeler ise yerleşmiş toplumlarda ortaya çıkmıştır.
Diyebiliriz.

30 Mart 2018 Cuma

Düğme

-Aşağı yukarı her altı ayda bir geliyorsun ceketinin kol düğmelerini değiştiriyorsun.Tamam eskidiğinden değiştiorsun, vre kuzum neden sadece senin kollarındaki düğmeler eskir? Anlamiş değilim? Ne yapıyorsun ki? Dağlarda taşlarda kürek mi sallorsun da bozarsın? Bankada muhasabe şefisin. Tamam ben alirim masrafımı ama merak ederim. Neden olur bu? deyip sözlerini bitirdi terzi Agop.
Yandan merdivenli batar katlı küçük dükkanın girişinde camekana doğru çevirdiği kollu iskemlesinde bacak bacak üstüne atmıştı. Elinde, oğlunun düğününde giymek için takım elbise ısmarlayan çabuk bitirmesi için sıkıştırıp duran Kömürcü Rasim Efendinin ceketi vardı. Sol eliyle kumaşın alt tarafını tutarken sağ elinin parmağında takılı duran yüzük ile kumaşa batırdığı iğneyi ittirerek hızlı teyelliyordu ceketin yakalarını. Arasıra dışarda esen hafif rüzgarın içeri getirdiği ütü dumanının kokusu genizlerini yaksa da, her ikisi de hallerinden memnundular. 
Bankada Muhasebe şefi olarak çalışan Hüseyin Efendi ise  sessizce bıyıkaltından gülümseyerek dinledi bu eleştirileri.
-Senin Amcan yüzünden dedi.
-Ölmüşün arkasından konuşma vre dedi Agop. O iyi bir adam idi, Seni de bankaya o aldırmış idi. Ayıp.dedi gülerek. 
Hem ceketinin, gömleğinin kolları yıpranmasin diye iki tane siyah kolluk vermiş idi sana. Parasız pulsuz genç bir İstanbul uşağı idin. Amcam çalışırken seninle  ne düğmelerin ne de gömleklerin, jeketlerin eskir idi.  Amcam öldükten sonra sana bir şeyler oldu. Şef oldun artık makamın artti, böyüdün.
-Hayır. Modası geçti Ağop.
-Nedir moda. Eskitmek mi moda vre?
-Amcan ile benden başka kolluk takan kalmamıştı bankada. Amcan emekli olduktan sonra ben biraz daha devam ettim takmaya. Ama genç memurlar "şefim artık takma, bak  gelen zengin ve züppe müşterilerin istihza dolu bakışları ve gülüşlerini görmüyor musun?" deseler de, devam ediyordum kollukları takmaya. Bir gün lisede okuyan kızımın arkadaşının babası geldi. Biraz sohbet ettik. Bir kaç gün sonra sofrada kızımın suratı asık. 
-Ne oldu kızım, neye üzüldün? 
-Hiç bir şeye. deyip surat asmaya devam edince tekrar sordum. 
O da 
-Baba üzülüyorum senin haline dedi.
-Neden kızım, ne var halimde?
-Geçen gün sınıf arkadaşımın babası gelmiş seni kolluklu görmüş. Kızına, hangi asırda yaşıyoruz, hala kolluk takanlar var demiş, Arkadaşım bunu diğer sınıf arkadaşlarımla otururken anlatınca, utandım ve üzüldüm baba dedi.
O sabah bankaya gittiğimde kollukları takmadım. Hınçla çöpe attım. 
-Vah vah, demek temiz durmak eşya eskitmemek zül olmuş artık vah vah dedi Terzi Ağop.
-Ama düğmeler neden eskir Hüseyin Efendi?
-Sol elimle metal  köşeli klasörleri açarken ya da defterdeki yazıyı takip ederken bir yandan da sağ elimle  facit makinada hesap yapardım. Sol elim devamlı masaya ve klasörlere sürter dururken, sağ elim hep bir karış yukarda, facit'in kolundadır. 
-Kollukları attıktan sonraki günlerde oldu bu yıpranmalar. Alışkanlık icabı, çalışırken  sürte sürte sol kolumdaki  düğmeler çizilir yıpranır, masada da çizik izleri meydana gelir. Herkesin masası tertemiz, elbisesi tiril tirilken hesaplar tutsun,kimseye zimmet olmasın derdindeki benim elbiselerimin düğmeleri işte böyle olur. 
diyerek ceketinin incecik kalmış sol kol düğmelerini göstererek, derin bir nefes çekti. 
-Hadi sana kolay gelsin bana müsade.
 diyerek yavaşça yerinden kalktı, sessiz adımlarla dışarı çıktı.

teyel:seyrek ve eğreti dikiş
facit makina: Eski model kollu mekanik hesap makinesi.

12 Mart 2018 Pazartesi

Arabacı Şahap

   Sabah evden çıkıp işe doğru yürümeye başladı. Kuyualan Camisine geldi.Caminin köşe çaprazındaki kasap dükkanının önünden, elinde bastonuyla Karaköy'e doğru yürürken  onu,  Arabacı Şahabı gördü. Yine aynı, ciddiyetle bakan kızgın ya da kırgın havasında asık bir yüzle sağ elindeki bastona her adımda yüklenerek yürüyüp gidiyordu.
     ...
    At arabalarının yolların hakimi olduğu eski zamanlarda Karaköy pazaryerinin batı köşesindeki  kahvenin ön kısmı, pazartesi günleri hariç at arabacılarının toplanma yeri  idi. Arabalar, renkli boyalarla çok değişik tabiat manzaralarıyla süslenirdi. Uzun yeşil kavakların arasından kıvrıla kıvrıla akan dereler, tarlalar  arasından döne döne yalçın dağların yamaçlarında  gitgide küçülerek gözden  uzaklaşan yollar; arabaların dört bir yanındaki  tahta kenarlıkların, kapakların üzerinde inceleyenlere bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Bu hikayenin mini resimlerle anlatılabilme anlaşılabilme kabiliyeti ne kadar yüksekse o araba boyacısı da o kadar muteber idi. Bu bölgede şimdi bir kısım gençlerin şahin ya da doğan otomobillerine tuning merakı o günlerde at arabacılığı yapan atalarından genetik olarak geçmiştir. 
   Atlar ise, üzerlerindeki koşum takımlarıyla, zilleriyle, renk renk boncuklarıyla, bazen örülü kuyruklarıyla ve özelllkle heybetleriyle kendilerini belli ederlerdi. 
     Arabacı taifesine gelince, sabahları arabanın ön tarafında sivri burunlu arkası basık ayakkabılarını gösterir gibi bacak bacak üstüne atarak altta kalan  ayaklarıyla da oka basıp  oturan,  yaka bağır açık, üsten dört düğmesi özellikle iliklenmemiş,  kolları sıvalı gömleğinin  üzerine giydiği yine önü açık yeleğinin rengindeki  kasketi yana devrilmiş  burma bıyıklı arabacı  ise tüttürdüğü sigarasının dumanını savura savura meydana girerdi.
Yunan işgali sırasında yanmış yıkılmış yıpranmış yeniden toparlanmaya çalışan, bu eski ve yaralı şehrin arnavut kaldırımlı sokak aralarında, dış yüzeyine kamyon lastiklerinden incecik kesilerek  rapdedilmiş tahta tekerlekleri üzerinde sarsıla sarsıla yürüyen bu arabaların, kendine özgü sesleri vardı.
Bir de lastiksiz demir tekerlekli, arka tekerlekleri öne göre daha büyük olan eski model arabalar vardı. Bu araçlarla uzun yola çıkmak yolcuları çok yıpratırdı. Çünkü süspansiyon olmadığından yolcular yer yüzünde yollara birakılmış her türlü eşyanın büyüklüğü hakkında fikir sahibi olurlardı. Büyük bir taş üzerinden geçerken araba önce yükselir ardından yükseldiği kadar mesafeden aşağıya inerdi. Ha taşa düşmüşsün ha bu arabaların içindeyken taşın üzerinden  geçmişsin, aynı etkiyi gösterirdi.
 Lastik tekerli arabaya ilk defa  binenler eğer bir de asfaltta gidiyorlarsa o konforu ne fayfonla ne de mercedesle kıyaslayabilirlerdi. Çünkü mercedesi sadece uzaktan, yolda ilerlerken görmüşlerdi.
 Arabayı çeken atların zillerinin ve boncuklarının şıngırtısı ve nallarının tıngırtısı da farklıydı. Araba sahibinin yakınları, dostları, haşır neşir oldukları kimseler o seslere aşinaydı. Ne zaman duyabilecek kadar uzaktan bir at arabası gürültüsü gelse bilirlerdi.
Heyecanla kapıya  pencerelere çıkanlar ise, genellikle yeni evlilerin eşleri, çocukları ya da yavuklularıydı.
Eğer biraz aksi bir gençse arabayla gelen, evdeki annesi gerginleşmeye başlardı. Yine ne muzırlık çıkaracak diye endişelenirlerdi. Bir an evvel baş göz olsa da hayırlısıyla başımdan telaşı azalsa diye hayıflanırlardı.
 Arabacılar kahvesinin güney kısmında pazar meydanına  doğru bakan dükkanlarda nalbantlar vardı. Birkaç semerci, eyerci de nalbantlarla aynı mekanı paylaşarak çalışırdı .Sol karşıda samancı vardı.
Önceleri samancı denilirdi, daha sonra yemci de denilmeye başladı. Saman ve samanın içine karıştırılacak yulaf ezmesinden arpa ezmesine, buğdaya  kadar  türlü türlü yem mevcuttu. Zaman geçtikçe at arabaları azaldıkça fabrika yemleri de satılmaya başladı. Kuşçular için, tavuklar için hayvanlar için yem çeşitleri gitgide arttı ama at ve at arabası sayısı da gitgide azaldı.Onların yerini vitrinlerinde süslü köpek eniklerinin dolaştığı pet shoplar aldı.
 Daha ileride çırpı pazarına doğru meydanın kuzey kıyısında Arap Sabahattin'in at araba imalathanesi vardı. Yeni araba ihtiyacı olanlar pazarlık ederek sipariş verir. Arabası arızalananlar, oku kırılanlar, tekeri bozulanlar tamir için arabalarını bırakırlardı.
...
    İşte Şahap o günlerde delişmen genç bir arabacı idi. Alçak boyluydu. Yüzü hep asıktı. Güldüğünü hatta gülümsediğini gören yoktu. Kararmış ekşimiş suratında doğuştan çatık duran kaşları ise onun ciddiyetini, melanetini  daha da arttırıyordu.
Üst sokakta yapılan evin temelleri için çakıl lazım olduğunda inşaat sahibi, eski dostu Kelterci Osman Efendinin oğlu Şahaba yarın bir araba çakıl lazım olduğunu, namaz dönüşü eve çıkarken kapıdan rahmetlinin eşine söyleyivermişti.
Şahap, bir gün öncesinde aldığı kum/çakıl siparişi üzerine sabah arabasını hazırlayıp,  evlerinin iki kanatlı bahçe kapısını açıp da  kapı önüne çektikten sonra, annesi kapının kanatlarını kapayıp arkasından tırkazladı. Arabaya atladı.( binmezdi atlardı.) Heybetle kaykılırken  sol eline dizginleri alır, sağ elinde kırbacını/kımçağını atının sırtına şaplatırken deh diye bağırıp, atıyla ileriye  fırladı.           
Evlerinin bulunduğu  dar sokakta yürüyen ihtiyarlar onun hızla ilerleyen at arabasını  görünce ya da arabanın tekerleklerinin çıkardığı gürültüyü duyunca  la havle çekerek nerden çıktı bu delişmen, bir gün birimizi altına alıp ezecek Alimallah diye söylene söylene biribirlerini tutarak duvar kenarına yanaşırlardı.
Manisa şehrinin içinden batıya doğru ilerleyen İzmir yolu  Uncubozköyü ve Keçiliköy mezarlığına da geçip Keçiliköy doğusundan  sola güney  istikametine döner. Şehrin güneybatısındaki dağ yamaçlarından döne döne  Sabuncubeli üzerinden Bornovaya ve İzmire doğru çıkan yolda Keçiliköy'ü geçtikten sonra birkaç köprü vardır. Bunlardan birine Karaçay köprüsü denir. Çay, Gediz ovasına doğru başka ova yollarıyla kesiştiğinde de üzerine yapılan köprüler de Karaçay köprüsü olarak adlandırılır. Ta ki nehre varıncaya kadar. Kısaca Karaçay, süzüle süzüle akıp Gediz nehrine ulaşmaya çalışan bir çaydır. O, dağların  yamaçlarından yatağına dökülen  yalçın kayaların kara taş haline gelmiş kara parçalarını çevire çevire ve ufalaya ufalaya  ovaya kadar getirir. Bahar sonuna doğru eski sürükleme gücü kalmayınca da ovanın bir yerlerinde sürüklediği bu kara taş parçalarını çakıl ve kum olarak bırakarak nehre doğru yoluna devam eder.Uzaktan bakanlar, baharda yeşilliklerin, yazın sapsarı ekinlerin arasında kıvrıla kıvrıla akıp giden bu suya -içindeki taşların renginden dolayı- Karaçay derler.
Şahap, Karaçay'a inşaat çakılı almaya giderken, bağ yollarında altında deli gibi koşan atı ve arabasıyla, ardında toz bulutuyla karışık bir kaos bırakarak ilerleyip hızla geçer giderdi..Her çukura girişinde arabasının altına iliştirilmiş kova ise bir o yana bir bu yana farklı tınılarda sesler çıkararak çarpmaktan kenarları ezik büzük olurdu.
Karaçay'ın köprüye yakın bir yerinden çaya iner,  yeni sürüklenip gelmiş çakıl yığınlarının bulunduğu her yeri karalar içindeki kümelerden birine arabasını yaklaştırır ve arabada bulunan  küreğini alıp ya bismillah diyerek avuçlarına tükürürdü. Yavaş yavaş arabasına çakıl ya da talebe göre kum doldururdu. Gün öğleye yaklaştıkça hem kendinin hemde ovanın harareti arttıkça çayın şırıl şırıl akan suyuna eğilerek susuzluğunu giderirdi. O zamanlar çevre kirliliği bilinmezdi. Öğleye doğru işi biter indiği yerden biraz zorlanarak arabayı yola çıkarır,  dönüşe başlardı.
Bağcılık Araştırma Enstitüsünün güneye bakan  kapısının önünden geçer, sağ tarafında kalan çam koruluğuna doğru ilerler, çam gölgeleri altında bir süre gittikten sonra sağa dönen yol onu köy meydanına yaklaştırırdı. Meydana bakan birkaç kahveden gölgesi bol olan herhangi birine yanaşır yanaşmaz arabanın altında tıngır tıngır sallanıp duran galvaniz kovayı alır, tulumba kolunu çeke çeke tulumbadan doldurur ve atının önüne bırakıp ıslık çalarak atını sulardı. Bu arada kahveci, tanıdığı, bazen de keşke tanımaz olaydım dediği  bu aksi ve öfkeli genci görür görmez orta şekerli kahvesini cezveye sürerdi. At sulanıp başını kovadan kaldırınca kovada kalan suyu tahta tekerleklere dökerdi ki ıslanınca şişip çakıl/ kum yükü  altında gıcırdayan arabanın sesleri kesilsin.
Sandalyesine oturduğunda kahvesi de hemen masasına gelmiş olurdu. Gecikirse Şahab'ın iğneleyici sözleri nedeniyle akşama kadar öfkesinin dinmeyeceğini bilen kahveci "bir an evvel içsin de defolsun" diye hemencecik kahvesini yollardı. Kahve sırasını bekleyen  müşterileri olsa bile Şahabın özelliğinden (!) dolayı önceliği vardı. Bazen bunu bilen kahvede oturanlar "neden bizim kahveden önce ona gönderdin" diye sitem ederek,kahveciyi dürterlerdi. Ama "Karaçaydan gelmiştir. Karaköye çıkacak biraz insaf be mori, sizin gibi kahvede pineklemiyor be susaklar" diye cevaplardı.
O zamanlar Horozköy'e doğudan göç henüz başlamamıştı. Horozköy nüfusu mübadele ile gelen muhacir ağırlıklıydı. Mübadele ile giden Rumların boşalmış evlerine yerleştirilmiş bu muhacirler zamanla yeni hayatlarına adapte olmuşlar ve kendi düzenlerini oturtmuşlardı. Köy merkezinden geçerek istasyona yönelen ana yol boyunca her iki tarafında taştan yapılmış, çift kanatlı yüksek pencereli,  yoldan bir kaç basamak taş merdivenlerden  çıkılarak girilen eski Rum evleri sıralıydı.  Bu evler yeni sahiplerince 2014 yılına kadar imar izni verilmediği için ilk hali ile kullanıldı. Ancak imar değişikliğinden itibaren çok katlı binalar sıralanmaya başladı. Horozkentin(!) ana caddesinin iki yanı boyunca. Horozkentin batı yakasında doğudan geldikten sonra otuz yıllık iskan sürelerini doldurarak(!) müteahhit olan yeni sakinlerince sıra sıra inşaatlar yapıldı. Binalar dikildi. Böylece doğudan gelen yeni sakinlerinin katkılarıyla Horozköy, Horozkent oldu !
Ancak Horozköyün o sakin, samimi ve sessiz ortamı, yüksek binalarını arasında kaybolup gitti. Bazı sakinlerince aranıp durulsa da artık çok geç.
Horozköy adı olan ancak kendi varlığını kaybetmiş, bir köyden kent parçası haline de anlamına uygun nitelikleriyle döndürülememiş bir eklenti. Ne köy havası ne de kent havasını soluyamadığınız, göçerlerin gelişigüzel kurdukları çadırlar gibi ama betondan yapılarla donatılmış bir çadırkent.

 ...
   Arabacı Şahap  yolun sağ tarafına geçerek camiden yukarıya doğru adım adım uzaklaştı.  O uzaklaştıkça zihninde canlanan eski hatıraların onun ardından silinmeye başladığını farketti. Şahap, Kuyualan camisinin güney kısmındaki sokağın köşesinden batıya, güllü bahçeye doğru dönerek gözden kayboldu. Gitgide, aksayan adımlarının tıkırtıları da azalarak duyulmaz oldu.Belki de uzun yıllar önce gençliğinin hatıralarını sarmaladığı pazaryerindeki kahveyeydi bu ağır aksak yolculuğu.
     
      O ise Caminin kuzey köşesindeki 1313 isimli kasabın  önünde kısık gözlerle Şahabın gittiği yöne doğru. bir süre daha uzun uzun baktı.
 
   Düşündü. "Anı yaşayanlar, hayatın koşuşturmaları arasında değişimi farkedemiyor, ya da kanıksıyor. Şimdi geçmiş yılları şöyle bir toparlayıp süzünce anlaşılıyor, o sakin sade zamanların bir film şeridi gibi değişiminin ne menem bir şey olduğu."



7 Mart 2018 Çarşamba

Düşman Yeniden Gelirse.

"Düşman gelirse, önce  sizi ben vururum."(*) 
Böyle diyormuş. Eşimin ömrünün son zamanlarını Manisa Hacıhaliller köyünde geçiren büyük dedesi.
Sadece yakınındakilerin anlayabileceği düzeyde mırıltılarla anlatırmış derdini. Köyün sokaklarını  başı önünde dalgın adımlarken düşündüklerini  -o anda aklına gelen her ne ise-   kendi kendine mırıldandığı, kendi kendisiyle konuştuğu, belki de önceki zamanlarda yaptıkları ya da yapamadıkları hakkında çevresine açıklayamadığı meseleleri çözmeye çalışırmış. Bilinmez.
...
1910 lu yıllara kadar yaşadıkları Selanik Serez Nevrakop bölgesi, Balkan harbinden sonra  ikiye ayrılıp Bulgar ve Yunan ellerinde kalınca, Balkan ellerinden kalkan göç kafilesinin bir kısmı Sındırgı'da kalmış, bir kısmını da Manisa Gediz Ovasının doğusunda Gediz nehri yakınında bir köye sürüklemiş.

Yunan sonunda Manisa'ya da gelip dayanınca çeteye katılmış. İşgalci Yunana karşı, Manisa'da cezaevindeki mahkumları yemin ettirerek direniş çetesi kuran eski gardiyan, hemşerisi Serezli Parti Pehlivan'ın kızanı olarak önceleri Çerkez Ethemle beraberlerken daha sonra Kuvayı Milliye adına Demirci Akıncılarıyla beraber Manisa'nın, İzmir'in, Balıkesir'in, Kütahya'nın dağlarında Yunanla çarpışmış.
O günlerde gördüğü vahşetler ve yaşadığı acılar, zihninde unutulmayan travmalar oluşturduğundan işgal yıllarının acı darbelerini Milleti kurtarmak gayesiyle karşılayan vücudu ve psikolojisi, (yoksulluğun da getirdiği bitkinlik içinde)  günden güne  tükenmiş.
...
Teyzelerinin küçüklüklüklerinde köyde elektriğin televizyonun radyonun internetin(!) olmadığı eski zamanlarda, camlarının üst kısmı isli gaz lambasının verdiği yetersiz ışık altında kurulan yer sofrasında yenen akşam yemeğinden sonra, ocak başında otururlarken konu bazı günlerde dönüp dolaşıp İstiklal Harbine gelirmiş. Çünkü, öksüz yetim çocukların perişan halleri, eşlerini harp yıllarında kaybetmiş kadınların ah-u vahları, yanık kokusu kalmamış olsa da acı günlerin izlerini taşıyan yanık çatılar, yıkılmış yer ile yeksan olmuş hanüman  kalıntıları,  o tarihte dahi işgalin izleri, hatırlatıcıları olarak, hâlâ şehirde ve muhtelif sokaklarda  göze çarparmış.

Dede, çocuklarının ve  torunlarının anlattığı, bir bölümü doğru ama bir kısmı da abartma, yanlış, uydurma olan Kurtuluş Savaşı ile ilgili sohbeti oturduğu yerden sessizce dinler, çocukları seyredermiş. Ancak kendi yaşadığı ve gözlemlediği / şahit olduğu bir noktaya gelince düzeltmek için  söz alır, sanki o dehşeti yeniden yaşıyormuşcasına bir heyecan içinde uzun uzun anlatmaya başlarmış. Elindeki baston, anlattığı ve etkilendiği konunun  heyecanıyla bağlantılı olarak kah ileriye kah havaya kalkarken, bazen de zemine tak tak vurdukça hasırı zedeler, zemindeki toz tabakasını havalandırırmış. Odadakiler, dedelerini dikkatle dinlemek istediklerinden zaten mırıldar gibi çıkan sesi yüzünden iyice yanına sokulduklarından hareketlenen bastondan dolayı tedirgin olurlarmış.  
Teyzesinin anlattığına göre, dede kolları yorulup nefesi kesilir gibi olduğunda, bastonu bacaklarının arasına alıp,  konuyu kapatmak için diline pelesenk olan hep aynı sözü söylermiş;

-Allah o günleri bir daha göstermesin! Ama düşman yeniden gelirse sizi onlara bırakmamak için onlardan önce  sizi ben kendi ellerimle vururum.  diyerek sözünü tamamlar, torunlarının şaşkınlıkla açılan gözlerindeki derin endişeyi, korkuyu farketmeden oturduğu yerden yakınında bulunanların yardımıyla kalkar, uyumak için bastonuna dayana dayana yatağının bulunduğu odaya doğru gidermiş. Torunları (merak etseler de); -neden vuracaktın bizi, bizi vuracak kadar mı korkunçtu?  diyemezlermiş.

Ama bir gece, torunların içinde biraz daha yaşı olan büyük dayısı dayanamamış;
-Dede, "düşmanın bir daha  gelmemesi için ne yapacağız."  deyince, torununun başını şefkatle okşayarak, kısık sesiyle;

Vücuda mikrop girince hastalık meydana gelir tehlike başlar, tedavi zor olur. 
Düşman da milletin içine giren mikroptur, Düşman geldi mi çıkarmak söküp atmak çok zordur, İşte benim hayatım, işte halim. O yüzden düşman gelmesin diye çalışın, gayret edin, tedbir alın, uyanık olun, yani mücadeleyi baştan  yapın, sağlam yapın. diyerek yavaş yavaş odasına yürüyüvermiş.

Gerçekten tedbir alıyormuyuz?
Yoksa "müstevlilerin siyasi emellerini" görmezden gelerek ekonomik, kültürel, stratejik isbirliği mi yapıyoruz? Gerçekten hakimiyet kayıtsız şartsız Milletin mi?
Cevabı, en azından bilgilerin/istatistiklerin mukayesesi ile bulunabilir.


(*)Yazar Zeki Sarıhan'ın   Demirci Kaymakamı İbrahim Ethem Akıncı'nın Demirci Akıncıları hakkındaki hatıralarından derlediği "Düşman eline geçmektense" başlıklı yazısında; 6 Mart 1922 günü akıncılardan beş kişilik bir keşif kolu Bigadiç bucağının Bozyük köyünde Yunanla çarpışınca yerleri belli olur ve etrafları çevrilir. Akıncılar ve aileleri düşmana teslim olmamak için düşünürlerken Parti Pehlivan’ın kayınbabası:“Böyle bir durumda kızımı önce ben öldüreceğim! Siz merak etmeyin,” diye konuşur. İşin tuhafı bu konuşmayı duyan kadın ve çocukların da: “Gâvura teslim etmektense bizi siz öldürün!” diye yalvarmalarıdır.(İbrahim Ethem Akıncı, yayına hazırlayan Baki Vandemir., Demirci Akıncıları, Ankara, 1978, Türk Tarih Kurumu Yayınları) 
Bu ifade ile yazıda anlatılan dedenin sözü birbirini teyit etmektedir. Onun Demirci Akıncılarına bağlı Parti Pehlivanla beraber çarpıştığı anlaşılmaktadır. ( Cümlesini Allah Rahmet Eylesin.)







Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...