29 Aralık 2016 Perşembe

Alacakaranlık/Sabah Telaşı

29 Aralık 2016 Perşembe.
      Sabah 07.40 da evden çıktığımda bulutlarla kapalı olan hava karanlıktı ve dün öğleyin başlayan yağmur aynı sükuneti ile yağmaya devam ediyordu. Anneler ve ellerinden tuttukları küçük çocukları ellerinde şemsiyeleri ile sabah karanlığında telaşla okula gidiyorlardı.Şemsiyesiz ve yaka bağır dağınık vaziyette evden tedbirsiz çıkan bir kısım havai lise talebesi genç ise yağmurdan sakınmak için  saçak altlarından, kenardan kenardan ilk derse yetişmeye çalışıyorlardı.
     Kuyualan Camisine sabah namazı için giren cemaat camiyi yeni boşaltıyordu. Başlarında yün takkeler üzerlerinde yılların yıpranmışlığı sinmiş pardesüleri, ayaklarında mesleri, sağ ellerinde bulunan evladiyelik siyah şemsiyeleri ile bir kısım ihtiyar yavaş yavaş eve dönüyordu. Yine camiden çıkan yeni emekli olmuş diğerleri ise biraz telaşlı köşedeki kahveye yetişmeye, gazeteleri gözden geçirmeye, memleketi bir defa daha  kurtarma muhabbetine gidiyorlardı.
     Yollardan vızır vızır geçen otomobillerin ışıkları hala açıktı. Islak yollardan bazısı okula çocuğunu bırakmaya, bazısı eşini işyerine götürmeye bazısı da işe gitme derdindeydi. Bir kısım araçların içinde esneyen küçük çocuklar, bir kısmında ağlayan bebekler... Kısaca yağmurlu bir kış sabahını gözlemliyorsunuz.
    Okullara öğrenci taşıyan servis minibüsleri kablo çalışması için kazılmış çamurlu yollarda dolanıp yol kenarlarında bekleyen anne babalarla karışık duran bazı çocukların önünde aniden duruyorlar. Duraklamaları uzadığında arkadan gelen araç sürücülerinden korna sesleri ile cevaplarını alıyorlardı.
   Ben ise hergün geçtiğim güzergahtan devam ediyordum yoluma. Aynı yerlerden geçip aynı insanlara selam vererek  yürürken, bu defa eski belediye önünde SSK İşhanının köşesinde çamurlu suya bastım dalgınlıkla. İşe gelirken farklı olan bir tek bu olay var. 

28 Aralık 2016 Çarşamba

Beklenen Yağmur.

Bugün 28 Aralık 2016 saat 13.45. Dışarıda yağmur yağıyor. Hafif, kimseyi incitmeyen usulca yere veya insanların üzerine damlalarını bırakıveren bir yağmur. Sadece meydanın doğu tarafındaki çift yönlü yoldan geçen araçların tekerleklerinin ıslak zeminde çıkardığı ses olmasa masasında oturan ve dışarıya bakmayan bir memur ancak akşam çıkışında yerin ıslaklığıyla farkedebilir yağmuru.
Meydana bakan pencereye ara sıra bir kumru konuyordu.Biraz önce yine kondu.Yine o guguk seslerini belli zaman aralıklarında çıkarıyor. Neden  bu sesi çıkardığını anlamasam da etrafa bir mesaj verdiğini düşünüyorum.Ben buradayım dostlarım.Gelin beni bulun der gibi. Birden sağ tarafımda bulunan tahta kapı aralandı. Elinde çay tepsisiyle odacı bayan girdi.Ve çay dolu tepsiyi önce bana doğru uzattı.-Buyur. Hemen bir bardak çayla beraber tepsinin bana göre karşı tarafında kalan kısmında duran melamin tabaklardan ve şekerlikten istihkakım olan iki kağıda sarılı şekeri aldım.Yanıma koydum. Sağ tarafımda klavyeyi bırakıp alabileceğim yakınlıkta bir zemine yerleştirdim. Şimdi soğumasını bekliyorum. Soğuyacak ılıyacak. Önce şekersiz içmeye çalışacağım tadını beğenmeyeceğim, bir parça şekeri dişimle kırdıktan sonra çayımı yudumlamaya başlayacağım. Ağzımdaki şeker erimeden çayı bitirmek gayesiyle hızla içeceğim. Çay keyfi neresinde bunun...

12 Aralık 2016 Pazartesi

iyimserlik

Güneş karşı dağın yamacından başını gösterip sıcaklığını yavaş yavaş ovaya yayarken o hala uyuyor olurdu. Sabah kötü rüyaları korkunç kabusları görüp sıçrayarak uyandığında, hemen annesine anlatmak isterdi ağlayarak. Annesi rüyayı sakince dinler başına okşarken güven telkin eden tatlı sözlerle o rüyaları hep olumlu, hep güzel, her zaman ümitli yorumlardı. Ve içinde korkularının yavaş yok olduğunu hisseden küçüğün gözlerinde bir parlaklık, yüzünde bir tebessüm belirirdi.Biraz önce baktığı halde bir şey hissetmediği ve duymadığı pencereden başını yeniden uzatır ve geniş ovaya derin nefesler alarak bakar ve iyice gerinirdi... Uzaklardaki hayvanların çıngırak sesleri, bir çobanın kavalının yanık sesi duyulurdu ve annesini arayan  kuzu melemeleri...


Azim ve Gayret

Her şeye rağmen devam edeceğiz mücadeleye son nefesi verene kadar. Mücadele azmi ve gayretidir insanın hayatına anlam katan. Bir hedefi olmalı insanın, bir hedefi bir hayali, ulaşmak istediği idealleri olmalı...
Zorluklar engeller hep var olacaktır. Sıkıntılar yeni üst eşiklere varabilmenin basamaklarıdır. En son basamağa ulaştığında ilerisinin ne kadar farklı olduğunu sadece oraya ulaşanlar bilebilir. Aşağıda basamağa tırmanmayı düşünenlere yeni ufuklar anlatılsa bile, ancak basamağı tırmanmayı başaranların sözlerine  inananlar ve kendi azimlerine güvenenler  zorlu basamakları tırmanabilir. İnanamayan ise tereddütler içinde aşağıda hayatına devam eder. İnanan ve gayret edenler son basamağa kadar azimlerini korurlarsa başarırlar.
İlk basamaklarda birçok tırmanana rastlanırsa da üstlere doğru tırmanan sayısında azalmalar olur. Bazen bir sebeple ara basamaklarda kalanlara da rastlanır. Ne yukarıya tırmanma cesareti, ne de aşağıya inebilmenin gücü vardır kendilerinde. Arada,( yeniden güç bularak nihai karara varıncaya kadar) öylece bulundukları basamak aralığındaki küçük düzlükte sınırlı bir hayat sürdürürler.
Bu zor bir durumdur. Ne bulundukları zemin onları memnun eder, ne de aşağıda olmak. Yukarıya tırmanma cesareti de bulunmadığından sadece içlerinde başarısızlığının getirdiği hüzünle karışmış bir öfke ve yalnızlık etkindir. Mutsuzdurlar ve umutsuz. Kahırlı ve sıkıntılıdırlar. Dalgındırlar.Yarım kalmış ideallerinin bitmemiş kendi hikayelerinin dolambaçlı yollarında sürekli dolaşır dururlar.
Bir umut her zaman vardır aslında. Başlarını, yanlarında umutla geçenlerdeki heyacana kaptırarak beraber tırmanabilirler her şeye tekrar başlayabilirler. Onlardaki deneyimler yeni çıkmaya başlayanlara kolaylık olur aslında. Birlikte birbirlerine fikir vererek, destek olarak yukarıya doğru yeni umutlara tırmanabilirler... 

6 Aralık 2016 Salı

Cam Fanusta Emeklilik

          Kısık sesle çalan radyoda ince sesli bir hafif müzik sanatçısı flüt ağırlıklı bir eser takdim ediyor sevgili radyo dinleyenlerine.
       Arada masa telefonunun çalan sesi ile telefonla konuşma sesleri müziğin tınısını kaybediyor. Yine odadaki arkadaşların sohbetleri de etkiliyor. Bu arada radyoda sanatçı değişmiş, bir erkek sesi dolduruyor diğer seslerden kalan boşluğu.Müziğe mızıka sesi de karışıyor. Ardından ince sesli bir başka bayan sesi..."Her şey bitmedi daha, aşkımız kalmasın yarım.Mutlu günler geri gelsin !"  Saatin on olduğunu söyleyen spikerin davudi sesi gürlüyor hoparlörden...
      Dışarıda yükseklerden geçen pervaneli bir uçağın (tayyarenin) yere ulaşan yankısı. Odanın kuzeye bakan penceresinden görünen büyük meydanın sağ tarafında bulunan orta okulun altından geçen yolun köşesinde,  restore edilmiş eski binaya vuran kış güneşinin sarı renkli ışıltısı ile meydana dönük kapısının ve pencerelerinin gölgedeki loşluğu. Eski binanın bitişiğindeki yüksek apartmanın güney duvarına vuran abartılı bina  tezyinatının (süslemesi) gölgesi farklı bir görüntü oluşturuyor.
İçeriye giren iki misafirin arkadaşlarla sohbetleri, sık çalan telefon ve telefon konuşmaları radyoda çalan müziği, neyin çaldığını unutturuyor, etkisizleştiriyor.
       Sabah 08.15 den bu yana -kısa aralıklarla ayrılsam da- bilgisayarın başındayım. Sistemde yeni bir görev verilmemiş bana. Bekliyoruz. Bir iş, eylem, görev gelirse yapmak üzere...Daha önce de ifade edildiği gibi memurun en önemli (en yararlı değil) özelliğinin sabır olması gerekir.
    Yöneticiler için astlarında bu özelliğin bulunması onları rahatlatır. Sorumlular ekseriyetle sorgulayan ve aktif memurları sevmezler. Onlara göre sorgulamak, analiz etmek, çok seslilik; etkinliği ve verimliliği sabote eden bir şeydir. Kısaca argo deyimle "Salla başı al maaşı"modunda kapı kulu memurları olsun isterler. Arada bazı sivriler çıkarsa çok rahatsız olurlar ve sivrilerin sivrilikleri ya düzeltilir, ya da başka birime "önemli bir görev için" görevlendirilirler/ nakledilirler/ tayin edilirler.
       Takım çalışması,"bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür",  "Takım ne kadar güçlü olursa olsun kaleci bozuksa sonuç hüsrandır.",  "Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir komutanı, bir komutan bir orduyu kurtarır" gibi sözler kitaplarda ilgiyle okunan ifadelerden öteye geçmez onlar için...
      Ancak bu özelliğin farklı yan tesirleri oluşuyor zaman içinde ve alışınca kronikleşiyor. Çünkü beklemek, hiç bir şey yapmadan beklemek, insanı gitgide hayatta da pasif hale getirebiliyor. Yani iş yerinde  iş bekleyen kişi, zamanla hayatın diğer alanlarında da beklemeye başlıyor. 
      Hayatın dinamiğini kaybediyor, piyasanın nabzının nerede attığını, etrafta  ne olup olmadığını takipten vazgeçiyor, zamanla tepkisiz kalıp emekli oluncaya kadar bekliyor. Emeklilikte de  hayatı ev cami kahve arasında geçiyor. Bir kahvehanenin yola bakan penceresinden, cam fanustaki balık misali sessizce gözlemliyor. Bekliyor, belki de bilinçsizce biraz önce yoldan omuzlarda geçen dört kollu sala binmeyi. Binip kurtulmayı... Korkuyor sokağa çıkmaya, sokakta/piyasada sudan çıkmış balık gibi sersemliyor. Çünkü her köşe başında cambazlar bin bir hile ile onun iyi niyetini çelmelemeye çalışıyorlar.(sanıyor)
En güzeli, nerede ne yapılması gerekiyorsa onu yapmak. Yeknesak alışkanlıkların esiri olmaktan kurtulmak. Son ana kadar aktif olmak...

Her gün bir yerden göçmek 
Ne iyi 
Her gün bir yere 
Konmak ne güzel 
Bulanmadan, donmadan 
Akmak ne hoş 

Dünle beraber 
Gitti cancağızım 
Ne kadar söz varsa 
Düne ait 
Şimdi yeni şeyler 
Söylemek lazım…MEVLANA












5 Aralık 2016 Pazartesi

Değişim

Kasım ayının 9 uncu gününe geldik en sonunda.
Hava iki günden beri puslu. Özellikle bugün güneş yok .Esen lodos rüzgarı her yeri birbirine katıyor. Lodosun hangi yönden  eseceği belli değil. Dışarıda dolaşmak , yürümek zor. İş yerinde durgun bir ortamda işlerin peşindeyiz.Ya da iş bekliyoruz. Memurluğun insan öğrettiği en önemli haslet sabır. Zamanı bulunduğun yerde durup oturarak sakince geçirebilmeyi öğrenmişseniz sizin için Memurluk kolaylaşır. Biraz da dişinizi sıkmayı biliyorsanız.
Televizyonda Amerikan seçimleri Clinton mu, Trump mu. Çoğunluk için sürpriz olmuşmuş Trumpun seçilmesi. Sanki çok fazla değişim oluyormuş gibi.

4 Kasım 2016 Cuma

Şampiyon

Çarşambayı Perşembeye bağlayan gece saat 06 da küçük oğlum Alper Yasin i Antalya ya yolladık.
Üye olup devamlı antrenmanlarına gittiği spor kulubündeki hocası katılmasını istemiş. Biz de uygun gördük. Yaklaşık bir haftadır evde heyecan içinde dönüyor.Dualar okuyor. Heyecanlanıyor. Nasıl olur acaba şöyle yenerim, böyle yaparım, Şampiyon olur muyum deyip duruyordu.
Sabah 06 da 5 arkadaş İzmir e havaalanına gittiler. Akşam aradığımda sesinde memnuniyetinin verdiği bir rahatlıkla "Daha benim maçlar başlamadı oteldeyiz havuz başında oturuyoruz" diyordu.Telefonda...
Allah sağlık afiyet versin.

Hayatı Gözlemek

Durgunluğu sevmeye başladım.Önceki yıllarımda sükunet beni sıkardı. Bir şeyler yapmalıydım. Hareket etmeliydim.
Yıllar geçtikçe yaşın getirdiği yıpranmalar beni daha çok televizyon karşısına bağlamaya başladı. Daha pasif durumdayım. Ne kitaplara dikkatli dikkatli bakıp dersler sonuçlar çıkarabiliyorum.Ne de anlatılanlardan ilgimi çekecek beni heyecanlandıracak bir konu buluyorum. Zaten sol kulağımda sürekli bir çınlama yanımda konuşulanlara ilgisiz kalmama sebep oluyor. 
Durgunluk. Çağlayarak akan bir su yerine sessizce akıp giden küçük bir dere benim için daha hoş, Tabiatın uzak köşelerinde sessizliği dinlemek ve sükunetle kendi dünyamın girdaplarında dolaşmak bir başka hoşnutluk sebebim. Yüksek bir yerden uzaklara ufka bakmak, dünyayı gözlemlemek sessizce, hayatın takipçisi olmak değil hayatın gözlemcisi olmak yeni vazifem.
O sessizliğin düşüncelerimde meydana getirdiği berraklık ise geçmişi yeniden taramama yol açıyor. Bu kez de yapamadıklarımın pişmanlığı, melankolisi ya da güzel yapıp başardıklarımın memnuniyeti... İşte böyle...

21 Ekim 2016 Cuma

Bugün Cuma

Bir günün sonuna daha vasıl olduk. Bugün Cuma saat 16.49. Haftanın son, iki günlük tatilin ilk saatleri. Çok çalışan (!) kamu görevlileri iki gün dinlenecek ve Pazartesi günü dinç bir zihin ve bedenle işine başlayacak, verimli istekli olarak  vazifelerini  yapacak. Ancak zamanla kanıksanıyor bir kısım şeyler ve sıradanlaşıyor. 1975 li yıllarda hafta tatili iki gün olduğunda öğrenciydim. Cumartesi öğleye kadar ders yapardık. Öğrenciliğin yapısı gereği cumartesi tatiline sevinmiştik.Sonra muhtelif iş kollarında çalıştık. Bir ara 1979 yılı yaz döneminde hiç hafta  tatilimin olmadığı  fırında çalışmıştım. Okullar açılınca ayrıldım. Ancak fırında  eleman olmadığı zamanlarda ev yakın olduğundan beni çağırırlardı. Gecenin bir vakti Fırıncı Ramiz Abi çekinerek evimizin kapıyı tıklatır ve  "gelirmisin Sertif hasta oldu. Onun yerine çalışır mısın fırında" - Tamam derdim. Çünkü para kazanacaktım. Sabah saat 07.30 sıraları okul arkadaşım Muhlis fırının önünden geçerken beni görüp gelir "hadi hazırlan Okul saati geldi" derdi. Hemen eve gider bir çırpıda giyinir. Kitaplarımı alır Muhlisle okula giderdim. Okulda hareketli dersler olduğunda zaman geçip  giderdi. Ancak tarih dersi olduğunda, ne yaparsam yapayım gece çalışmasının yorgunluğuyla derinliklere -uykunun derinliklerine- dalardım. Hocam sağolsun hoşgörüyle karşılar hadi  gidip yüzünüzü yıkayıp gelin derdi.
O günler geldi geçti... Bu günlerde gelip geçecek...Hayırlısı.

11 Ekim 2016 Salı

Kahvehaneler Üzerine Şef Garson.

Önceleri Habeşistan'da, sonra Yemen'de yetişen ilk kahve bitkilerinin Osmanlı'ya gelmeye başladığı tarih XIV. yüzyıldır.[4]
1550'lerde de İstanbul'da ilk kahvehane açıldı ve kısa sürede yakın ve uzak ülkelere yayıldı. 17. yüzyılda, kahvehane Osmanlı Devleti sınırlarının dışında, Avrupa'da görülmeye başlandı ve kısa zamanda popüler oldu.
Kısa zaman içerisinde kahvehane sayısı hızla arttı, kahve içmek ve yarenlik etmek amacıyla buralarda toplanan muhtelif zümrelerden ve değişik kültür seviyelerinden insanlar, çok hızlı gelişen bir kültürel birikim ortamı, sosyalleşme mekânı, siyasî iktidar karşısında seslerini duyurabildikleri bir kamusal alan meydana getirdiler.

Osmanlı'da kahvehane

Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saraymedrese ve cami dışında, “sivil” bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, XVI. ve XVII. yüzyılların İstanbul’unda, pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı. ‘Miskinlerin buluşma mekânı ve fitne yuvası’ olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekti.
1567 yılında başta Suriçi İstanbul olmak üzere İstanbul’daki bütün kahvehaneler kapatıldı. Hatta IV. Murat, bu gerekçelerle kahvehaneleri top yekûn kapatmaya yönelik şiddetli ve kapsamlı girişimlerde bulundu. Sadece Eyüp ve çevresinde 120 kahvehane kapatıldı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında ve XVII. yüzyılın ilk yarısında ‘tehlikeli yerler’ olarak görülen kahvehaneler ‘külliyen’ kapatılırken XVII. yüzyılın ortalarından itibaren otorite, ‘tehlikeyi’ önlemek için toptan kapatmak ve yıkmak yerine, yekdiğerlerine ‘ibret olsun’ babında tek tek bazı kahvehaneleri kapatarak bir tür yıldırma siyaseti takip etti.
Ancak kahvehanelerin sayısı günden güne artmaya devam etti. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığının son dönemlerinde İstanbul’da 50 kahvehane bulunduğu belirtilirken, bu sayı, XVI. yüzyılın sonunda altı yüze ulaştı. XIX. yüzyılın başlarında ise 2.500’lere kadar çıktı. Hem sayı olarak, hem de itibar olarak kahvehanelerin önemi arttı. 18. yüzyılda yeniçeriler toplum hayatının her alanına müdahale etmekteydi. Zorba olarak bilinen bazı yeniçeri üyeleri çeteler kurdular. Bağlı bulundukları ortalardan üyeler toplayan zorbalar, kahvehaneler satın alarak çetelerinin "mafya mekanı" olarak kullandılar. İşlerini buradan yönettiler. Bu zorbalardan bazıları lüks kahvehaneler kurmakla nam salmıştı. Bu zenginliğin kaynağı kanun dışı topladıkları paralardı.[5] Dönemin kahvehane sahibi ünlü zorbalarından: Kahvecioğlu Burunsuz Mustafa Kuledibi Kahvehanesi'ne, Darıcalı İbrahim Çavuş Hendek Kahvehanesi'ne, Galatalı Hüseyin Ağa Çardak İskelesi Kahvehanesi'ne, Tiflisli Ali Toygar Tepesi Kahvehanesi'ne sahipti.[6]
Kahvehane zaman içerisinde mevcut kültürel ve toplumsal hayatın içerisine dâhil olmayı başardı. Kültürün üretildiği ve tüketildiği bir mekân haline geldi. Birçok değişikliklere uğrayarak hayatiyetini devam ettirdi. Her ne kadar sadece erkek sosyalliğini barındırsa da Osmanlı şehrindeki kamusal yaşamın önemli bir kısmını oluşturdu. İlk başlarda marjinal bir yenilik olarak görülen kahvehane, çok geçmeden normalleşti ve toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayan merkezî bir konuma geldi.


Vikipedia kısaca böyle anlatıyor.
Bugün de kahvehaneler için hala geçerliliği olan eleştiriler var.
Ve hala miskinliğin, boş zaman geçirmenin mekanlarından. Sınırlı ekonomik düzeydeki halk kesimlerinin sosyalleştiği alanlar da denebilir. Başlangıcındaki ilk amacı kıraat olsa da sadece iri puntolu gazetelerin öncelikle sporla pardon futbolla alakalı arka sayfalarının kıraat edildiği hanelerdir. Bazı kıraathanelerde tozlu bir raf üstünde güneşten ve sıcaktan bozulmuş ciltleri ve sayfalarıyla var olan kitapları da sayarsak  göstermelik olarak isminin gereğini yerine getiriyorlar denebilir. Sözlü kültürün geliştiği mekanlar olarak da sınıflandırılabilir.
  • Türkiye’deki kahvehane ve kütüphane sayılarının kıyaslaması şöyledir; 
  • Kütüphane sayısı: 1.412-
  • Kahvehane sayısı: 570.000-
  • Buna göre 49.000 kişiye bir kütüphane düşerken, 122 kişiye bir kahvehane düşmektedir. 
  • Maalesef Türkiye’de ihtiyaç malzemeleri sıralamasında kitaplar 235. Sırada yer almaktadır.
  • Türk çocukları kitap okuma konusunda çoğu Afrika Ülkelerinin gerisinde kalmış durumdadır. Japonya’da toplumun % 14 ü, Amerika’da % 12 si, İngiltere’de ve Fransa’da %21i düzenli kitap okurken Türkiye ‘de yalnız 10.000 kişide 1 kişi düzenli kitap okuyor.
  • Nüfusu 7 milyon olan Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100 bin tirajla basılırken,73 milyon nüfuslu Türkiye’de bu rakam 2-3 bin civarında kalıyor.
  • Türkiye’de 1 kişinin kitap okumaya ayırdığı zamanın; bir Norveçli 300, Amerikalı 210, İngiliz ve Japon 87 katını ayırıyor dünya. Ortalaması da Türklerin ayırdığı zamandan 3 kat fazla.
  • Türk halkı kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat ayırıyor. Türkiye kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkesinin gerisinde kalmış durumda.
  • Türkiye’de 100 kişiden sadece 4 kişi kitap okuyor. (http://www.ozetkitap.com/tr/bunlari-biliyor-musunuz)

Şehremini-Şehrkızı adlı kitabının 62. sayfasında Orhan Koloğlu; "...Bir saraylının, Yemen Valisi Özdemir Paşanın 1540 larda oradan kahveyi getirmesi, bir dönüşü başlatmıştı....Valimizin hemen arkasından, 1554 de Halepli Hakem ile Şamlı Şems adlı iki Arap'ın Tahtakale'de birer kahvehane  açmalarıyla yepyeni bir çağın ilk adımı olur. Mecma-i Zürefa diye nitelenen i Saraya erişemeyen okuryazarların burada sohbet toplantıları başlatması ilgiyi arttırır...İmamlar ve müzezzinler "halk kahvehaneye müptela oldu,mescitlere kimse gelmez oldu."dediler.Ulema ise " Messavihanedür" (kötülükler yeri),ana varamktan meyhaneye varmak evladur" ... diye ifade etmektedir.

Çocukluğumun geçtiği Semtteki kahvelerle ilgili gözlemlerim:

Manisa Şehrinin güzide semtlerinden olan Karaköy kahvelerinde dostlarla bir çay içip dertleşmek de öyle kabarık faturalar getirmezdi.
Şimdiki kahve dünyası kafeleri gibi değildi. Kasa, adisyon v.s. standartlar, misyon,vizyon bilinmezdi. Nevi şahsına münhasır denir, kahvelerin de bulunduğu semte göre şekillenen mahalli kaideleri vardı.Yurt çapındaki kahvelerin ortak kuralları tabii ki vardı. Ben o kadarını bilemem ancak bölgesel gözlemlerim üzerinden bazı sonuçlara varabiliyorum. Birbirinin halini, derdini tasasını bilen insanlar topluluğunun, mahallenin bir parçasıydı. Vakıfbank'ın müşteri arttırmak için kullandığı "halden anlamak" reklam kelimesi olarak değil gerçek anlamıyla vardı.

Sadece ekonomik bir getiri amaçları yoktu.  Günün her saatinde belli insan grupları bulunurdu. Gündüz saatlerinde ihtiyarlar dertleşirler, sohbet ederler, tavla başında rekabet ederlerdi. Şehrin diğer kısımlarında işlerinden dönenlerin oturup sohbet edip kısa kağıt oyunlar çevirdikleri zamanlar akşam üzerleri ve akşam yemeği sonrasıydı. Mahalle kahveleri bir başka açıdan meclis, forum olarak işlev görüyor diyebiliriz. Siyasi düşüncelerin analiz edilerek genel kanaatlerin oluştuğu mekanlardı. Mahallede, kahve bakkal,cami varsa hamam birbirine yakın yerlerde olurdu. Berber, bazen kahvenin bir köşesinde çalışırdı. Hırs,kâr yoktu. Kanaat ve paylaşım vardı.O günler için geçinmek kelimesinin insan onuruna yakışan anlamları vardı.

Doğal olarak şehirleşme köyden kente hızlı göç mahallede oturanların sayısını arttırdı.Yüksek dağlarda oluşan yağmurun karın sel olarak gelip akarsuyu bulandırdığı gibi sanayileşme kent nüfusunu arttırdı. Mukim dostluklar gitgide azaldı, kendi kabuklarına çekilir oldu insanlar, dertlerini paylaşacak sadece ruh doktorları ve psikologlar kaldı.Stres aldı yürüdü. İnsanlar kendi meselelerini çözemez oldular, intiharların oranı artmaya başladı.

Kemerinin yan tarafındaki bozuk para cüzdanını şıkırdatarak dolaşan şef garsonlar ise insaflı ve inisiyatif sahibiydi. Bazen es geçer, hesap düzlerdi, fakir fukaradan -içini acıtanlardan- para almazdı. Durumu bilen hali vakti yerinde bir kısım devamlı müşterisi de şef garsondan para üstü almazdı. İfşa edilmez, açık açık konuşulmazdı. Gözler ve gülümsemeler, bazen bir göz kırpışla şef garson durumu anlardı.

Kahveden ayrılmak, hesap ödemek isteyen müşteri ayağa kalkar hesap diye seslenirdi. Ve hızla yanına yetişmek hesabı almak zorundaydı şef garson. Koşa koşa  ya da hızlı adımlarla yürürken  -istemeseler de  o kadar çok bozuk para yüzünden- cüzdan her adımda  şıngırdardı.
(Eski -gençlik zamanlarımın- hatıraları arasında güler yüzlü hareketli bir şefi hatırlıyorum Ahmet (Dolay) Abi. O da diğer şefler gibi müşteri çağırdığında, madeni paraların şıngırtısını azaltmak için sağ eli deri bozuk para kesesinde göbeği oynayarak  (cüzdan mı desem) koşar giderdi müşterinin yanına, sessizce hesabı yapar ve ücreti alırdı.
Yüzündeki tebessümden bilirdik onun içhalini,Oğulları Vedat ve Fuat ta bir süre babalarının mesleğini yaptılar.Vedat iyi futbol oynardı.O da sessiz bir yapıya sahipti. Sonra biri yangın tüpü imalatçılığına,diğeri futbol sektörüne girdiler...)

Şimdiki "cafe"lerde elinizde adisyon makbuzuyla kasaya gidip ücretinizi ödersiniz. Hesap denetimi bakımından da rasyonel bir yöntem olsa da, eski gördüklerimiz bize daha samimi geliyor.


6 Ekim 2016 Perşembe

Verim.

Zamanı verimli kullanmak. Bu cümlenin gereğini layıkıyla yerine getirebilmek zor. Ancak bu zor amaca ne kadar yakınlaşılırsa o kadar iyi. İnsan maddi ve manevi yönleri olan bir varlık.Manevi yönden zaafa düştüğünde maddi kuvvetini kamil anlamında kullanamamaya başlıyor. Sünepeleşiyor, bezginleşip bitkinleşiyor.Ya da başka bir ifade ile miskinleşiyor.
O nedenle manevi yönünü kuvvetlendirmeli ki maddi yönü de buna bağlı olarak kuvvetlensin.
Hayatta başarı  kazanabilmek için manevi olarak güçlenmek zorunludur. 
Yeni ifadeyle içsel itki, eskilerin deyimiyle manevi tahrik insan denen varlığın bedenini ve beynini daha verimli kullanmasına sebep oluyor.
Çanakkale Savaşında Koca Yusuf'un koca top mermisini kaldırması gibi, Edison'un ampulü bulurken yılmadan başarıncaya kadar çalışması gibi...Ve akla gelmeyen nice örnekler...

Günlerin Getirdiği

 İki Eylülden bu yana  yazmadığımı fark ettim.
Yazmak için gereken eşref saati bekleyeyim derken unutup gittim bloğun satırlarını. Bu arada her saniye değişen dünyada ve dünyamda neler olmadı ki.
Çok şükür, 2 Ekim 23.00 sıraları ta dünyanın öbür ucundan kızım geldi, sağ salim. Onun sevinci neşesi yanında diğer olumsuzlukları boş veriyorum. Dünyada her şeyimizin dört dörtlük olması için mücadele etmeye, problemlerle uğraşmaya, ya da eldekilerin kaybetme riski ve korkusuyla pasifliğimi analiz etmeye boş veriyorum.
Allah'ın izniyle bizde var olan, bizlere bahşedilen nice nimetleri fark edip şükretmek varken, neden olmayanlar için üzülüyoruz ki. Olmamasında da vardır bir Hikmet deyip es geçebilmeliyiz.
Okullar açıldı küçük oğlan lise ikiye yani 10 sınıfa başladı. Geçen hafta İzmir'deki bir maçta bileğini incitmiş sağ kolu alçılı alçılı dolaşıp duruyor.
Yine 10 gün kadar önce büyük oğlum da dershaneye başladı. Hareketlerinde bir heyecan, yeniden başlamanın tatlı güzel bir telaşı var. Başarma azim ve gayreti içinde görüyorum. belki birkaç küçük aksaklık olabilir. Aşar gider, neleri aşmadı ki. Her şeye rağmen amacına kilitlenip başarıya ulaşacağını düşünüyorum ve güveniyorum. İnşallah her üçü de muvaffak olacaklar.
Biz de, anne baba olarak her üçüne elimizden gelen desteği veriyoruz. Her ne kadar bazen isteklerini tam karşılayamasak da, elimizdeki imkanların durumunu ve böyle olmasının sebeplerini izah ederek ikna etmeye çalışıyoruz.
Dünyada her şey bizim isteklerimize göre ilerlemiyor. Bazen yeni bir gelişme için imkanlarımızı riske atabiliyorken, bazen de var olan dengeyi koruma refleksiyle isteklerimizi gelecekteki beklentilere göre sıraya alıyoruz. Bu da hemen sonuç almak ve amaca hemen ulaşmak düşüncesinde olanlarda kırılganlıklara sebep oluyor. Doğal olarak ana sebep, imkan/istek dengesine her birimizin farklı bakmasıdır. Sorunun çözümü birbirimizin isteklerini yeni bir noktada, yeni bir denge kurarak karşılayabilirsek bulunabilir. Çözüm birbirimize imkanlarımızı, amaçlarımızı ve korkularımızı iyice anlatabilmekle açık iletişimle bağlantılı diye düşünüyorum.
Hayat akıp gidiyor üzülsek sıkılsak, boşversek de... Akıp giden zaman içinde sadece kayda geçen eylemlerimizin sorumluluğu omuzlarımızda bir klasör yükü olarak dolaşıyor ömrümüzün sonuna dek.
Eğer eylemlerimiz pozitif , insani ve maddi çevremize yararlı eylemlerse bu klasör yükünü taşımak mutlu bir haberi, müjdeyi taşımak gibi yormuyor insanı. Işıltılar içinde güzel bir yolda ilerliyormuş hissiyle yürüyorsun... 
Eğer omuzundaki klasör negatif eylemlerle doluysa, sanki ağır, pis kokulu kirli, ayıplarla dolu bir çuvalı omuzlarında istemeyerek taşımaya çalışıyor, sürüklüyor gibisindir. Bataklık, karanlık gizli korkularla dolu bir yolda   bir gizli yer bulup atmak istersin ya öyle bir şey... 
Fakat,o pis çuvaldan ve yoldan  gerçekten tam anlamıyla kurtulmak istersen onun da kolaylıkları var... Sadece pozitif eylemlerle dolu klasörleri taşıyanların yoluna girmeye  niyetlendikten ve son kararını verdikten sonra, iç dünyanı arındırıp kolayca geçebilirsin.
En güzeli; bir şekilde kafamızın önemli bir bölümünü olumlu ya da olumsuz olarak  işgal eden o klasör çuvalından unutarak kurtulmak ve hiç bir şey yokmuş gibi sıfırdan pozitif bir sayfa açarak başlamak... 

Her sabah dünya yeniden kurulur, her sabah taze bir başlangıçtır. 

Her şey sende başlar ve sende biter.
İşte böyle, mevzuya nereden girdik nereden çıktık,

Yine iç hesaplaşmalarımın dışavurumunu paylaştım gayri ihtiyari olarak.

2 Eylül 2016 Cuma

Yaz sonu bitkinliği

(İşyerinde arkadaş uyardı.-Abi ne zamandır blog sayfasına yazmıyorsun! Ben de uyarısını dikkate almak zorunda hissettim. Ne yazayım diye düşünürken başlayıverdim hayırlısıyla...)
. . .
Ağustos sıcakları da geçip gidiyor. Havada, sıcaklardan yorgun düşmüş yellerin ılık serinliği dolaşıyor. Bazen benim, bazen senin bağrına hafif ferahlıklar bırakıp, başka taraflara doğru usulca geçip gidiyor.
Ama, sadece havada değil, ağaçlarda da sıcaklarla mücadele etmenin yıpranmışlığı, yerlere dökülmeye başlayan sararmış yapraklarla kendini belli ediyor.
Hepimizin üzerinde bir bitkinlik var. Gerçekten de sıcaktan serine geçmek ilk  anda insanı bitkinleştiriyor. Vücut kimyası  yani hormonlarımız kendini hemen adapte edemiyor sonbahara.
Ancak hayat devam ediyor. Bizi yıpratan sıcakların meyvelerin olgunlaşmasına vesile olduğunu, sıcakların sonunda bereketli hasatların beklediğini de unutmamalıyız.
Ağustos ortasından itibaren ovanın yüzünde bağcıların telaşını sadece o işlerle irtibatı olanlar bilir. Bizim gibi şehrin mutena mevkilerinde klima gölgelerinde çalışan hazırcılar ve onların cevresinde geçinip dünyadan bi haber evlad-ı iyali değil.
Önceki zamanlarda şehir ova ile çok daha bağlantılı idi. Bağbozumu, pamuk hasatı ve tütün zamanı bilinirdi. Toprakla uğraşanların dertleri ve telaşları şehirde yaşayan insanları etkilerdi. Esnafı, çerçisi, manifaturacısı, bakkalı,kuyumcusu bilirdi."Üzüm veresiye, tütün veresiye" leri ve tütün taban fiyatının kaç olduğunu,  borsayı kuru üzümü. Traktör kasalarında ovaya giden üzüm kesicilerini, pamuk toplayıcılarını, dayıbaşıları unuttu yeni nesil... Şehir sanayileştikçe bunlar geride kaldı.
Artık çeyizine  eşya alacak parayı biriktirmek için,  traktör kasalarında elinde yiyecek çıkını ile kasa kenarına büzülmüş beyaz yaşmaklı, güleryüzlü genç kızları göremezsiniz. O kızlar evlendi, çoluk çocuğa karıştı ve şimdi çocukları, -yine bir kısmını başları yaşmaklı da olsa- yüzleri yorgun ve karamsar, otobüs duraklarında kendisini fabrikaya götürecek servis araçlarını bekliyorlar.
Onlar sabahın köründe servis otobüslerine binerken yolun karşı tarafında da yarım saat sonra yine yüzleri yorgun ve bitkin vardiyadan çıkmış servisten inenleri görürsünüz.

Köyler kasabalar ve ovalarda yaşanılanlar onlar için sadece annelerinden çocuklarına anlatılan hatıralar yumağıdır artık...(02 Eylül 2016-16.20)

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Karanlık kuyulardan Aydınlık Kıyılara Doğru

İnsan her yeni gün olumsuz haberler duymaktan dolayı ne televizyon, ne internet haber veren hiçbir kaynağı görmek istemiyor. Sıkıntılar üzüntüler ülkede yaşayan bireyleri kaygıların derin kuyularına düşürüyor. İnşallah tez zamanda elem ve kaygılarla dolu derin kuyulardan, umut neşe, barış ve huzur dolu aydınlık kıyılara ulaşılır. 
Düşman zihnen ve bedenen felç etmeye uğraşıyor. Ülkede yaşayanlanları atalet içinde pasif olmasını olayları uzaktan seyretmesini ya da kendi istediği eylemleri yapması için farklı yönlerden manupule etmeye çalışıyor. Asimetrik savaş yaşanıyor.Düşman net olarak ortada görülmüyor. Sadece birilerinin düşmanın çıkarlarına hizmet eden eylemleri ile varlığı anlaşılıyor. Yeni savaş biçimi bu,  Ülkenin nadide kurumlarının bir an evvel yeni savaş çeşitlerine göre mücadele edecek bir yapıda düzenlenmesi gerekmektedir. Sadece güvenlik kuvvetleri açısından değil stratejik öneme sahip diğer devlet kurumlarının da buna dahil edilmesi şarttır. Haberlerde anlatılan acı olaylardan çıkarılan sonuç bu. 
Doğal olarak düşman  düşmanlığın yapacaktır. Doğal olmayan savunma reflekslerinin dumura uğramasıdır. Bir an önce  gaflet uykusundan uyanarak devletin ve milletin varlığını tehdit eden şer odaklarına / ocaklarına karşı yapılması elzem olanı yapabilmektir. 
Allah memleketin dirliği ve birliği için gayret gösterenlere yardım etsin. Güç, kuvvet versin.

18 Ağustos 2016 Perşembe

Ne olacak bu memleketin hali.

      Ülkenin batısında yaşayan bizler, sadece gelen haberlerden izlediğimiz doğudaki terör olaylarına üzülüp kahroluyoruz.Kendi aramızda,dost sohbetlerinde üzüntümüzün belirten ifadeler kullanıyoruz. Vatandaşlar olarak gerçekten, samimiyetle her hangi bir art niyet taşımadan içimizden geçenler bunlar. 
     Ancak yeterli mi ? Bir kötülük gördüğünde eliyle düzeltmeye çalışmak, güç yetmezse diliyle yanlışı ifade ederek düzeltilmesine destek olmak , o da olmazsa kalbiyle buğzetmek (Ki imanın en zayıf noktası budur.) Peygamber tavsiyesidir.  
   Ülke günden güne karanlık bir kaosun, bir girdabın içine sürükleniyor. İçimiz, ruhumuz durgunlaşarak, bezgince izliyoruz -film izleyen bir seyirci gibi- olan biteni. 
     "Devlet,organize olmuş toplulukların,milletlerin  ideallerinin iradesini temsil eder" diye tanımlar devleti bir düşünür. Atalarımız "ya devlet başa ya kuzgun leşe" demişler. Yine " besle kargayı oysun gözünü" ata sözünü de söylemişler.
   Devletimizin başında bulunanların akıllıca düşünüp hızlı, etkin, acil çözümler ve tedbirleri uygulamaya koymaları gerekiyor. 

    Bizler, Anadolu coğrafyasının batı ucunda yaşayan Türk milletinin fertleri olarak neler yapmalıyız?

    Dünyanın egemenleri, emperyal çıkarlarına engel olduklarını düşündükleri ülkelerle aklın mantığın almadığı yöntemlerle -istediklerini kabul ettirinceye kadar - mücadele ederler.
Saldırı altındaki ülkenin idarecileri -eğer sağduyularını kaybederlerse- ülke adına yararlı yaptıklarına inandıkları bir kısım eylemin aslında düşmana yaradığını farketmeyebilirler.
     Bu gibi zamanlarda düşmana karşı birleşerek ortak akılla, iştişare ile düşünce üreterek, akılcı eylemlerle soğukkanlı ama hızlı ve etkin bir şekilde mücadele edilmelidir. "Mevzu Vatansa Gerisi Teferruattır" sözünü düstur alarak kişisel ya da politik kavgaları bir yana bırakmalıdır.
Etrafımızda son yirmi yıllık sosyal, siyasal ve askeri olaylara baktığımızda, düşmanın kendi amaçları için  kullandığı insanlarla teslim aldığı ülkelerin nasıl bir acı, yıkım  ve kaos ortamında bulunduklarına hep beraber şahidiz.
   Irak'ta bir zengin ile bir fakirin huzursuzluk ve endişesini düşünün,Bir memlekette huzur kalmadığında ne zenginliğin ne paranın ne de malın mülkün anlamı kalıyor. Huzursuz Irak'ta zengin bir insan olmak mı? Huzurlu bir Irak'ta bir fakir olmak mı? Burada ülke ismini değiştirebilirsiniz. Eskiler "Allah dirlik ve düzenimizi bozmasın" derken bunu kastediyorlardı.
    Düşman keşke her zaman mertçe topuyla tüfeğiyle karşımıza çıkabilecek cesareti gösterebilse. Binlerce yıldan bu yana doğuda Çin sınırında, batıda Viyana önlerine kadar ve Kore ve Kıbrıs dahil ne zaman karşımıza çıksa dersini almıştır. O nedenle dersini aldığından başka  yöntemlerle işini gördürmektedir. Vatandaşlarımızın içindeki iyiniyetleri, inancı,imanı manupüle ederek, niyetlerini örterek kandırmaktadır. Bazen din kisvesi altında, bazen ırk, bazen mezhep çatışması bahaneleriyle birliğimizi beraberliğimizi kardeşliğimizi hedef almaktadır. Mertçe değil, kalleşçe devam eden örtülü bir savaşın göbeğindeyiz.
   Ümitliyiz, nice sıkıntıları aşmış Yüce Türk Milleti bu günleri de Allah'ın izniyle, evlatlarının fedakarlıkları ve ferasetiyle aşacaktır.













17 Ağustos 2016 Çarşamba

Gerçeğin Sadık Bekçisi Olmak.

Bugün odatv internet sitesinde emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz'un Cumhurbaşkanımıza yazdığı bir açık mektup vardı.Okudum. Açık mektubunda gündeme dair tecrübelerini, önerilerini ve isteklerini iletiyordu. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası emekli bir komutanın düşüncelerinin ilgili makamlarca önemseneceği kanaatindeyim. Mektubun içindeki aşağıdaki  cümle dikkatimi çekti;
"Her dediğinize “evet” diyen ve size ve ülkenin geleceğine zerrece katkısı olmadığı açığa çıkmış bazı danışmanlarınızı da etrafınızdan uzaklaştırmanızı, gerçeğin sadık bekçilerine çevrenizde yer vermenizi bekliyoruz."
Özellikle  "Gerçeğin sadık bekçisi olmak" kelimesi keşke herbirimizce uygulanabilse.O zaman ülkenin bir çok sorununun düzeleceğine inanıyorum.
Yani araştırmaları ve deneyimleriyle doğruluğunu test edip kanıtladığı fikirlerinden taviz vermeden,eğilip bükülmeden duran mert insanlara ihtiyacımız var. Her rüzgarda fırıldak gibi dönmeyen,baskı karşısında fikirlerinin haklılığını söylemekten vazgeçmeden bekleyenler lazım memleketimize.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Altıncı Yıl

Blogda ilk yazıyı 8 Temmuz 2011 tarihinde yazmışım.Bu gün ise 15.Ağustos 2016.Aradan geçen zaman içinde hayatımda bir çok şey değişti.Gelişti...
Öncelikle, aynaya baktığımda 2011 deki ben değilim gördüğüm. Çevremde nice yakınlarım gitgide eksiliyor.Kimi ebedi hayata yolcu oluyor, bazısı da uzaklara göçüyor. Ancak hep aynı yerlerde gezip dolaştığımdan değişenleri farkedemiyorum. Çünkü değişim denilen şey bir anda oluşmuyor. Eskilerin deyimiyle tedricen -yani yavaş yavaş - oluşuyor. Değişim aniden olursa zihninde yer ediyor insanın.
Öyle işte, öylesine ...
Sonra eskisi gibi yeniliklere hevesim kalmadığını,dolabımdaki eşyaların yıllar içinde fazla değişmediğini farkediyorum. "Şu ayakkabı alalı beş yıl olmuş, şu ceketi alalı onüç yıl olmuş" diyorum kendi kendime...
Sonra evden eskisi kadar sık ve heyecanlı çıkmadığımı, günden güne daha durgunlaştığımı hissediyorum.

12 Ağustos 2016 Cuma

San antonio texas 2 / Mankurt

Sonunda o gün geldi.
Biraz buruk biraz üzüntü serpilmiş bir akşam vakti kızımı,arkadaşını ve büyük oğlumu uğurladık İstanbul'a gitmek üzere İzmir'den.
Büyük oğlum İstanbul Yeşilköy'de kalacak okuluna gidecek, Kızım ve Arkadaşı ise başka bir uçakla önce Paris'e ,oradan da Houston şehrine uçacaklar.
Yolculuk esnasında sağlıklı haberleşemedik. Ara ara mesajlar gönderdiler. En son Houston'a indiklerini üç buçuk saatlik bir karayolu yolculuğu yaptıklarını yaklaşık kırkbeş dk sonra San Antonia ya ulaşacaklarını ifade etti.

...

Zaman geçti. 
Şu an 12 ağustos 2016 yaklaşık iki aylık süre zarfında memlekette neler oldu neler bitti, neler geçti.
Başlıbaşına acı bir olay 15.Temmuz'u yaşadık. İnanamadık köprüye yerleşen tanklara ve halkına silah doğrultan askerlere ve ateş eden ve cana kıyan... 
Nasıl bir cinnettir bu. 
Dualı peygamber ocağını bu hale sokanlara lanet olsun.!  Helikopterlerle  güvenlik güçlerimizin üzerlerine, binalarına takır takır mermi atan hainlere ve onları bu hale -mankurt haline- getirenlere lanet olsun.
Ve yaklaşık 27 gün geçmesine rağmen hatırladıkça kelimelerin yetersiz kaldığı bir sıkıntıya duçar oluyorum. Gerçekten ya dar kelime dağarcığımın etkisi, ya da bu laneti bir insan olarak nasıl yapabildiklerine hala anlam verememem. 
İnşallah gereken dersleri, lüzum eden tedbirleri alıp böyle bir acıyı bir daha yaşamayız.
Yapılacak olan adaletle, akılla, bilimle ve 5000 yıllık tecrübe ile devlet idaresini yeniden düzene sokmak...
"Tedbir iyidir ama güvenmemek daha iyidir" demiş bir düşünür...

Saat 15.25 yazısı.27.06.2016

Yarı uykulu gözlerle bakıp duruyorum ekrana. Nedenini tam çözemediğim bir bezginlik içindeyim. Oruç mu, uykusuzluk mu, atalet mi,motivasyonsuzluk mu? Bir şeyler yazarak ataleti yenmek için uğraşmaya başladım. İnşallah hayırlı bir sonucunu görürüz. Günler gelip geçiyor. Ben ise yol kenarından geçen günlere bakıyorum. Günün içindeyim ama sanki dışarıdan seyrediyorum. Kendi tekdüzeliğimi, yeknesaklığımı. Konuşmak da gelmiyor içimden. Bazen etrafımdakileri de kırdığım oluyor. Bu durum yaşla ilgili sanırım. Andropoz kelimesi. Tip 2 diyabet rahatsızlığı ile birlikte androjen hormonlarının azalması bitkinlik, bezginlik, sinirlilik yapıyor olabilir. Bezginliklerimin sebebini buldum mu?

Şehirde dün ikindiden sonra hava kapanmaya bulutlanmaya başladı.Bu sabah hava yine bulutluydu.Yaz aylarına denk gelen Ramazan günlerinde havanın serinlemesi oruç tutanların rahatlamasını sağlıyor. Şehirde imkanı olanların evlerindeki klimalar gürül çalışıyor. Ne gecenin sessizliği,ne sabahın sükuneti kaldı. İçeride serinlik, dışarıda gürültü... Kliması olmayanlar serinlemek için pencerelerini açıyorlar. Klimaların gürültüsü odalara giriyor. Uyumaya çalışanların kulaklarında yan komşudaki dış klima ünitelerinin odayı serinletmek için asenkron motorların pompa ve pervane çevirirken ortaya çıkan mekanik seslerini dinlemek mecburiyetinde kalıyorlar. 
Yani apartman,elektrik,teknoloji ,kolaylık, konfor ve huzursuzluk. Birileri rahata ererken diğerleri sıkılıyor. Otopark, yoğunluk, sıkışıklık, huzursuzluk. Çarpık kentleşme, şehirleri bırakıp köylere mi kaçmalı...İmkan bulursan yap.

...Yine takıldım.Ne yazayım ki diye düşünmeye başladım. Konular bulmak, yazmak mecburiyetin deymişim gibi uğraşıyorum. Bu çabaların insana yararı olabilir. Klavyeye bakmak beyninden geçenleri klavye üzerinden bilgisayarın ekranına ve hafızasına aktarıvermek. 

Mümin Sekman'ın Ataleti yenmek kitabını okuyorum. Şu anda bilgisayarda kendimi zorlamamın sebebi de bu.İçimden gelen boş ver bırak akışına  iç sözlerinin akıntısına direnmeye çalışıyorum. Başaracağım. İçimden bana seslenen olumsuz fısıltıları, az duyan sol kulağıma aktaracağım ki duymayayım. Sağ kulağımda ise fısıltısını arasıra duyduğum güzel sözlerin artması için beynimin bu sözleri söyleten nöronlarını uyandırağım, iç benliğimdeki olumlu sesleri teşvik edeceğim.

İlk Işık

İnsan sabah uyanıp şöyle bir  çevresine bakıp da  -güneşin ilk ışıklarının dünyaya sunduğu güzellikleri fark ettiğinde-  içinde umutlar, sevinçler pır pır etmeye başlıyor.
Sabahın  insan hayatında önemli bir yeri var. Hayatın zorlu mücadelesine umutla başlayabileceği manevi kuvveti topluyor.
Güneşin ilk ışıkları doğu dağlarının zirvelerinden göründüğünde, ilk ziyalar vurduğunda bulunduğunuz yana, dünyanın canlandığı hissedilir.
Şafaktan sonra hava aydınlandıkça kuş cıvıltıları gitgide artmaya başlar.
Bir sükunet vardır ortamda, dinlenmiş, uykusunu almış insanların sakin yürüyüşleri, mutlu gülümsemeleri, neşeli konuşmaları...
Havanın aydınlığı arttıkça gürültüler de yavaş yavaş artmaya başlar.
Uzak dağların doruklarında, gri kayalardan yansıyan ilk ışıklar, biraz aşağıda sabah sislerinin arasında nazlı nazlı sallanan uzun çamların tepeleri belli belirsiz fark edilir.
Daha da aşağılarda sararmış kırların, bodur ağaçların batıya doğru uzanmış gölgeleri görünür.
İlk ışıklar herbirini ayrı ayrı aydınlatır, artmaya başlayan ısısıyla gecenin serinliğini unutmalarını sağlar...
Gecenin sonunda, ilk aydınlığın işareti göründüğünde, gecenin derdini çekenler için -diğer geceye kadar- tasaların bittiğini anlatır  ufuktan ta uzaklardan ancak ulaşan ilk ışık pırıltısı ...

11 Ağustos 2016 Perşembe

Köprüler

Köprüler vardır yolları birbirine bağlayan,
Yolları bağlayan bir uzun köprü,uzak gönülleri de birbirine bağlar.Küçük köprüler de vardır,yakın görülen ama birleşemeyen yolları ve gönülleri birbirine bağlayan.
Köprünün uzunluğu,geçtiği suyun genişliğine bağlıdır. Ve bu tür uzun köprüler uzun emeklerin,çabaların sonucunda iki yakayı birleştirirler. İşte bazen uzak ve birbirinden ayrı gönülleri birleştirmek için de benzer  çabayı  göstermek gerekir.
Kısa köprüler,bazen derin uçurumların,  dibi görünmeyen yarıkların üzerinden iki yakayı bağlarlar.Ve bu köprüleri yaparken oluşacak bir hata köprü inşasında çalışan kişinin / kişlerin derin uçurumlara düşmesine hayatını kaybetmesine yol açar.
Bazı gönüllerin arasında da derin ayrılıklar vardır. En küçük bir hata gönül köprüsünü yapmaya uğraşanın hayatını etkiler.
Yunus Emre ne demiş." Gönüller yapmaya geldim." Çevresindeki insanlarla "köprüleri atmış" kişiler vardır. Kendi kabuğunda herşeye ve herkese uzak kalan, şüpheyle bakan. İşte gönül köprüsü ustaları bu insanların köprülerini tamir etmeye uğraşırlar.
Anadolu bozkırlarının yanık sesi, Rahmetli Neşat ERTAŞ'ta "Köprüden geçti gelin,saç bağı düştü gelin" diye bahseder köprülerden. İçinde hüznün ve özlemin sarmal olduğu bir türküdür bu. Yurdundan, yuvasından uzaklarda gurbetin bitmez derinliklerinde ekmek peşinde koşan,  sıla hasretiyle boğazları düğümlenen bozkır çocuklarının bir isyanını mı terennüm etmekte acaba diye düşündüğüm de olmuştur.
"Malabadi Köprüsü burda başladı bitti şu garibin öyküsü" diye Selçuk Alagüz 1970 yıllarda söylediği bir parça da aklımda kalmış.

Yine fethin coşkusunu veya işgalin hüznünü bağrında saklayan köprüler de vardır. Bence İvo Andriç'in "Drina Köprüsü" romanı köprü konusunda bir başyapıttır.

Şehirlerin kaderini etkileyen nehirlerin şehirlerle nişan yüzüğü gibidir köprüler.  Birbirlerine birleştirir. O yaka ile bu yakayı. 
Her şehrin geçmişten günümüze kadar gelen tarihinde köprülerle ilgili nice acılar, hüzünler, mutluluklar saklıdır. Bazen nehre düşen birine ağıttır, (Şu Fırat'ın suyu akar derindir) Bazen fetih alaylarının davullarla zurnalarla karşılandığı bir duraktır.

Manisa'dan Saruhanlı'ya  doğru giden İzmir İstanbul karayolunun hemen Manisa çıkışında Gediz nehri üzerinde bir demir köprü vardı. Trafiğin az olduğu yıllar boyunca kullanıldı. Yol dar gelmeye başladığında yanına yeni büyük bir beton köprü yapıldı. Fakat eski dar ve alçak  demir köprü de yerinde duruyordu.
Batı Anadolunun İç Anadoluya sınır olduğu yüce dağların başındaki karlar, baharda erimeye başladığında ya da günlerce süren yağmurlardan sonra, önce dereler kabarır. Ardından Gediz Nehri ile  köprünün hemen yanında nehirle birleşen Kemalpaşa dağlarının sularını getiren Nif çayı da yavaş yavaş yükselmeye başlardı. Önce alçakta olan eski  demir köprü tasan sulara teslim olur, ardından su seviyesi yeni beton köprünün hizasına kadar gelirdi. Yoldan köprüden  gelip geçenlerde geçiş anında bir kalp çarpıntısı olurdu. Hızla akan kabarık suyun gücü bir kısım insanları heyecana garkederdi. Hamile kadınların mümkünse biraz daha beklemesini salık verirdi güngörmüş ihtiyarlar. Ne olur ne olmaz derlerdi. Hamile olana fazla heyecan gerekmez.
 Her iki tarafta işlerinden dolayı köprüden yararlanmak zorunda olanlar endişelenir."Gediz yine taşar bu gidişle" diye bağlarına bahçelerine köprüden geçerek gidecek olanları bir tedirginlik sarardı. 
Manisa'nın Karaköy kahvelerinde sobanın etrafına,  ellerinde yiyecek çıkınlarıyla oturmuş bağcılar, budakçılar gelecek at arabasını/aracı beklerken böyle konuşurlardı. Çünkü Gediz taşmışsa işe gidemeyecek ve yevmiyelerinden olacaklardı.
Her ne kadar korkarlarsa korksunlar sonunda korktukları başlarına gelirdi. Bir sabah uyandıklarında köprünün sular altında kaldığını karşıya geçilemeyeceğini görürler ve çaresizce beklemeye başlarlardı. Bu bazen dört bazen altı yedi günü bulurdu. Sadece köprü değil nehrin kenarındaki bağları ovanın çukur (su seviyesine yakın) yerlerini de su basardı. Belli bir süre şehrin gündemi bu olurdu. Bir kısım genç ve dinç meraklılar üşenmeden Ulucami ve daha yukarılardan ovaya bakar ve durumu Karaköy kahvelerinde bekleyen ihtiyar bağcılarla paylaşırlardı. Akşam yeni gelen bilgilerle yeni muhabbetler kurulur, eski bağcılar yine eski zamanlardan kalmış hatıralarını paylaşırlardı.
Günler sonra konu unutulmaya, normalleşmeye başladığı bir sabah "sular çekildi" haberleri doluşurdu kahvelere.Gençlerde bir telaş.  Babalarına gelirler " hadi baba atı arabayı hazırlayalım, ovaya gidelim" derlerdi. Babalar ya da ihtiyarlar hiç istiflerini bozmazlar,"sakin ol oğlum ovaya bir haftadan evvel inilmez, arabaları batırırız, bağların arasında çamurdan dolaşamayız,biraz daha beklemeliyiz" diyerek onları sakinleştirirlerdi. 
Bir yaz günü ikindi sonrası arkadaşlarla istasyondan demir köprüye kadar yürümüş ve aşağıda suya girenleri seyrediyorduk. O sırada At arabasıyla bağından gelen ihtiyar bir amcanın  köprüden geçerken hayıflandığını,kendi kendine söylendiğini kızdığını  farkettim. Başını kızgınlıkla sallayarak "Hala bu demir köprüyü kullanıyoruz,yuh olsun bize" dedi...
Soramadım neden böyle dediğini,yolun darlığına kızdığını düşündüm.

(GEDİZ HAVZASINDA TARİHİ KÖPRÜLER VE FONKSİYONEL ÖZELLİKLERİ Historical Bridges in the Gediz Basin and Their Functional Features Doç. Dr. Mehmet Akif CEYLAN*
http://e-dergi.atauni.edu.tr/ataunidcd/article/viewFile/1021007375/1021006613)










27 Haziran 2016 Pazartesi

Tebessüm

"Bir tatlı tebessümün bin vuslata bedeldir."

Tebessüm ne güzel bir kelime. İnsan bu kelimeyi yazarken bile  hoş duygulara bürünüveriyor. Sanki hipnozun bir başka türlüsü.Candan bir tebessüm kötülüğü yenmek için fırsat sunuyor karşıdakine. Ve havaya pozitif iyilik ,mutluluk,sevgi iyonları salıyor. İyiliği gerçekleştirme eylemi için hiç bir şey yapamasa bile insan sadece tebessüm etse o bile yeter. 

Peygamber Efendimiz ne güzel buyurmuş;"

"Mü’min kardeşinin yüzüne tebessüm etmen senin için bir sadakadır. ” 

Kardeşine güler yüzle konuşmaktan ibaret bile olsa, hiçbir marufu/iyiliği küçümseme."

İnşalllah bu mübarek sözleri  uygulayabilenlerden oluruz.

22 Haziran 2016 Çarşamba

Saati Beklemek

   Altı aydan bu yana çalıştığım kurumun ildeki ana merkezindeyim. Bina yaklaşık yüz yıllık.Geçen asrın başlarına ait duvarlar merdivenler aynen korunmaya çalışılmış. İçeride dolaşırken genelde bir genişlik ferahlık hissi oluşuyor, ancak sessizliğin iyice arttığı anlarda eskinin meçhülüne karışmış ihtişam bir tedirginlik getiriyor.
  Görevliler de binanın genişliği gibi geniş ve rahat. İşler yavaş yavaş olup gidiyor. Bazı birimlerde telaş olsa da koridora akseden bir durum olmadığından diğer birimler yine bildiği sükunet içinde görevlerini yapıyor. Görevlerin ne derece önemli ve stratejik olduğu zaten genel havadan belli oluyor.
   Bir kayıtsızlık başıboşluk havası hakim her yere. Sanki ana bina olmanın, idare merkezi olmanın ehemmiyeti sebebiyle çalışanların üstlerine bir pervasızlık sinmiş gibi.
  Uzay  çağı, hız çağı, ses hızının birkaç kez aşıldığı bu zamanda değilde, binanın yapısıyla özdeşleşmiş eski bir zaman ötesi yerde kendi kendine hareket ediyor gibi bina çalışanları.
   Ben de alışıyorum gitgide ve çalışıyorum. (!) Hep aynı yollardan geçerek  yüz yıldır işlerini sonuçlandırmak için 48 basamaklı merdiveni inen ve çıkanların ayakkabılarının sürte sürte yıprattığı merdiven taşlarına ben de basıyorum her sabah ve görev mahallime gidiyorum.
    Nice kişilerin tekaüte ayrıldığı odalardan birinde, şimdi yazı yazdığım bilgisayar karşısındayım. On yıl öncesine kadar daktiloların bulunduğu bu masalar artık daha sessiz. Sadece klavye şıkırtıları duyuluyor. Önceki zamanlarda şaka şak şak  daktilo sesleri gelirdi her yandan..
        Bekliyorum 
                   saatin beş olmasını, 
                                          mesainin dolmasını, 
                                                     takvimdeki bir yaprağın daha solmasını , 
                                                                                                     bekliyorum.

19 Nisan 2016 Salı

İzmir Caddesi

1976, İzmir Caddesinin ismen değil cismen İzmir Caddesi olduğu son yıldı. Hacı Yahya Camisinden Kırmızı Köprüye doğru ilerlerken sol köşede bulunan "sabahçı kahvesi" yirmidört saat açıktı. Sabaha az bir zaman kala otobüsten inip konaklama imkanı bulamayanların, yola çıkacakların bekleme, dinlenme mekanıydı. Sandalyeye oturup kollarını masaya kavuşturduktan sonra kapanıp uyuyanlara karşı kayıtsızlığım o günlerdendir. Bir türküde geçer "Bize mesken oldu kahveler hanlar" doğrudur. Yokluğun, sınırlı maddi imkanların arasında bir kolaylık tesisiydi bu ve benzeri işlev gören kahveler.



Bu cadde İzmir'den İstanbul yönüne giden ve gelen  otobüslerin geçiş güzergahı idi.

Caddenin, garaja varmadan önceki son en önemli noktası ise Sultan Camisi önündeki kavşaktı. Düz giderseniz garaja, sola dönerseniz İstanbul'a yönlenirsiniz. Sağınızda Saruhanbey anıtı ve biraz ileride Muradiye Camisi bulunurdu.
Muradiye Camisinin batı kısmında sürücü eğitimi verilen araçlar park ederdi. Ehliyet sınavları da bir zamanlar Muradiye Camisi yakınlarında yapılmıştı. Direksiyon kursu araçları vızır vızır dolaşırdı. Beyaz bir Murat 124'ün ön kapılarında "Ayrancı Direksiyon Kursu" yazısını hatırlıyorum.

Karaköy halkı, bir sabah kalktıklarında semtin sessizleştiğini   yılların  hareketini azaltamadığı İzmir Caddesinin boşaldığını farkettiler. Ve cadde boyu, ta garaja kadar olan her yer. Ve garaj da. Garaj o günden sonra eski garaj olarak bilindi.
O sabahtan itibaren otobüs gürültüleri, havalı kornalar, muavinlerin seslenişleri, sabahçı kahvesindeki beklemeler bitti. Karaköy dinginleşti. Sakin bir semt oldu. Bunu kestirenler yeni garajın etrafında konumlanmıştı. Kestiremeyen, imkan bulamayanlar sessizliğin içinde kaybolup gittiler.
2006 yapımı Arabalar 1 animasyon filmindeki Radyatör Kasabası gibi olmuştu. Karaköy semti yeni bir döneme girmişti. Ancak onu kurtaracak Şimşek McQuen hala çıkmadı. 

Yeni Otogar törenle açılmıştı. Artık otobüsler İzmir-Bursa sürat yolu olarak adlandırılan yolu kullanmaya başlamışlardı. Otobüs gürültüleri de yeni Otogarın etrafına. Ve şehir dağ yamaçlarından aşağı doğru  büyüdükçe Gediz Ovası da yavaş yavaş toprak kaybediyordu.

Lise yıllarım başlamıştı ve günlerim Karaköy İzmir Caddesinden çok çarşıda meslek lisesi etrafında geçmeye başlamıştı. Bu nedenle Karaköy'deki değişikliği layıkıyla  gözlemleyemedim.

Anarsi yıllarıydı.  Şehir ülkücüler- solcular olarak  kamplaşmıştı.  Ulupark - Fatih Parkı arasında şehir yeni gayri resmi bölgelere   ayrılmıştı.  Faşistlerden / komünistlerden kurtarılmıştı.(!) Anneler, Babalar okula giden, sokağa çıkan çocuklarının başına bir şey gelir, bir kör kurşun deyer korkusuna kapıldılar. Bir sokak üstümüzde evleri aynı sırada olan iki arkadaşımın abileri biri sağcı diye Adliyenin yanında, diğeri solcu diye Trabzon'da vurulmuştu.(1979) İlkokulda, doğumuzdaki Ön lisans kavşağından Arap alanına çıkan sokakta oturan benden üç yaş büyük bir abimiz ise lise'de okurken öldürülmüştü. Hala hatırımdalar.(1977)  Allah Rahmet Eylesin.






15 Nisan 2016 Cuma

Manisa Bitpazarı da Değişti.

Manisa Bitpazarı da değişti.Manisa Bit Pazarı zenit 122 �le


1976 yılına kadar şehrin garajı buradaydı. Şehrin hal'i (taze meyva ve sebze toptancılarının bulunduğu yer) buradaydı. Oto tamirhaneleri garajın etrafına yayılmışlardı. 1977 yılından 2010 lu yıllara kadar şehrin en önemli pazarı perşembe günleri bu bölgede kurulurdu. Önce garaj gitti yeni İstanbul yolunun yanına. Ardından yeni garajın doğu kısmına yeni hal yapıldı ve taşındı. En son perşembe pazarı yeni hal'in yanına taşındı.

Şehrin bu muhiti gitgide sessizleşti. Sakinleşti. Sokaklarından bir günde geçen insan sayısı çok düştü. Boş dükkanlar çoğaldı. Bir kısmı depo oldu. Bir bölümü harabe oldu. Öyle ki bu semtin üst kısımlarındaki mahallelerde  oturanlar gece saatlerinde bu sokak aralarından geçmeye korkar oldu.

En eski oto garajının kuyumcular çarşısı tarafında, yani kuzey  kısmında ise bedesten vardır. Garaj işlerken bu bedestende neler yapılırdı hatırlamıyorum. Ancak garaj kalktıktan sonraki yıllarda eski kapı pencere, dolap, çatı yıkıntılarından çıkan uzun ağaçların, sırıkların boy boy sıralanıp satıldığı bir mekan idi. İşte bu Rum Mehmet Paşa Bedesteni Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından içi boşaltılarak nikah ve toplantı  salonu haline getirildi. Bedesten duvarına yaslanan  her iki yanındaki dükkanlar da restore (!) edildi.
Siyah renkli kepenkleriyle hangi tarihi dönemi simgelemek amacıyla yapıldığı anlaşılamayan bu dükkanlar şimdilik kapalı duruyor. Restore edilmeden evvel buralarda ayakta zar zor duran küçük esnaf barınırdı. Şimdi onlarda yok. Nerelere gittiler ?

Bedesten etrafında ömür geçirmiş eski sakinleri  restorasyon konusunda ne düşünüyorlar ? Ayakkabı tamircileri, semerciler, demirciler, kavafiye malzemesi satanlar, terziler, saatçiler neredeler? Sessizce kimseye bir şey diyemeden hayatımızın görünen kısmından kaybolup çekildiler. Bedestenin her iki tarafından aşağıya inen sokaklarında, bir tarafta siyah kepenkleri kapalı işlemeyen dükkanlar, diğer tarafından ayakta durmaya çalışan esnaf.

Bu bölgede  bir hareketsizlik oluşmuş. İnşallah hayırlı bir değişimin başlangıcı olur.

Seyyar satıcıların konuşlandığı doğu kısmında ise; Büyükşehir Belediyesi tarafından takip edilen bir proje ile bu bölgedeki dükkanların dış görünüşleri eski haline dönüştürüldü.

Batı kısmına göre bu bölgenin canlılığı 2012 den bu yana bir hayli arttı. Özellikle Suriye krizinden sonra yurda giren ve göç dalgasının etkisiyle  kendini Manisa'da bulan mültecilerin ihtiyaçları için en ekonomik alış veriş mekanı oldu. Perşembe günleri boş olan sokaklar günden güne yeni satıcılarla doldu. Ancak genellikle eski elbise satıcıları ve temel ev eşyası satıcılarının yoğunluğu artıyor.. Bu bölgedeki kapalı dükkanlar da yeniden açılmaya başladı.

Bu bölge ile ilgili bir başka husus ise Siirtlilerin ve Bitlislilerin toplanma mekanı. Bir çok küçük kahve,çay ocağı  var. Kahveler Çeşnigir Camiinde öğle ezanı okunurken birden boşalıyor. Oturanlar namaz saati cemaat oluyor, namazdan sonra yeniden kahve müdavimi. Ve muhabbetler kaldığı yerden bazen Türkçe, bazen memleket şivesiyle ikindiye devam edip gidiyor.  Bazı tarikatların müridlerinin toplandığı kahveler ve toplantı mekanları da mevcut.

Şehirde sükunet ve huzur arayanların, iddiasız abartısız bir gün geçirmek isteyenlerin, yaşı kemale ermiş büyüklerimizin vakit geçirebileceği bir bölge olarak da tasnif edilebilir.

Perşembe günleri satış yapmak için açılan yer sergilerinde artışın olduğu gözlemlense de haftanın diğer günlerinde sabit esnafın alışverişlerinde canlanmaların olduğu ifade ediliyor. Konuştuğumuz bir kısım esnaf önceki yıllara göre durumdan oldukça memnunlar.

Ancak canlanma halkın alım gücünün  azalması sonucu da oluşabilir. Suriyeliler ve Manisa Şehrinin orta tabakasının durumu pazarda hareketlenmeye mi yol açtı?
Yoksa nostalji peşinde koşan antika meraklıları mı? diye düşündüğümüzde ise eski giyim ve ev eşyası satıcılarının artışı gerçeği,  antika meraklılarının etkisini gölgeliyor.

Perşembe günlerini iple çeken bit pazarı müdavimleri ise son durumdan memnun değiller. Çünkü piyasada alıcıların çoğalması satıcıların umudunu / pazarlık gücünü  arttırıyor. Müdavimlerin pazarlık gücünü azaltıyor.

Pazarda eski huzuru bulamadıklarını, ortalığın gitgide kalabalıklaştığını anlattı bir müdavim.

Onlar hobileri, merakları için bu düşünce içinde olsalar da, esnafın memnuniyeti daha ağır basıyor.

Mali durumu kötüleşen halkın sınırlı gelirini hayati gıda harcamalarına ayırdığı, gelir kaynaklarından artan kısım ile diğer ihtiyaçlarını ikinci el eşya pazarlarından karşıladığı sonucuna da varılabilir.

Suriyeliler, orta direk, müdavimler ve esnafın durumlarını gözden geçirerek memleketin Manisa bit pazarından görünüşünü irdelediğimizde, memlekette fakir fukaranın çoğalması sebebiyle eskiye rağbetin arttığı anlaşılıyor.

Her ne kadar atalarımız "Eskiye rağbet olsaydı, bit pazarına nur yağardı." deselerde..





14 Nisan 2016 Perşembe

Sanal Orman

Uçsuz bucaksız sanal ormanda ne arayanın olur ne de soranın.
Sadece dünyanın işinden gücünden, kafandaki karmaşıklıktan fırsat bulup aklına gelirse ara sıra bir kaç tuşa dokunup, içindeki sesi monitörle paylaşmak...
Bilinmeze yazmak.
Havaya ellerinle bir yazı yazarsın ya yanındaki arkadaşın okusun diye.
Öyle bir şey...

Eski Yazılar

İkibinonüç yılının aralık ayının ilk on günü de bitti. Durgunluk var hayatımda. Dingin,durgun bir haldeyim.
Sanki birşeyleri bekleyen insanlar gibiyim. İstasyonda, gelecek trenden inecek bir yolcuyu / dostu bekler gibi.
Ya da postacının kapıyı çalıpta ümitlendiği bir konuda haber getirmesini bekleyenlerin sıkıntılı bekleyişine de benziyor.
Sabah işe geliyorum. Hiçbir şeye dokunmak istemiyorum. Öylece akşamın oluvermesini bekliyorum.
Bir şeyler yaparsam, başka bir şeyleri kaybedecekmişim, başka bir şeylerden uzaklaşacakmışım gibi bir halim var. Gözlemek gözlemlemek, bakmak, uzaktan takip etmek istiyorum. Neyi, neden, nasıl,bilmiyorum. Tereddüt, kararsızlık bu duruma getirdi beni.
Birşeyler yaparken ya eldekileri de kaybedersem tedirginliği var. Sağlık olsun.
Derin bir nefes çekerek kapatıyorum sayfamı...

Uyanış

Mart bitti, Nisanın ortalarına geldik. Hava bazen serin bazen sıcak ama gitgide ısınıyor. Güneyimizde bulunun dağlara yemyeşil kadifeler seriyor tabiat. Tüm canlılarda bir başka coşku oluşmasına yol açıyor. Hayatımızda Malta semti ile Çarşı arasında yürümekten başka hafta içi faaliyet olmadığından ancak güneydeki dağın yeşile bürünen yamaçlarını seyretmekle yetiniyoruz.

Tabiat Yaratanın kendisine bahşettiği döngü içinde güzelliklerini sergileyerek görevini yerine getiriyor. Mevsimden mevsime farklı hallere bürünüyor. Baharda uyanıyor her zerresiyle, yazın olgunlaşıyor ve güzün yavaş yavaş sararıyor, havalar serinledikçe içine kapanıyor. Uzun kış soğuklarını atlatmak için uykuya dalıyor. Yaşamak için, kendisine tevdi edilen görevi yerine getirmek gayesiyle renkten renge,şekilden şekile dönüşüyor, kendini koruyor ve geliştiriyor. Dallarıyla, yapraklarıyla, tomurcuklarıyla, çiçekleriyle, meyvalarıyla, dökülen yapraklarıyla. Kuşlar, kuzular, bilcümle diğer canlılarda kendi devranlarını yaşıyor ve gelişiyorlar.

İnsanoğlu da bunun parçası ama kendini tabiatın akışına bıraktığında böyle. Fakat genellikle son yıllarda farklı hallere bürünmeye başladı sanki insanoğlu. Tabiatla beraber değilde savaşır gibi, rakip gibi oldu. Kirlenen hava, kirlenen su, deniz, daha çok kazanma uğruna bozulan dünya dengesi. Kısaca eskilerin ifadesiyle dünya hırsı, daha çok kazanma, üretme derdi olmuş insanoğlunun. Egoist, benmerkezci bir bakış kaplamış gözünü, ruhunu. Açı, açığı, yoksulu, fakiri, yeşili, çiçeği, böceği gördüğü yok. Varsa yoksa daha çok yemek ve kazanmak ana amacı olmuş insanoğlunun egemenlerinin ve onu örnek alan benzerlerinin.  Daha çok ye, daha çok harca, daha çok tüket. Daha çok üretim, daha çok tüketim...

Bize bahşedilen dünya nimetlerinin sınırları olduğu bilinmesine rağmen zaptedilemeyen hırslar yüzünden gitgide dünyada huzuru, mutluluğu bulamaz oluyoruz. Sonra psikolog kapılarında elimize verilecek birkaç hap için sağlık dilenciliği yapıyoruz. Suni çözümler içinde bazılarımız.
İfadem kendini düzenleyerek insanca yaşayabilme imkanı olduğu halde, doğal dengeyi kaybedenler için geçerli tabii ki. Yoksa gerçekten ihtiyacı olanlara değil.

Bilsen de, bulsan da, farketsen de bir şey değiştiremiyorsun. Her birimiz tek tek  yakalanmışız hazlarımızdan, tüketim çılgınlığı bırakamıyoruz...

Uyanmak.
Sabah yatakta gözlerimizi açtığımızda uyku aleminden dünyaya uyanıyoruz ama  dünya aleminde bir başka uykunun içine çekiliyoruz.

İnşallah gerçekten uyanacağımız günler yakındır.

12 Nisan 2016 Salı

san antonio texas

Nasip olursa 2016 yılı yazında -yani bu yaz- Hacettepe Üniversitesinde İngilizce mütercim tercümanlık bölümünde okuyan kızım San Antonio da  dondurma pizza hediyelik eşya satan bir işyerinde yabancı dilini geliştirecek.
Kafam karışık, kız başına uzaklara gitmesi beni tedirgin ediyor.
Yanında çok sevdiği arkadaşı da var ama bakalım nasıl olacak.
Riske girmeden de gelişme zor oluyor.
Bir aşamadan sonra biz anne babalar onların kararlarına danışmanlık yapmaktan öteye karışamıyoruz. Karar veriyorlar ve o kararın nasıl daha yararlı ve az riskli hale getirilebileceği ile ekonomi yönünde katkılar konusunda yardımlarımız talep ediliyor.
Çok şükür soruyorlar. Etrafımızda sormadan eyleme geçenler de var.
Bir başka açıdan da biz hayattayken onların uçabildiklerini (!)  hayatı başarma gayretlerini görmemiz bize kıvanç veriyor.
Karmaşık duygular.
İçinden bir ses "müdahale" etmeni, başka bir ses "uzaktan takip et uçuyorlarsa kanatlarına dokunma" diyor.
Doğru olan iyi hedeflere doğru uçmalarına karışmamak mı, ya da iyi kötü nereye uçarlarsa uçsunlar, ine çıka doğru yönü bulabileceklerine inanarak beklemek mi? Çünkü her iniş bir tecrübedir.
İnşallah hayırlısıyla, mutlulukla gidip sevinçle dönerler.

8 Nisan 2016 Cuma

Murakabe

Saat 16.42, günlerden Cuma, Ayın sekizi, Aylardan Nisan, Yıllardan 2016
Yine bir iş gününün son dakikalarındayız. Bastıran yağmur sıcağı ve bungun hava dışarıda hareket etmeyi zorlaştırıyor. Hemen terlemeye başlıyoruz. Güneybatıdan gelecek yağmurun ön habercisi nemli ve sıcak bungun hava. İş yerinin camları açık, dışarıdan mı içerden mi geldiğini anlayamadığım ince sesli bir arabeskçinin bezdiren musikileri ortalığı daha da sıkıcı hale getiriyor.
Sol kulağımda çınlama var. Sesleri eskisi kadar net algılayamıyorum. Bazen kelimeleri anlayamayıp anladığım en yakın kelimeye göre tefsir edip cevaplar veriyorum. Bu da odadaki gençlerin yüzünde bir tebessüme yol açıyor. Ben tebessümlerinden anlıyorum yine bir gariplik yaptığımı. Tekrar sorduğumda anlamam için daha yüksek sesle cevaplıyorlar. Eğer konu bir şaka,muziplikse bana tekrar edinceye kadar soğuyor  ve anlamını yitiriyor. O nedenle her şeyi dinlemeye,anlamaya çalışmayacağım. Yetsin artık bu güne kadar dinlediğim ve anladıklarım. İçe dönüp tefekkür zamanı geldi. Hayatı ve yaşadıklarımı muhasebe / murakebe edip hazırlıklarımı tamamlamaya çalışmalıyım.

31 Mart 2016 Perşembe

Yeni Bahar

Yazmak gelmiyor içimden. Masa başında oturup bilgisayarda interneti açarak sabah okuduğum haberleri yeniden göz gezdirmek de can sıkıcı.
Geçenlerde -boş zamanlarımda okumak niyetiyle- evden kitap getirdim. Kitap masamın üzerinde iki üç gün bana baktı -oku beni demek ister gibi-ben de ona baktım ancak okuyamadım. Okumak için bana eşref saat lazım. Zaman ve ortam uygun olduğu halde eşref olmayan saatlerimde okuma dışında gereksiz işlerle ilgileniyorum. Belki kendimi bu bahaneyle teselli ediyorum.

Takip ettiğim -evde beni sabırla bekleyen- dergilerim var. Sistemli olarak okumakta güçlük çekiyorum.
İş dönüşleri yemeği beklerken evde televizyonun karşısında yarı uyur yarı uyanık vaziyette kablo tv den bilimsel, teknik kanalları bulup seyrediyorum. Bu yayınlar ilgimi çekse de zamanla annemden dinlediğim  tatlı ninniler gibi geliyor...

Beşinci katta bulunan eve çıkınca yeniden aşağıya inmek içinden gelmiyor. Bir yorgunluk çöküyor, En azından yemekten sonra hareketli olmalı, vücuttaki enerjiyi harcamalıyım. Bu defa da yemek sonrası rehavet sebebiyle uzanıyorum televizyon başındaki uzun koltuğa. 

Bahar geldi. Hafta sonları bisikletle kısa turlar planlamalıyım. Aktif hale gelmeli, kış uykusundan uyanmalıyım. 

Önceki yıllarda arkadaşlarla birlikte bazen bisikletlerle gezilerimiz ,bazen de yaya yürüyüşlerimiz olurdu. Eve döndüğümde görevini yerine getirmiş insanların huzuru içinde hissederdim kendimi. Daha mutlu,daha pozitif bir gün geçirirdim.

İnşallah yeniden başlarım,başarırım. (31.03.2016 Perşembe 15.11)


28 Mart 2016 Pazartesi

Bitkinlik-Bezginlik

Dün gece saatler ileri alındığı için sabah daha erken uyandım. Hazırlandım. Kahvaltımı yaptım. Mutfak penceresinden doğuya baktım.Hava bulutluydu. Ancak dün havanın serinliği hissettiğimden tedbir olarak ceketimin altına süveterimi giydim. Dışarı çıktım.

Evin güneyinde bulunan sokaktan aşağıya doğru adımlamaya başladım. Bu yol hiç bir yere sapmadan doğruca gideceğim yerin yakınına kadar beni götürüyordu.
Yolun sağından doğuya yürürken karşıdan esen ürpertici serin bir rüzgarla karşılaşınca hemen sol tarafa geçerek siperlenerek yürümeye devam ettim.

Aynı yollardan, aynı kaldırımlardan, aynı vitrin önlerinden, aynı apartman girişlerinden, aynı pencere önlerinden geçe geçe sonunda işyerinin -yılların yıprattığı- mermer merdivenlerine ulaştım.  Ama nefesimin azizliği, hızlı yürüyüşün yorgunluğu sebebiyle adım adım tırmandım giriş kapısına. Büroya girdiğimde arkadaşlar benden önce gelmişlerdi.Selam vererek oturdum.
...
Akşama kadar yine her zamanki mutadlık içinde vakit geçivermişti. Saat  16 olduğunda  bir yorgunluk çöktü göz kapaklarımın üstlerine, kapattım. Düşündüm. "Böyle beklemektense aç blog sayfasını da bir şeyler doldur" dedi içimdeki ses.Yazının başlığını bitkinlik mi,bezginlik mi..Şu an saat 16.56...

25 Mart 2016 Cuma

Güvenlik

Lodos dün sabahtan beri bazen hızlı bazen yavaş esip duruyor Manisa Şehrinin üstünde.
Yerden havalanan çöpler buldukları başka bir köşeye döne döne iniyor. Sokakları temizlemekle görevli işçiler defalarca aynı noktayı temizlemek zorunda kalıyorlar.
Salı gününden itibaren bir telaş işyerinde hazırlık, ön hazırlık yapılıyor. Bir büyük misafirin geleceği anlaşılıyor.

Çarşamba sabah işyerinin merdivenlerinden çıkarken rüzgara karşı mücadele eden temizlikçileri yine gördüm. Rüzgar yaptıkları temizliği anında dağıtıyordu. Onlar da ellerinde sürekli bulunan süpürgelerle sabırla yeniden süpürüyorlardı. Yan tarafta sepetli bir  araç duruyordu.
Güvenlik noktasından geçip sola döndüm kapıdan içeri girip bilgisayarı açtım. Hızlı geldiğimden yorulmuştum. Nefeslendim.

Sağ tarafımda odanın kuzeyindeki pencerede bir karaltı gördüm. Aşağıda bulunan aracın sepeti cama yaklaşmıştı ve içinde bulunan bir şahıs üstten başlayarak tek tek camları siliyordu. Camlar monte edildiğinden bu yana dıştan temizlenmemişti. Silme işini yapan kişinin bareti,emniyet kemeri vardı. Ve yüzündeki ciddiyetten işini iyi yapmaya çalıştığı farkediliyordu.

İş arkadaşlarından birisi Memati'ye benziyor dedi. Kurtlar Vadisi uzmanı diğer arkadaş ta baktı ve "evet benziyor"diyerek teyit etti.
Memati, rüzgarın azizliğine rağmen akşama kadar binanın dış camlarının hepsini temizledi.

Perşembe günü bazı birimlerde daha başka bir telaş hüküm sürmeye başladı.Binanın dört bir yanına güvenlik barikatları yerleştirildi. Sadece Cuma gününe mahsus basın mensuplarına ve işyerinde kalacak personele ait giriş kartları hazırlandı.

Misafir Cuma günü gelecekti.O nedenle Cuma günü  sabah ile öğle arası hazırlıkların kontrol edildiği son aşamaydı. Misafir geldiği anda binada bulunması gerekenlere giriş ve görev kartları dağıtıldı.
Bu işyerinde yeni göreve başladığım için şahsıma ait kimlik kartı değiştirileceğinden kimliksizdim. Özel görev kartım da yoktu. Böylece güvenlik nedeniyle Cuma'dan sonra işyerine giremeyecektim. Misafirlerin güvenliği kurumun işinden ve işleyişinden daha önemlidir. Zaten kurum, personel sayısı ve verimlilik açısından değerlendirildiğinde bu kadar personel çoktu. Giriş izni verilen personelin dışında diğerlerinin şişkinlik  olduğu bir kez daha anlaşılıyordu.

İşin şakası bir yana güvenlik önemli,terörün nerede, nasıl bir lanet eylem ortaya koyacağı belirsiz.
Allah hepimize barış ve huzur içinde bir vatanda/dünyada yaşamak nasip etsin.





22 Mart 2016 Salı

Huri Gelin

Manisa'da Haziran sıcakları yeni başlamıştı. Manisa Pamuklu Mensucat Fabrikası iplik kısmında yıllardır vardiyalı işçi olarak çalışan ve yeni emekli olan İğneci Fatmanım'ın evine önce elinde bakır bir tencereyle Bozköylü Emine geldi. Ardından evin mavi kapısı yine gürültüyle açılıp, gürültüyle kapandı.
"Emine,bak Ayşe de geliyor sallana sallana" dedi Fatmanım,-"Pazardan yeni aldığı terlikleri de giymiş"
Bahçeye öğlen sonrasının gölgesi düşmüştü.Asma yapraklarının gölgesi içerisinin sıcaklığına göre daha serindi.
Yere bir kilim serdiler,üzerine sofra bezini yaydılar, altlığı da koyup bakır siniyi üzerine yerleştirdiler. Bozköylü Emine evden getirdiği tencereyi sininin ortasına yerleştirdi. Mutfaktan bir kaba koydukları yaprakları getirdiler.Yapraklar incecikti.Güneşe doğru tuttuğunda açık yeşil bir renge bürünen yapraklardı.Sininin üzerindeki iç tenceresini biraz kenara ittirip yaprak sahanını yerleştirdiler. Elinde yeni pişirdiği çayı getirdiği çaydanlıkla, kapıyı  zorla açıp içeri giren ise Remziye Hanımdı.
Yaprak sarmacılar dörtlüsü tamamlanmıştı.Önce içeriden dört tane minder getirdiler.
"İyi oldu Allah Razı olsun Fatmanım kilime oturmayalım beton çeker" dedi Remziye Hanım oflayarak."Zaten romatizmalarımla uğraşıp duruyorum."
Bozköylü Emine ; "Senelerce yaz demedin kış demedin gidip geldin fabrikaya, çok şükür emekli oldun da rahat rahat dertleşip söyleşebileceğiz" dedi.
Derin bir iç geçirmesiyle Fatmanım ; "Eh ! Siz olmasanız dört çocuğu evde bırakıp gece onbirlerde şehrin taa alt ucundaki fabrikada vardiyaya gitmek kolay mı ? " diyerek cevapladı.
 İşe başladılar. Haşlanmış yaprakları açarak sol parmak uçlarının arasına  yerleştiriyor, bir kaşıkla diğer tencereden içi alıp yaprağın içine döküyor ve ustalıkla yaprağı sarıyorlardı. Erkeklerin tütün tabakasından aldıkları  tütünü sigara kağıdına sarmasına benziyordu.Her birinin farklı bir stili vardi. Kimi ince ve sıkı, kimi kalın, bol içli sarıyordu.Ve sardıkları yaprakları  her birinin kendi önlerindeki bağdaş kurdukları diz aralarına yerleştirdikleri  küçük tencerelere sıralıyorlardı.
Her birinin önündeki sarma tencerelerinin içindeki sarmalara bakarak,sıralamanın biçiminden kadının yapısını anlayabilirsiniz. Gelişigüzel sıralayanın aceleci ve savruk,sicim gibi sarıp,baklava gibi sıralayanın ise titiz ve intizamlı bir karakterde olduğunu sezebilirsiniz.
Bu durum tütün dizenler içinde geçerli olabilir.
Tencereler yavaş yavaş dolmaya başlamıştı.
Kendi dünyalarında kişisel hülyalarına dalıp sessizce yaprak sarmaya devam ederlerken, biraz ötelerinde bulunan  mavi demir kapı tıngırtıyla yine açıldı. Kapıya baktılar ve yüzlerinde bir gülümseme belirdi. Acıma, şefkat ve iyimserliğin harman olduğu bir gülümseme... Gelen İğneci Fatma Hanımın Muş'tan göçen yeni kiracısı Halis 'in karısıydı. Kadın ince zayıf bir yapıdaydı.Yaşı da belli ki onlara göre çok daha gençti. Hatta çocukları yaşındaydı. İçeri yanlarına doğru yürüdü bir şeyler söyledi kısık kısık. Oturdu. İhtiyarlar da bir şeyler söylediler. Konuşmaya anlaşmaya uğraştılar,
İsmini sordular zar zor. Gelin "Mori" dedi. .İhtiyarlar tekrar sordular. Gelin boncuklarını göstererek tekrar "mori" dedi.  Ama "mori" Remziye Hanımın İşkodra'dan Manisa'ya Balkan Harbi zamanında göçen annesinden babasından  duyduğu kadar sanki evsaybine sesleniyordu."Fatmanın seni söylüyor" dedi. Sonra mori ile huri arasında huri de karar kıldılar. Gülümsedi gelin hoşuna gitmişti. "Huri" yi o da biliyordu."Huri Gelin"e yaprak sarmayı öğrettiler.
Ama bir tutukluk vardı yeni gelende. Gurbetin,yalnızlığın,yurdundan yuvasından uzaklaşan kuşların tedirginliği gibi bir tedirginlik. Bakıyor, dinliyor,onların gösterdiği gibi sarmaya çalışıyordu. Ev sahibi ise -kendisi de Balıkesir Savaştepe'den kalkıp öğretmen olan ilk eşiyle Kütahyanın Gediz Kazası Akçaalan Köyündeki günlerini hatırlayıp-yardımcı olmaya çalışıyordu.
"Hay Allah ! Çayı unuttuk. Çaylarımızı soğutmadan içelim bari" dedi. Bozköylü Emine. Fatmanım bardakları almaya gitti , yardımcı olmak için kiracısı da ardından seyirtti mutfağa doğru. Biraz sonra gelin çay tepsisiyle yanlarına geldi ve çayları dağıttı.
Çayları içerken oturdukları duvar arkasında bulunan gelinin evinden gelen bir  ağlama sesi üzerine hemen kalktı gülümsedi ve  giderken Fatmanım uzattı sarmayı Huri geline;
 "yavrum pişince veririm ama,şimdilik şunu  pişmemiş de olsa bir tane al da tadıver, canın çekmesin" dedi.
Gelin sözleri tam anlamasa da uzatılan sarmayı aldı. Çünkü nice korku,tedirginlik,tereddüt içinde bilmediği bir kentte karşılaştığı bu güngörmüş insanların samimiyeti içini ferahlatmıştı. Almasa olmazdı, daha ilk günden üzmüş olurdu belki de. İsteksizce aldı. İhtiyarlar isteksizliğini utangaçlığına yormuşlardı. Sokak kapısına doğru hızla yürüdü.
Bu arada Parmaklarının ucuyla tuttuğu  sarmadan azıcık ısırdı. İlk defa tattığı çiğ sarmanın garip lezzeti nedeniyle boğazı gırtlağı gerilmişti, yüzünde hiç bilmediği bir tadın memnuniyetsizliği vardı. Kapıya yaklaştığında arkasına öylesine baktı. Kadınlar kendi telaşlarındaydı.
Onlar farketmeden kapının sağ tarafında bulunan kömürlüğe doğru fırlatıverdi elindekini...
...
Ben ise 9 yaşlarındaydım. Fatmanım'ın oğlu arkadaşım Muzafferle, avlularında kapı yanında bulunan kömürlüğün kenarındaki zeytin ağacının üstünde kuş avlıyordum.

14 Mart 2016 Pazartesi

Son Uğurlama

1 Ocak 2016 Cuma günü akşamı iki fincan kahve ve bir kaç bardak çay gece uykumu alıp uzaklara götürdüğünden uykusuzdum.Ayaktaydım.Bazen telefonda bir oyuna bazen bir kitaba,bazen televizyonda belgesel programlarından birine bakıyordum.
Vakit sabaha yaklaştığında birden Merve'nin "enişte,enişte" sesini duydum merdivende,"babam yine aynı oldu yetiş sesiyle" koştuk Hocamın yanına . Başında bir buz torbası tutuyordu baldız. Yüzü morarmıştı . Ne yapacağımızı bilemiyorduk. 112 ye telefon ettik, iki defa aradık.112 nin gelişi kısa bir zaman olsa da bizim için çok uzun bir süre gibi geldi. Fatih 112 karşılamak üzere kapının önüne indi. Ben de indim.Ne amaçla indiğimi bilmiyorum.Ama 112 nin çabuk gelmesine bir faydam olur diye düşünmüş olabilirim. Ancak zeminde tam asansörden iniyorken öyle bir titreme aldı ki. Zangır zangır bir titreme. Dışarı çıkamadan hemen yukarı çıkıp kalınca giyindim. 
Dualarla, evin içinde gidip gelmelerle beklerken çok şükür 112 görevlileri geldi. Rahatladık. Cihazlarını kurup, serumlarla, iğnelerle, kalp masajlarıyla, şoklarla, ne gerekiyorsa yapmaya başladılar. Daha önceki tecrübemizden biliyorduk ve umut ediyorduk ki içerden bir mutlu haber gelecek Hocam ambulansla hastaneye gidecek, inşallah düzelecek... 
Ancak zaman ilerledikçe, görevlilerden bir haber gelmedikçe ve hala kalp masajları ve şok cihazının bip bip sesi devam ettikçe, yavaş yavaş korktuğumuz anın yaklaşmakta olduğunu ürpererek anlamaya başladım.(2.Ocak.2016)
Ve sonunda kapı açıldı, görevli hekim üzgün bir yüz ve üzgün bir ses tonuyla; "Başınız sağolsun, elimizdeki tüm imkanları kullandık ama kurtaramadık zaten geldiğimizde de sıkıntılıydı." diyerek ekip arkadaşlarıyla eşyalarını toplayıp, bizi hocamın ölümünün şokuyla baş başa bırakıp gittiler... 

Allah Rahmet Eylesin Hocam.

"Beraber olduğumuz yıllar boyunca birbirimize kötü sözler söylemedik,birbirimize yardımcı olduk...Bana güvendiğini biliyordum. Ancak farklı isteklerle beni zorlamamak istediğini de biliyordum. Birlikte olduğumuz zamanın o andaki gereklilikleri içinde lazım  olanı yaptık. Kendi koşulları ve imkanlarıyla yaptığı yardımlar destekler oldu. Ben de elimden geldiğince  yardımcı olmaya gayret ettim.Son zamanlarda çok faydam olmadı ama gelişmeler etki sahamın dışında olduğu içindi.Ancak 31 Aralık 2015 akşamı telefon edip yeni aldıkları led televizyonu çalıştırmaya yardım için çağırdığında yanına indim. Televizyonu kurduk, çalıştırdık. Konuşurken sesi boğuktu. Bitkinlik, güçsüzlük vardı. "Otur" dedi ama, yormak istemediğimden oturamadım. "Daha iyi olunca oturur konuşuruz" diyerek ayrıldım. Yüzündeki o anki tebessümü hatıramda, hafızamda  son bir kesit olarak inşallah kalacak.  Son görüşmemizmiş. O akşam anının rutin şartları altında  birbirimizden razı olarak ayrılmanın tesellisi biraz rahatlatıyor."

Şu dünyadan hangimizin nasıl ne şartlarda gideceğini sadece Rabbim biliyor.Bizim de o ana hazırlıklı bulunmamız gerekir. Fakat dünyanın renkleri,sesleri,hazları kısaca cazibesi içinde acı gerçeği kaybediyoruz.Unutuyoruz,ne zaman ki bir yakınımız son yolculuğuna uğurlanacak yine hatırlıyoruz. İnsan denen varlığın bir özelliği de bu olsa gerek. Unutmak...

28/8/2015 günü hocamın ilk krizinden sonraki günlerde not aldıklarımla bu günkü notları karşılaştırdığımda sonucu aynı bağladığımı farkettim. Sonuç başka türlü bağlanamaz ki. Teslim olmalıyız.Unutarak ve bilmezden gelerek bir noktaya kadar yaşamaya devam etsek de yalın gerçekle er ya da geç karşılaşıyoruz, karşılaşacağız.

Hayatımızı her an bir yerlere göçecek bir yörüğün denklerini hazırlaması gibi hazır tutmalıyız. Meçhule giden o yol boyunca gereksinimlerimizi aşağı yukarı biliyoruz. O takdirde hazırlanmalıyız. 

10 Mart 2016 Perşembe

Bir İşe Yaramamak

"Bir  işe yaramamak" öyle bir düşünce geçti içimden. Bilgisayarın başında sabahtan beri oturuyorum. Saat 10.30 da bir iş geldi hallettim. Öğlen olunca arkadaşla dışarıya çıktım. Bir başka arkadaş ziyaretime geldi. Gün boyunca arada çaylar kahveler içtik zaman zaman. Dışarıda dolaştım.Aşağıya indim,yukarıya çıktım. Saat hala 16.40 hala bekliyorum saatın 17.00 olmasını. Bekliyorum.Yarın sabah saat sekizde gelecek  yeniden akşamın 17.00 sine kadar sabırla bekleyeceğim.

Çalıştığım -pardon- oturup beklediğim odada beş  personel daha var. Bazen bir konu açılıyor hepimiz fikrini söylüyor bir canlılık oluşuyor. Genellikle önlerindeki bilgisayar ekranında bir şeyler yapıyorlar. Herkesin ekranı kendine dönük olduğundan internette mi geziyorlar,iş mi yapıyorlar belli değil. Ancak servis sorumlusunun hal ve tavrından işlerin yolunda gittiği anlaşılıyor.

Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf" kitabında, Edremit Kaymakamı olan kayın babasının yanında geçici bir işe giren Yusuf'un, Kaymakamlıkta işlerin yürüyüşünü görünce merak edip babasına sorduğu soru geliyor aklıma ve babasının cevabı.
(Yusuf ;-"Baba çok fazla görevleri yok akşama kadar bekliyorlar. Neden?" sorusunu,  Baba -"Halkın nazarında devletin devlet olduğu -bir iş yapmasalar dahi -onların orada bulunmasıyla belli olur."diye cevaplıyor.)

Uykum geliyor bazen, gözlerimi kapatıp oturduğum koltukta kollarımı masaya dayayarak dinleniyorum.

Bir şeyler olduğunda, ya bir gürültü, ya da kapının ani gıcırdaması... Hemen gözlerimi açıyorum.
Ancak beynimin arka kısımları uyku modunda, şu an bile.

Kendim mi istedim diye düşündüğümde evet kelimesi geçiyor gönlümden evet, öyleyse şikayet ve sitem hakkım olmamalı , bu diyardan gidinceye kadar,bu deveyi gütmeliyim...

Bu diyardan gidiş için gerekli cesaret ve hareket yeteneği de kısıtlı olduğuna inandığıma göre, (başkalarına göre olmayabilir ama ben böyle düşünüyorum.) bekleyeceğim.  Sabırla bekleyeceğim... Diğer bakış açısıyla pusuya yatmış bir mahluk gibi -en uygun zamanda- fırlayıp kalkmak için,gözlemleyip, hızla harekete geçeceğim. O gün için zinde olmalıyım.

Beklediğim o güne hazırlıklı...Saat 16.57 oldu,bugünlük elveda...

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...