24 Aralık 2012 Pazartesi

Beyaz Gemi,Denizin Kıyısında Koşan Ala Köpek

Beyaz Gemi,Rahmetli Cengiz Aytmatov un bir eseri. 20 küsur yıl önce okuduğumda neler hissettiğimi hatırlamadığım için Manisa İl Halk Kütüphanesinden yeniden aldım kitabı.Aldım ve okumaya başladım."Yalın,içten sade,basit,anlaşılır"aklıma gelenleri ifade etmeye çalıştığımda ancak bu kelimeler işime yarıyor.Okuyup daldıkça hikayenin derinlerine,sanki bende karıştım hikayenin içindekilere küçük bir çocuğun gözünden  dedesi ve çevresindekiler,uzaktaki annesi ve babası ,dürbünüyle ufukta görüp devamlı takip ettiği beyaz gemi ,geyiğin başına gelenler ve yaşadığı hayal kırıklığından sonra çocuğun beyaz gemiye ulaşmak için kendini akan sulara bırakması...Üzüntümden hikayenin son kısmını bitiremedim.Birkaç gün sonra bitirebildim. Şu an bile boğazım düğümleniyor.
Denizin Kıyısında Koşan Ala Köpek, 10 yaşlarında bir çocuğun yaşadığı balıkçı köyünün geleneklerine göre rüştünü ispatlama için amcası babası ve dedesiyle çıktıkları ilk balık avı seferi sırasında başına gelenler anlatılıyor. Amcası babası ve dedesi nin kendisi için yaptıklarını öyle bir anlatıyor ki Rahmetli Cengiz Aytmatov okumadan anlaşılmaz diye düşünüyorum.Bu hikayenin sonunda da boğazımda düğümler, gözlerimde yaşlardan iplikler oluştu.
Tüm düşüncelere saygılıyım.Fakat çocuklarımızın yabancı yazarlardan önce kendi kaynaklarımızı okumasında fayda var.Dünya çapında,70 dile çevrilmiş eserleri olan Cengiz Aytmatov ya da büyük hikayecimiz Ömer Seyfettin gibi yazarlarımız varken,kendi dünyamızdan bakışı pekiştirdikten sonra yabancı yazarlar okumak daha mantıklı geliyor bana.(Ömer Seyfettin'in Vire,Kaşağı,Diyet,Primo Türk çocuğu,Aleko gibi daha bir çok hikayesinin çocukların vicdan gelişimi ve milli bilincinin gelişmesine yararı olabileceğini düşünüyorum.

20 Kasım 2012 Salı

20.Kasım 2012 Sıradan bir Sabah

Sabah küçük oğlumun yorganımın üstünde bana yaptığı oyunların sarsıntılarıyla uyandım. Annesi babanı kaldır yardım etsin demiş. O da beni ya ayak altımı gıdıklayarak ya da üzerime atılarak, yorganı asılarak kaldırmaya uğraşıyor. Sonunda başardı. Kalktım. Saate baktım, daha yedi idi. Sofra hazırdı. Sağolsun hanım düzenlemiş. Ocakta çay kaynıyordu.
Kız okula geç gideceği için hala uyuyordu. Belki de uyuyor numarası yapıyordu. Dinleniyordu. Uyanırsa annesi destek isteyeceği için en iyisi yatmak diye düşünmüş de olabilirdi.
Büyük oğlan dün akşam okuldan gelir gelmez yemeği yemiş ve uzanıvermişti, biraz sonra kalkmak üzere. Gece 12 sıraları bir ara telefon sesine uyandı. Ardından tekrar uykuya daldı.
Hanımefendi ise belinde oluşan disk kaymasına önlem olarak beline sarmak üzere uzun bir çarşaf bulmuş beline sarılmasını istiyordu. Sarıverdim. İnşallah yararı olur.
Bu arada küçük oğlum para istedi. Boyoz alacakmış. Bugünlerde boyoz merakı başladı. Her sabah iki boyoz alıyor. Okulda yiyor.
Hanımefendinin hazırladığı çorbayı birlikte içtik. İçine nane, kekik, acı biber katınca daha da lezzetli oluyor.
Ardından iki bardak çay içtikten sonra işe gitmek üzere  evden ayrıldım. Saat 07:33

13 Kasım 2012 Salı

08 Kasım 2012

Kasım ayına geldik. Bir kısır döngü halinde her yıl aynı takvim yapraklarını -sadece yıl hanesi değişmiş olsa da-çevirip duruyoruz sanki. Fakat eğer aynanın yanına koymuşsanız takvimi, her yeni gün yeni başlayan eskilikleri gösteriyor bize aynalar. Yeni başlayan eskilikler mi desem, eskimekte olduğumun belirtileri mi. Cahit Sıtkı Tarancı en güzelini söylemiş... Bu konuda başka sözler gereksiz kalıyor.
Havalar -önceki Kasım ayında olduğu gibi-gitgide soğuyor. Hırkalar kazaklar kışlıklar çıkarıldı bile geçen baharda yerleştirildiği yerlerden. Yerlerine yazlıklar. Büyük oğlum bile 17-18 yaş dumanları arasında farketti havanın soğumakta olduğunu ve geçen gün ilk defa kolsuz atletini giydi içine. Bu durumda benim de yün süeterimi giyme zamanım gelmiştir demektir. Küçük oğlumla eşyaları karıştırırken abisinin eşyaları çıktı önümüze. Abisi dünyanın en meşgul ergeni olduğundan kullanmadığı giysilerinin bazılarının kendisine küçüldüğü kardeşine denk geldiğinin de farkında değil. Gel oğlum dedim dene şu elbiseleri. İstemeyerek sırayla denemeye başladı. Üzerine denk gelenleri ayırdık. Kendisine küçük gelenleri amcaoğluna daha da küçük olanlarını da küçük panter halaoğluna vermek üzere .

8 Kasım 2012 Perşembe

Geç Okunan Ezan



(1977-1980 senelerindeki Ramazanlarda Manisa da Hacıyahya Camisi etrafında geçirdiğim günlerin birinde aklıma iftarı camide cemaatle açmak geldi. Bazı iftarları camide açmak nasip oldu.)

On bir ayın sultanı o mübarek günlerde iftar saatinin din görevlileri için özel bir önemi vardır. Müezzin, ezan saatinden evvel minareye çıkar ve iftar saatinin dolmasını, topun atılmasını bekler, vakit geldiğinde aceleyle akşam ezanını okuyup minareden hızla inerek kamet getirir ve  imamın cemaaatle namaza başlamasını sağlardı. Müezzin olmazsa imamın arkasında bulunan cemaatten birisi de okuyabilirdi. Hatta imam olmasa bile cemaatten bilen biri namazı kıldırıverirdi. Her şeyin bir kolayı (b) planı vardı.

Bu güzel ve özel günlerde Hacıyahya Camisinin diğer ismiyle İki Lüleli camisinin yakınlarında oturan Mutlu, Topçu Asım ve Lalapaşa Mahallesi sakinleri ise bu caminin akşam ezanını beklemezdi.

Diğer camiler okuyup bitirdikten sonra tek bir ezan sesi duyulurdu. O da bizim caminin  müezzinin aceleyle  okuduğu ezanıydı. Çünkü  müezzin genç ve hareketli bir gençti. Deli fişek akşama kadar son model honda motorsikletiyle işlerinin peşinde dolaştığından mıdır bilinmez, iftar vaktine doğru pili biterdi. Zaten zayıf olan bünyesi dayanamazdı.
Yarı baygın zor ulaştığı iftar vaktinde diğer camilerin  müezzinleri gibi, eline bir parça oruç bozacak yiyecekle yavaşça minareye çıkacak kadar tedbirli değildi, orucunu açıp biraz atıştırmadan, minareye çıkamazdı.

 Her iftarda mı böyle olurdu, yoksa benim bulunduğum günlere mi denk gelmişti?

İftarı beklemekte olan ihtiyar çoğunluklu oruçlu cemaat tarafından, caminin bahçesinde uygun bir zemine ikindiden sonra ıslatılıp hala nemini koruyan  hasırlar serilirdi. Vakit iyice yaklaştığında beraberce bağdaş kurarak sıkışırdık sofra etrafına. Hasırlara yayılan  eski gazeteler üstüne  fırından yeni çıkmış dumanı üstünde mis gibi kokan bir kaç pide hızla bölünürdü. Top patladığında ve ezanlar başladığında evlerden getirilen birkaç parça yiyecek, zeytin ve hurmadan oluşan bu basit sofrada besmele ile hızla atıştırılmaya başlanırdı. Temmuzun tüm sıcaklığını akşama kadar yaşayan susuz ve yanık vücutlarımız yemekten çok suyu özlerdi. İki lüleli Camisine Sivrice Tepesi eteklerinden eski sırlı künklerin içinden geçerek gelen serin suyu kana kana içerdik.

Caminin imamı  ya da müezzini hızla orucunu bozarken, sofradaki ihtiyarlar müezzine seslenirlerdi. -"Hadi oğlum ezanı oku". Müezzin halsizliğinden bu uyarıları fazla dikkate almadan birkaç lokma daha yemek çabasında. Bir başka ihtiyar -"düzen bozuluyor. Böyle mi olurdu eskiden" diyerek tekrar müezzine sinirli sinirli seslenir, birkaç kişi daha kızınca müezzin minareye doğru seyirtmeden önce, sofradan eline bir parça daha pide alıp fırlayıverirdi.  Müezzin minareden indiğinde biz de caminin içinde cemaatle namaza hazır olurduk. Namaz hızla kılınır ve yemeğin kalan kısmına devam etmek üzere ya dışarıdaki hasır üstünde bekleyen sofraya, ya da eve doğru  yollanırdık.

Akşamın alaca karanlığının sokaklara çöktüğü o saatlerde camiden çıkıp İzmir Caddesinin üst kaldırımından batıya doğru yürürdüm. Koca cadde sessiz olurdu. Geçtiğim diğer sokaklarda ıssızlaşırdı sanki. (Herkes evinde kendi halinde şarkısındaki gibi )
İftar sofralarına oturmuş aile üyelerinin kaşık çatal tıkırtıları ve "oğlum suyu dolduruver, anne pideyi uzatırmısın" sözleri dışarıya duyulurdu. El ayak çekilen, kimsenin bulunmadığı sokaklardan ilerleyerek eve gelirdim.

Yer sofrasında yemeğe kaşık sallayan Babam, Annem ve kardeşlerim kapıdan girerken hep birlikte bana doğru bakarlardı. Elimi yıkar, iftarın kalanını tamamlamak üzere selam verip sofraya çöküverirdim.

Şimdi düşünüyorum da camide oruç bozduğumuzda yediğimiz sıcak pidenin ve zeytinin tuzlu tadı ve kokusu özlemle karışık olarak hala gönlümün bir köşesinde bulunan hatıralar yumağının içinde özel bir yerde.

Allaha şükür nice pideler, zeytinler, farklı yemekler yedik  ama o tad hala aklımda!
Sebebi nedir?
Uzak bir hatıra olduğundan mı?
Hatıralar eskidikçe daha mı önem kazanıyor?
Ya da açlıktan ve susuzluktan bize çok lezzetli mi gelmişti?

Bilmiyorum...

20 Temmuz 2012 Cuma

Faik oğlu Kadir

Faik Abi ile oğlu  Kadir.  Bizden 5-6 yaş küçüktü Kadir, fakat sokakta oyunlarımıza katılmak isterdi. Biz de el ayağa dolanmasın diye istemezdik. Bir gün sokakta arkadaşlarla kovboyculuk oynarken Kadir yanımıza gelip oynamak istedi yine, ama Avanak Avni gibi daha konuşmasını bile beceremiyor, koşamıyordu. Yürümeyi  bile daha yeni öğrenmişti. Kovboy oynayanlara ise hızlı silah çekip hızlı kaçan yiğitler lazımdı. Ama babasının önünde ağlayıp sızlıyor, mimikleriyle ve ekşimiş suratıyla "Baba beni de oynatsınlar" demek istiyordu.
Sonunda Faik Abi dayanamadı ve "oğlumu da oynatın" dedi. İki kapı ötede olan bir kapı komşumuz olan Faik Abi'yi kıramazdım. İstemeyerek Kadir'in  eline kendi naylon tabancamı verdim. Kadir, yavaş yavaş oradan oraya koşturup degav degav diye bağırıp seviniyordu. Fakat çete arkadaşlarım  bana kızıyordu. "Haydi yenileceğiz  al silahını çabuk gel" diye sesleniyor, sitem ediyorlardı.
Ben nasıl hainlik yapıpda silah arkadaşlarımı yalnız bırakabilirdim.Oyun arkadaşlığının kitabına sığmazdı. Bir daha da oyunlarına beni almazlardı. İçimde köpüren sabırsızlık dalgalarını daha fazla bastıramadım ve... "Faik Abi arkadaşlar beni çağırıyorlar" deyip Kadir in elinden silahımı hızla kaptığım gibi öbür sokağa doğru zor durumdaki çete arkadaşlarıma  yardım için fırladım gittim. Kadir önce bakakaldı ardımdan ve sonra diğer sokaktan bile duyulacak bir feryatla ağlamaya tepinmeye başladı.

 Faik Abi'nin, ilk oğluydu Kadir, göz bebeğiydi. Ağlamasına dayanabilir miydi? Sokaktan bir kez daha koşarak  geçtik. Naylon tabancamı kastederek seslendi; "oğlum ver biraz daha oynasın Kadir"dedi.
Koca Faik Abi 3 kuruşluk naylon tabanca için yalvarıyordu bana . Ben de "oynadığımı oyundan sonra vereceğimi "söyledim. Öfkelendi. "Ben bilirim yapacağımı" diyerek. Dişlerini sıktı,kıpkırmızı yüzüyle ağlayan Kadir'ini kucağına alıp evlerine doğru yürüdü gitti.
Biz oyuna devam ediyorduk...
Dalıp gitmiştik savaşımızın içine...
Belli bir süre sonra Kadirin sesi soluğu kesildi.
Sokaktan son geçişimizde anladık neden sustuğunu. Bize elinde bulunan tabancayı nişan almış, tutuyordu.Ve bu silah hiçbirimizin elindeki, yakınlardaki diğer mahallelerde bize düşman olan çocukların ellerinde de olmayan kalitede inandırıcı bir silahtı. Durduk, silahı inceledik.
Ağırdı, demirdi. Gerçek tabancaydı, "altıpatlar çevirmeli" dedi bir oyun arkadaşı.

Faik Abi ise (çocuğunun sesini kesmesinden dolayı rahatlamış bir yüz ifadesiyle) biraz ileride kapılarının önündeki beton basamağa oturmuş sakin sakin bize bakıyordu. Faik Abi kızmış ve içerden kendi silahını getirip oğluna vermişti.

Gerçekten yapacağını bilmişti.

Şimdi böyle babalar var mı ? Ağladığında oğluna oyuncak tabanca yerine gerçek tabanca veren.
(İyi ki de yok) Soğukkanlı / mantıklı düşününce yanlış bir şey ama, son cümlede anlatmak istediğim oğlunun isteklerine verdiği önemdi. Bir de ağlayan çocuğun ebeveynde oluşturduğu stresin ne derece yüksek olduğunu anlamamıza yarıyor. Dünyanın en sıkıntılı sesi vıyak vıyak ağlayan çocuk sesi.

20 Temmuz 1974 Gözlemler


Sabah uyandığımda güneş bir hayli ilerlemişti.Evimizin mutfağının üstünde bulunan taraçadaydım. Biraz ötede gece işten gelmiş olan babam uyuyordu.Temmuz sıcakları bastığında Manisaya, şehirde yaşayanlar serin bir yer ararlar.Gece işten gelen babam da içerde uyuyamayınca taraçaya, benim yatağımın yanına bir şilte serip açık havada uyumuştu anlaşılan. Saat 07.20 şöyle bir gerinerek etrafa baktım.Annemin bulduğu ve babama zorla  açtırdığı envayi çeşit teneke kutulara dikilmiş çiçekler de beni selamlıyordu. Çevrede arı ve sinek vızıltılarına karışmış çiçek ve ot kokuları sıcağın yavaş yavaş artmasıyla yayılıyordu. Derin bir nefes çekip Sivrice tepesine doğru baktım. Yaylaya gidenlerin eşeklerine bağırışları, eşeklerin tıkırdayan ayak sesleri geliyordu kulaklarıma.  Çünkü biraz geç kalmışlardı. Sıcakta yokuş çıkmak meşakkatlidir.
Taraçanın güney kısmında küçük bahçemize dik açı ile inen tahta merdivenden aşağıya indim. Hol kapısı açıktı. Hol kapısının sağ üst kısmında iki demir raf üzerinde duran 6 büyük pilli Hislon radyomuzun düğmesini çevirdim .Önce bozuk düğmesinden dolayı cızırtılı bir ses, ardından Bülent Ecevit in sözleri duyuldu."Kıbrıs Barış Harekatı başlamıştır, askerimize karşılık verilmezse bizim askerlerimizde karşılık vermeyecek " anlamında sözlerdi aklımda kalan. Kıbrıs a askerimiz çıkmıştı. Haber bitmeden apar topar yukarıya babamın yanına koştum." Baba baba Kıbrıs ta savaş başlamış, asker çıkmış radyo söylüyor."
Babam hemen kalktı, bereberce  aşağıya radyonun altına indik.O da heyecenlandı. Haberler kısa sürmüştü. Hasan Mutlucan'dan kahramanlık türküleri çalmaya başladı radyo,on beş dakikada bir kısa haberler veriliyordu savaşla ilgili.

Kahvaltıdan sonra çıraklık yaptığım çarşıdaki ayakkabı imalat atölyesine gittim.(5 sınıfın yaz tatilindeydik. Ağustosta sünnet olacak; Eylülde Ramazan da ortaokula başlayacaktım. İşte o yaza ait bu anlattıklarım ) Giderken sokakta gördüğüm insanlarda heyecan vardı. Korku, tedirginlik, endişe ile karışık gergin bir gurur.

Şehirde önceki günlerde arasıra rastladığımız taşkınlıklara,kavgalara,nizalara,şen şakrak gürültülere rastlanmıyordu.Akgün mahallesi bile 20 Temmuzdan önceki gibi değildi.Savaşın bizlere  verdiği  düşünceli durgun,ağırbaşlı bir hal vardı genelin üzerinde.

Atölyede elimiz işte, kulağımız radyoda. Haberler başladığında hepimiz pür dikkat. Günaydın Gazetesi muhabiri Adem Yavuz un öldüğü haberi, Albay Karaosmanoğlu'nun şehit olduğu haberi, 54 şehidin olduğu haberi...

Beyaz filin önünden geçerken SSK giriş kapısı önündeki Hür ışık gazetesinin günlük nüshasını okurdum. Manisaspor ne yapmış? Siyah beyaz baskılı gazeteyi okumaya çalışırdım.

Savaş günlerinde Hür Işık tan başta gazeteler de asılmaya başlandı. Günaydın Gazetesinin öğleden sonra gelen 2.inci baskısını hatırlıyorum. Baskılar 4 sayfadan oluşuyordu. Gazeteyi daha iyi okuyabilmek için birbirimizi iterek öne geçmeye çalışırdık. Öndeki bazen yüksek sesle okur. Vay be. Helal olsun Askerlerimize. sözleri gelirdi önden arkadan.

Beyazfil önünde toplanıp sütundaki haberleri okuyan bizler çulsuzlar takımıydık. Cebimizdeki sınırlı parayı öğle yemeği mi? gazete mi? seçeneği içinden öğle yemeğini seçenler grubuyduk. Şehirdeki diğer insanların içinde bir bölümü ise beyazfil direğine tenezzül etmeyip, dükkanının önünde peykelere oturmuş bir yandan çayını yudumlayıp diğer yandan gazetesini okuyanlardı.
Bir kısmı da  küçük zillerle donatılmış at arabalarıyla sabah erkenden yola koyulmuş bağcılardı. Şehirde sabahın alacakaranlığında tak tak nal sesleri ve atların üzerinde bulunan zillerin çıngırdamaları duyulurdu. Ve kadınlar, kapı önlerinde dut ağaçlarının gölgesi altında  komşularla, ahretlikleriyle oturup dertleşen annelerimiz, ablalarımız, teyzelerimiz,yengelerimiz ne düşünüyordu ? Hatırlamıyorum.

Onlar ne düşünüyordu bilmiyorum.

Akşamları iş çıkışında sokakta arkadaşlarla ne konuşurduk Kıbrıs hakkında?.Tahminim heyecanla beşparmak dağlarını baş piskopos Makaryosu, Rumu,Yunanı, İngiliz gevurunu,askerimizin kahramanlıklarını, biz de orada olsaydık Girne de, Magosa da, Limasol da, Lefkoşa da düşmanı şöyle şöyle yapardık muhabbetlerini yapıyormuşuzdur.

Rahmetli muhtar Ali Evsek Amca geceleri evleri dolaşıyor, dışarıya ışık sızan evleri uyarıyordu. Evlerdeki lambaların etrafına sadece öne ışık verecek yanlara ışık vermeyecek şekilde mukavva huniler yapılmıştı. Dışarıya ışık sızmasın diye pencere ve kapılara örtüler gerilmişti. Araçların farlarına ince bir ışık sızacak şekilde mavi kağıt kapatılmıştı.

Müsait zamanlarımda Akmescit mahallesinin üstlerinde Sivrice tepesinin eteklerinde kuzu güdüyordum.  Nerede nasıl gördüm emin değilim ama;  Askerlerin dağda  uygun yerlere gizlendiklerini kampet, küçük çadır kurduklarını hayal meyal hatırlıyorum.

Sokak lambaları yakılmıyordu. Her yer zifiri karanlıktı. Manisa Yunanistan'a yakın olduğundan herhangi bir hava saldırısına karşı önlem olarak karartma tedbirleri alınmıştı.

Her yerde harp  konuşuluyordu.

Ben ise 11 yaşındaydım hayatla ilgili güzel hayallerim vardı.
Elimde babamın okulu bitirince bisiklet alacağım sözü yerine hediye ettiği Standart marka küçük bir radyo, kulağımda Hasan Mutlucan ın türküleri , gözlerim dünyayı seyrederken zihnim gerçeküstü hayallerde dolanıp duruyordum, bana bahşedilen hayatın, bana bahşedilen imkanları içinde...
Çok Şükür...



11 Temmuz 2012 Çarşamba

Sultan Yaylası

HEDEF

Bisikletle beraber gezdiğim arkadaşlarım 7-8 Temmuz haftasonu şehir dışına çıkacaklarını söylediler. Ben de tek başıma nasıl bir etkinlik düzenleyebilirim diye düşünürken Spil e doğru bisiklet sürmeyi, kendimi fazla zorlamamak şartıyla gidebildiğim yere kadar gitmeyi ve uygun gördüğüm yerde kahvaltı molası vermeyi planladım.

BAŞLANGIÇ

7 Temmuz Cumartesi sabahı erkenden uyandım kahvaltı ve bisiklet malzemelerini çantaya yerleştirdim.Saat 06.30 da evden çıktım. Kırmızı Köprüden İzmir caddesini geçip dereyi soluma alarak İvaz Paşa Camisine doğru ilerledim. Cami ile dere arasından yukarıya doğru devam ettim.Ağlayan Kayanın altındaki son köprüden sola , Spil yoluna girdim. Ağlayan Kaya rampası benim için testti. Eğer orayı durmadan ve fazla zorlanmadan çıkabilirsem diğer yokuşlar daha rahat çıkılabilirdi.

İLK TEST

Çok şükür ilk testi geçtim.Kendimi yokladım.Herhengibir sıkıntı yoktu.Kalp atışlarım biraz artmıştı ama çok yüksek değildi. (İsmail Bey Kardeşimin tavsiyeleri aklımdaydı.Kendini dinle,zorlama diye tavsiyesi vardı. Her bilenden birşeyler almalı insan.) Artık kendime biraz daha güvenebilirdim. Kendimi dinleye dinleye devam ettim.Sağda büyük bayrak direğini, solda Ulucamiyi ardımda bırakarak ve yeni uyanan Manisayı seyrede seyrede,kuş cıvıltıları arasında Tabane deresine vardım.
İşe giden birkaç Tabaneli ile selamlaştık.

MEVLEVİHANE KAVŞAĞI

Mevlevihane kavşağına geldiğimde önümde yürüyen iki dağ gezgini daha vardı.Yaklaştım, ama yetişemedim.         
Tanıdım. Manisa Pamuklu Mensucat Ambar bölümünden emekli Kazım Abi ve bir kişi vardı. Onların yoldan ayrılıp dağa doğru kısa yöneldiklerini farkedince  uzaktan selamlaştık ve konuştuk. Beni bisikletle görünce uzaktan seslenerek sordular.Yoldan gidebildiğim kadar gitmeyi deneyeceğimi söyledim. Kazım Abi uzun boylu ve pozitif, güleryüzlü,mert,dürüst bir insan.Zaten insanın ne olduğu ilk anda aşağı yukarı belli oluyor. Çocukluğu bu dağlarda geçmiş eski Tabanelilerden. Dağlarda yürüyüş yaptığım zamanlarda kendisini tanıdığıma memnunum. Sağolsun.

PEDAL BASMAYA DEVAM

Doğuya doğru düşük vitesle rampa çıkmaya devam ettim. Sonra güneye,sonra batıya,döne dolaşa ama her pedalda biraz daha yükseğe doğru...

Yukarıya doğru pedal bastıkça çıkarken bile zorlamadan devam edebilmenin bir yolunu,yöntemini buluyorsunuz desem biraz abartı olur mu? Biraz tempoyu düşürüyorsunuz kalp atışları normale yaklaşınca da tempoyu biraz arttırıyorsunuz.Eger şiştiyseniz uygun bir yerde biraz dinleniyorsunuz. Ben bunu kendime göre belirlediğim ara duraklarda biraz kültür fizik yaparak ya da çevreye bakarak yaptım.Güzergahı daha önceden bildiğim için çeşmebaşlarını, rampanın olmadığı veya çok az olduğu panoramik yerleri durak olarak seçmeye çalıştım.

İLK DURAK

Yukarılara doğru ilerlerken birinci durağım küçük seyir yeri idi.Yanında ağılların damların olduğu ilk keskin dönemeç.Koop.çu M.Pala tarafından yaptırıldığı söylenen metruk evden önceki dönemeç. Manisa yı seyrederken Kazım Abi ve arkadaşı aşağıdan göründüler.Bu defa daha uzun görüştük. Dağlarda bazı ağaçları aşıladıklarını,o ağaçlara bakmaya gittiklerini dolaşıp geleceklerini anlattılar. Arkadaşı ile aynı tişörtten giymişlerdi.Birbirleri ile dostluklarının  düzeyi,samiyetleri anlaşılıyordu. Ne güzel.

MAVİ KAPAK

Kazım Abilerle vedalaşıp  dağa doğru yolcu ettikten sonra çevreye şöyle bir göz gezdirdim.
Yerlerde gelişigüzel atılmış modern çağın tüketim ürünlerinin atıkları bulunuyordu.Şehre bakan değerli insanlar güzelliğe katkı olsun diye çevreyi çöplerle  düzenlemişti. Plastik şişeler,kola şişeleri,bira kutuları, bisküvi ambalajları,dürüm çiğ köfte malzemeleri. Bu arada çöp bidonu ya da çöpleri koyacak herhangi bir yer de yok etrafta...
Belediye, Orman Bakanlığı,İçişleri Bakanlığı (Jandarma) ,Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı v.s. Bir çok kuruluş var. Sorumlu kim,yetkili kim...Çöp atılmayacak,atan bedelini/cezasını karşılar,atılınca hangi kuruluş ne yapacak.Yasa ve yönetmelikte hepsi var.Ama yerlerde hâlâ çöpler var...
Ama yerlerde çöpler var. Çöpleri atanların hepsinde en azından İlkokul diploması var.Milli Eğitim Bakanlığımızın bireyleri çevre konusunda nekadar eğittiği de belli oluyordu.

Neyse biz de durumu lehe çevirmek üzere bir şeyler yaptık. Alt komşumuzun engelli oğlu mavi kapak istemişti.Yerlerde mavi kapaklar vardı.Ona vermek üzere topladım.Fakat geçen lüks araç sürücüleri bana baktıkları için biraz çekindim toplarken. Kültür fizik hareketleri yaparak ayaklarıma doğru eğildiğimde alıveriyordum anlaşılmadan kapakları. (Çekiniyorsan yaptığından burada neye yazıyorsun? Burada okuyacak olanlara niyetimi anlatabiliyorum.Araçla geçenler görüntüye göre değerlendiriyor da ondan efendim.)

CESARET VE STATEJİK DAVRANIŞ

Armutsuyuna kadar herhangibir köpekle karşılaşmadım. Armutsuyunda çeşmenin kenarında bulunan kirazlığın demir kapısına bağlanmış,daha sonra da bağlandığı yerden kurtulmuş (Çünkü zincirli tasma boynunda sallanarak geziniyordu.) bir siyah köpeğe  rastladım. Ben gelince havlayarak bahçeye doğru geri çekildi. Çekildiği yerin gerisinden daha güçlü bir havlama sesi gelince,bir köpeğin daha olduğunu anladım.Boz rengi dik tüylerinden tasmasını göremiyordum ama diğer köpek  daha sağlam bağlanmıştı.Yerinden ayrılamıyordu. Sadece gür sesiyle arkadaşına moral destek veriyordu. Uzaklardan sesi gitgide daha da yaklaşan üçüncü bir köpek havlaması da devreye girdi bu arada. Bahçede bulunan köpeklerin ikisi birden havlamaya ve bağlı olan iri cüsseli köpek azmanı zincirini gerdirmeye başlayınca oradan sessizce ama hızla  ayrıldım.(-Üç'e karşı birim-Küçük oğlumun tabletinde bulunan elime geçince kimseye vermeden devamlı oynadığım savaş stratejisi oyununda da ricat et çabuk kaç seçeneği vardı.Aklıma geldi hemen gereğini yaptım.)

ARMUTSUYUNUN FAYDALARI

Armutsuyunun ne kadar iyi bir su olduğu anlamıştım. İçtiğim Armutsuyu her nasılsa doping etkisi yapmıştı. Daha hızlı ve etkili bir sürüşle kaç rampa daha aştığımı şu an dahi hatırlamıyorum.
Bu performansta daha vahşi olduğu cüssesinin büyüklüğünden anlaşılan zincirini gerdiren boz tüylü çomarın etkisi olduğunu bazı kendini bilmezler düşünmüş olsalar da. Öyle değil...(Teessüf=Tatile giderken  köpek kovucusunu vermeyi unutan bisikletsever aziz dostuma da Selamlar gönderiyorum.)

(Fırsat buldukça devam edeceğim.)




10 Temmuz 2012 Salı

Birinci Yıl Daldan Dala

Geçen yıl 8 Temmuz gününün sanırım öğle sonrası idi.
Sıcağın getirdiği bir rehavet vardı üzerimde.
İş yerinde işlerin müsait bir anında aklıma blog yazmak geldi.Amatörce yazmaya başladık.Yazarken içimde yanlışlar yapacağım ve utanacağım hissine kapılarak bir sıkıntı oluştu.Sonra hatalı da olsa yazmak iyi olur diye düşünerek aklımdan geçenleri doldurmaya başladım bloğun satırlarına.
Eger bloğu doldurmasa idim aklımdan geçenler kaybolup gidecekti.
Şu anda en azından kendimdeki süreci takip edebiliyorum.İstesem silebilirim de.

Geçen yıldan bu yana hayatımda neler değişti.Dünyada neler değişti.Yaşadığım şehirde neler değişti,Ailemde neler değişti.Durup düşünmeli durum değerlendirmesi yapmalıyım.

Bir yaş daha ilerledim sona doğru.Çocuklarım bir üst sınıfa geçtiler,
İş yerinde aynı yer,aynı masadayım.Gelenleri daha rahat göremiyorum.Gelenlerde beni.Bu bana rahatlık getirdi.Arayan cep telefonu ile ulaşabiliyor.
Kilom aynı ama,göbeğimi bir türlü azaltamamanın sıkıntısı var.İştahım yerinde.(Az yemem gerektiği halde,doktor tavsiyesinin hilafına yiyoruz.iyi değil)
Bisikletimi değiştirdim.
Kooperatif bitti.Ama borç dengesini kuramadım.Borçluyum.Bu beni üzüyor ama gelecek aylarda rahata kavuşacağım ümidim devam ediyor.
Evde önceki yıla göre daha az bir hareket var.Çocuklar sosyalleştikçe evle ilgileri,irtibatları azalıyor.Ya da bizle birlikte olmaktan sıkıldıkları için böyle oluyor.
. . .
Masamın yanında radyom çalıyor.TRT Yurttan sesler korosundan  'Küstürdüm gönlümü güldüremedim.Baharım güz oldu yazım kış oldu' türküsünü söylüyor bir türkücü solo olarak.
Radyonun sesini biraz açtım. Kimse bir şey demiyor herkes kendi işinde,kendi ortamında. ( Erol Evgin in bir şarkısında geçen.'Herkes evinde kendi halinde dostlar oturmuş kır kahvesinde'  gibi) Ya hoşlarına gidiyor.Ya da saygılarından dolayı seslenmiyorlar bana.

Benim işim onların işinin son aşaması. Hemen yapsam da olur yapmasam da. Öylesine bir iş. Bu yaştan sonra öylesine işlerimiz olunca. Müzikle de oluyor müziksiz de. Halk ve sanat müziği eşlik edince daha iyi oluyor çalışma ortamı bence.Efkâr daha iyi dağıtılıyor mu acaba ?
. . .
6.Haziran 1980 Meslek Lisesininden mezun olduğumda hayata bakışım,ideallerim,isteklerim.Ve 32 yıl sonra geldiğim aşama.Ne bekliyordum,ne oldu.İçinde 32 yıl sonra bir burukluk mu var,bir kıvanç mı?  Bazı açılardan burukluklar var,aklına geldikçe yutkunmakta güçlüğe yol açan boğazına yumruk tıkayan burukluklar. Bazı açılardan da bir tebessüm doluyor dudaklarına.Sessiz bir gülümseme ile hatırlayıp bırakıyorsun anılarını olduğu yere ve bir ses şu ana getiriveriyor.
. . .

Her şeyiyle şükür halimize.Elimizde olan imkânlara,etrafımızdaki dostlara dostluklara, muhabbetlere, sağlığımıza,sevgimize,sevdiklerimize,sevenlere,işimize gücümüze...Olmayanların olmamasında vardır bir hayır.Olanların da öyle olmasında vardır bilmediğimiz bir hayır...şükür, çok şükür. . .



5 Temmuz 2012 Perşembe

Öylesine Bir Yazı

Hayatın sürdüğü anlar içinde kayda geçebilecek nice nice hatıralar oluşuyor.Fakat insanın içindeki o tembellik boşvermecilik zihninde biriktirdiklerini yazıya dökmekten alıkoyuyor.
Anamın deyimiyle üşengeçlik.Üşengecin oğlu da olmaz kızı da diye bir deyim var.Allaha şükür oğlumuz kızımız var öyleyse Annemin standartlarına göre üşengeç değiliz.

Başka bir sebebi olmalı,içimizden geçenlerin içimizde bizle beraber gizli kalmasını istemek mi ? Mahremiyet duygusu mu ?
Uğraşmak zor geldiği için mi?

Tüketim toplumunun birer ferdi olup sürüye karıştığımız için mi ? Her şey hazırlanıp öğütülmüş olarak önümüze konuyor. Bizler de hazır paketlenmiş mamasını yiyen evcil hayvanlar gibi önümüze sürülen, marketimizin kitap/gazete raflarında diğer tüketim malları gibi önümüzde elini uzat al mesafesinde bulunan eserleri alıp yatağımızda ya da yazlıkta şezlongda uzanırken okuyoruz. Çoğunluğu ekonomik kaygılar düşünülerek, genelin gönül zevklerine uygun derecede, gündeme uygun belirli konular zerkedilmiş eserler.(Tutulur mu.Tutulur.Satılır mı Satılır.Kazanılır mı Kaza-nılır.Kaç baskı yapar.En azıdan başabaş noktasını bulurmuyuz.Öyleyse basalım.)
Bu sorulara basım ekibi tarafından pozitif cevaplar bulunan yazarlara ait kitapları alıp okuyoruz.

Denebilir mi?

Ya da nasıl olursa olsun tüm eserler az yada çok belli emeğin alın terinin sonunda oluşuyor. Yayıncının da bazı kaygılar taşıyarak satılabilirliği düşünmesi gerekir.Tüketiciye ulaşacak kanal hangisi ise onu kullanabilir. Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler.İfadesi yerine ekmek bulamazlarssa kitap okusunlar. İfadesi mi?
En azından her şeyin tüketildiği bir toplumda Nirvananın kuşunu beslemek için kitapların ne şekilde olursa olsun okunması iyidir.  
 Denebilir mi?

Veyahut kamuoyunu belli bir pozisyona yönlendirmek için mi,bazı konulardaki kitapların bazı zamanlarda çoğalmasına sebep ?
Olabilir mi?
Hayatın girdaplarında farklı derinliklerde farklı deneyimler kazananların, hayatı daha sonra yaşayacaklara -aynı girdaplarda aynı sıkıntılara düşmemeleri için- deneyimlerini,düşüncelerini aktarma gayretidir belki de yazmak.
Öyle midir ?

Herşeyin pürüzsüz,mükemmel olmasını isteyenler iyice öğreneyim öyle yazarım.diye düşünebilirler. Fakat yarın var mı? Yarınlarımızdan hangimiz eminiz? Yazı kurallarından noktadan virgülden bazı kelime hatalarından çekinerek hiçbirşey yapmadan beklemek mi? Yada yapabildiği kadar yapılması gerekenleri  gücü yettiğince yapabilmek mi?
Bu sadece yazmak için değil.

Hangi konuda olursa olsun, yapılması gerekenleri farkettiysek basitte olsa daha iyisi yapılıncaya kadar eksik kapansın diye yapıvermek.  
(Örnek:Setlerini zorlayan bir selin önünde sette oluşan bir küçük çatlak/delik hızla büyür ve tüm setin yıkılmasına yol açar.Küçük çatlağın büyümeden hemen kapatılması gerekir.)

Rahmetli Cengiz Aytmatovla yapılan bir söyleşiyi hatırladım.Yıllar önce ünlü bir Alman yazarla sohbet esnasında Alman yazarın bir önerisi olduğunu anlatıyordu.
Her zaman yanında bir ses kayıt cihazı bulundurmasını ve aklına gelenleri cihaza anında kaydetmesini önermiş.
"Öneriyi uyguladım ve çok verimli oldu".diyordu.

Ne dersiniz?

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Bisikletle Yapılan Bir Dağ Gezisi.

Değerli yol Arkadaşım ile cumartesinden telefonla anlaştık.01 Temmuz Pazar saat 07 de Bozköy Mahallesinde Vestel İlköğretim Okulunun altındaki parkta buluştuk.
Hedef kent ormanı içinden geçerek Şehzade Mehmet Lisesinin üst kısmından Süreyya Orman Parkına doğru yönelerek yeni gezi yolları keşfetmekti.
Bozköy içinden kent ormanının başlangıcına kadar yokuşlarda bir hayli zorlandık. Daha sonra hafif bir rampa vardı önümüzde,aşacağımız parkurun sonuna dek.
Bildiğimiz yerlerde ilerlerken eski iş arkadaşlarımızdan/abilerimizden ( yıllardır neşesini hiç kaybetmeyen kent ormanının yeni kralını) Abdullah Beyi gördük. Elinde her zamanki özel asasıyla yollardaydı. Biraz konuştuk, vedalaştık.
Ardından yola devam ettik.
Yol ayrımına geldiğimizde üst  yol mu?Alt yol mu tereddütü ile daha kolay olur diyerek alt yolu seçtik.

Keşke seçmez olaydık!
Yaklaşık 3 gün geçtiği halde,hâlâ geçtiğimiz güzergâhtaki güzelliklerin etkisindeyim.
Karşı köylere,İzmir yoluna,Spilos otele,Orman İşletme deposuna,Süreyya Parkına özellikle Spil dağının kuzay batı yakasının bitki örtüsüne, sabah güneşinin ilk ışıklarıyla   doğanın / ormanın renk harmonisine ilk defa bu açıdan şahit olduk.

Girdiğimiz yol çok az işleyen bir yol olsa da sonunda bir işleyen yola çıkacaktı.Çıktı da.Taşların daha az olduğu,tekerlek izlerinin daha da arttığı yolları izleyerek,(dere kenarlarında fotoğraf molaları vermeyi unutmayarak)  sonunda anayola Manisa İzmir asfaltına  ulaştık...

Teşekkürler herkesin derin uykularında olduğu o sabahın köründe kalkarak,beni kırmayıp birlikle bu zahmetlere katlanan değerli arkadaşıma.

21 Haziran 2012 Perşembe

Sarısıcaklar

2012 Haziranı son on günü içindeyiz.
Artık sıcaklar kendini iyiden iyiye belli etmeye başladı.
Bu sıcaklar Temmuz sıcaklarının gelişinin ön habercileri.
Manisada öğleleri açık alanlarda bulunmak zorundaysanız ve esmerleşmek/ yanmak istemiyorsanız  ince ve kısa kollular yerine bol ve uzun kollu keten ya da pamuklu giysileri tercih etmek daha iyi olur.
Şapka ya da güneşin etkisini azaltacak başka örtünme araçları  da kullanılabilir.(Şemsiye)
Ama esmerleşmek/ yanmak niyetiniz varsa deniz kıyılarında kavrulmaya da imkanınız yoksa Gediz ovasına iniverin,hem bağ bahçelerinde çalışanlara yardım etmiş olur,hem de cildinizi istenilen düzeyde renklendirebilirsiniz.
Geçen gün  Judo antrenmanlarına giden küçük oğlum sıcaktan burnu kanadığı için gidemeyeceğini söyledi.
Neden oldu ? diye sorduğumda "Kur'an kursundan gelince arkadaşlarla güneşte oyun oynadık."  dedi.
Sıcağın olumsuz etkileri bulunmasına rağmen nedense yazı seviyorum.
Nedendir diye fikir yürütmedim ama bunun cevabının çocukluğumda bulunabileceğini sanıyorum.
Sıcak yaz geceleri uykuyu da azaltıyor.
Gece yarısı 12-01 e kadar terlemekten uyumaya fırsat bulunamıyor.Gece yarısı çıkan  hafif bir esinti uykuya yavaşça teslim olmamızı sağlıyor.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Manisa Bitpazarı

Manisada her perşembe eski garajın altı ile Hatuniye Camisinin arasındaki bölgede sokak aralarında her türlü eski eşyanın sergilendiği bir pazar kurulur yıllardır.

Soğuk sıcak,yağmur çamur farketmez. Şehrin içinde eski eşya toplayıcıları hurdaya geri dönüşüme göndermeye kıyamadıkları eşyaları sergilerler.

Yağmurlu ve soğuk günlerde hem sergi açanlar hem de alış veriş yapmak isteyenler ya da merakla sergi aralarında dolaşan müdavimleri azalır. Sarısıcakların bastığı yaz günlerinde de sinek avlar satıcılar. Buldukları bir gölgeye taşırlar akşama dek sürecek muhabbetlerini.

Evinde bulunan eski eşyalarını bu bölgedeki eskici dükkanlarına getirip satanlar da vardır. Yeni eşya almaya gücü yetmeyenler genç, ihtiyar, işçi, öğrenci, köylü gelir dolaşırlar bütçelerine uygununu bulmak için.

Ve arada eski giyim eşyası satıcısı kadınlar özenle dizdikleri mallarını,çaputlarını, soranlara uygun fiyatlarla satmaya uğraşırlar.

Caminin kuzey tarafındaki parkın kuzey kıyısında bir ucu Taşçılar Mescidine,diğer ucu Cumhuriyet   Hamamının arkasına (Güney) kadar uzanan bir sokak vardır. Sokağın parka paralel doğu kısmına eski cep telefonu satıcıları toplanırlar. Bisikletçiler ise aynı sokağın batı kısmında sergilerler mallarını. Bu sokağın en doğusunda da biraz önce bahsettiğimiz eski giyimciler sıralanmıştır.
(Caminin kuzey kapısının karşısındaki parkın olduğu yer yıllar önce hâldi. Hal ve garaj taşınınca önce köy minibüsleri durağı oldu bir süre sonra da park oldu.) 

Merkez sokak burasıdır. Etrafındaki sokaklarda sergi açanların çokluğuna göre genişleyen bir alan vardır.
Kayıt kuyut fatura yoktur. Her şey o anda başlar. alınır - satılır ve  biter. Eğer dikkatli bir gözlemciyseniz yıllar yılları kovaladıkça oluşan sessiz bir değişimin de farkına varabilirsiniz. Babalar oğullara devretmiştir tezgahlarını. Ya da kapanmıştır kepenkleri, bir takipçisi bir taliplisi bulunmadığından bazı dükkanların.

Parkın batı kısmında bulunan dükkanlarda eski eşya satanların yanısıra, hala çalışan demirci ocakları, ara sıra ortalığı titreten örse vuran çekicin sesini ve kapı önlerine çengellere asılmış el dövmesi demir aksamları bulabilirsiniz.

Fakat burada hiçbir zaman Beyaz fil önündeki canlılığı,hareketi bulamazsınız.

(Garaj taşınmadan önceki yıllarda bu bölge Manisa'nın cazibe merkeziydi. Canlılık ta  para da buradaydı. Ancak garaj aşağıya taşındıktan sonra kan kaybederek yavaş yavaş ölen yaralı gibi gitgide sessizleşti.)

Ve şehrin değişimi bu bölgedeki hayatın işleyişini de etkiledi, aşama aşama yavaşlattı

Zamanın sarkacı da Manisa'nın diğer yerlerine göre ,daha yavaş sallanıyor sanki.

Manisa da Mayıs Yeşilliği

Manisa şehrinde Mayıs  ayı bu yıl önceki yıllara oranla daha yağmurlu geçiyor.Belki meteoroloji istatistikleri başka bilgiler veriyordur ama, bazı şeyleri unutan hafızam daha yağmurlu diyor.   Birkaç gün açık, birkaç gün kapalı, bir kaç günde yağmurlu. Dağlar Mayıs sonuna gelindiği halde hala yeşilliğini koruyor. Önceki yıllarda artan hava sıcaklığının etkisiyle çayırlar çimenler sararıveriyordu. Uzaklardan Spil dağının alt yamaçlarına baktığımızda sararmış çimenlerin hüzünlü görüntüsü ile karşılaşıyorduk. Bu yıl Hazirana yaklaştığımız halde bağların, kirazların, eriklerin, ıhlamurların çayırların, çiçeklerin yeşilliği her yanı kaplamaya devam ediyor.
Etsin.
Ekin tarlaları ise çoğunlukla sararmış.
Sararsın...Yeşeren yeşermeye,sararan sararmaya,dünya dönmeye devam etsin.


11 Nisan 2012 Çarşamba

Rüzgâr Bisikleti

Kaç gündür küçük oğlum baba dağa çıkalım kar yağdı.Kar oynamak istiyorum deyip duruyordu.Ben ise aracın arızasını bahane ediyordum.
Bu cumartesi aracı sabahtan tamirciye götürdüm.Tamirci aracı kontrol edecek ve kış için gerekli eksikleri tamamlayacaktı.
Aracı Küçük Sanayideki tamirhaneye bırakarak,işi bitince haber vermesini tenbihleyip Küçük Sanayi içinde yürümeye başladım.
Merkezde Telekom santralinin üstündeki kahvede uzun süreli bir mola verdim.İki çay içtim.Çay güzeldi. Günlük gazeteleri kolaçan ettim ve çıktım.Niyetim bir hayli zamandan  beri görmediğim bazı dostlara uğramaktı. Kayınpederimin hacı arkadaşı kaportacı Hacı Abiyi gördüm. Ayaküstü birer çay içtik,sohbet ettik ve vedalaştım. Bu arada tamirciden telefon geldi.Tamirhaneye yakındım. Hemen gittim.Araç tamir edilmişti. Biraz tamirci ile de sohbet ettik ve eve geldim.
Artık küçük beyi atlatacak bir bahanem kalmamıştı. Teslim oldum."-Hazırlan gidelim oğlum" dedim.Telaşla ve heyecanla hazırlandı.Asansörden aşağıya inip dışarı çıktığımızda yağmur çiselemeye başlamıştı bile.
Önce kararsız kaldık ne yapalım acaba vazgeçelim mi ? Sonra ne olursa olsun çıkalım Manisa Dağının karlı yamaçlarına doğru diyerek aracı çalıştırdık.-"Baba yalnız canım sıkılır Halamınoğlunu çağırsaydık." dedi. Telefonla aradık hastaydı. Halası da evde yoktu.Mecburen ikimiz çıkmaya başladık.
Karaköy Hacı Yahya Camiinin önünden sağa kıvrıldık, ilerden İvaz Paşa Camiinin yanından köprüyü geçerek tekrar sağa dağ yolundan dereyi sağımıza alarak devam ettik.
Kır kahvesi sapağında sola doğru yokuşa çıkmaya başlarken sağımızda Ağlayan Kaya (Niobe) yağmur damlalarının azizliği ile gerçekten ağlıyordu. Dağın karlı yerlerine doğru yağmur altında; sağımızda yıpranmış Manisa Kalesi harabelerini, solumuzda Adakale Mahallesinin sırtını dağa dayamış, kendisini yıkacak müteahhit bekleyen eski evlerini ardımızda bırakarak,Ulucamiyi üstten gözetleyerek devam ettik.
Mevlevihane kavşağından sağa saparak Milli Park yoluna girdik.
Oğlum "-Ne olacak baba benim halim. Yüksekten korkuyorum.Büyüyünce bordo bereli nasıl olacağım." diye hayıflandı. Zamanla alışırsın diye cevapladım.
Dağ yolunda kıvrıla kıvrıla ilerlemeye devam ettik,bir çok araç yol kenarında park etmiş.Etrafta insanlar ya duman altındaki şehre bakıyor,ya da çocuklarını avutmak için karlarla oynuyordu.Bazıları da araçlarının ön camına kardan adam yapmaya uğraşıyordu.
Devam ettik....Yollardan köprülerden virajlardan geçtik.Elinde kodak zx1 basit kamerasıyla fotoğraf çekiyor,bir yandan da yer beğeniyordu. Sonunda  geçen yaz uğradığımız gönlüne göre bildik bir yer buldu. Dönüş yaparak uygun bir yere yanaştık.
Kar oyunu yalnız olmuyordu. Çağırdı. Bende ortak oldum mecburen. Yağmur daha da hızlanmıştı.Böylece 11 yaşındaki oğlum yağmur altında kartopu nasıl oynanırmış öğrendi. Yağmur çok yağmasına rağmen kara düştüğünde ses çıkarmadığından ortalık çok sessizdi.Ne yağmur şakırtısı vardı.ne de su şırıltısı. Kar su damlasını sessizce içine çekiyor ve bizim gibi kar görmemişlerin yağmurun şiddetini işitememesine ve sırılsıklam olmasına neden oluyordu.Sonunda çevrede bizden başka kimse kalmayınca "-yeter baba, yarın bir daha getireceğine söz verirsen gidebiliriz" dedi.Ben de inşallah geliriz dedim.
Araca döndüğümüzde iç çamaşırlarımıza kadar ıslanmıştık. Şimdi anneye nasıl anlatacaktık bu ıslaklığı."-Baba dedi.çok sıkışırsak ikimiz birden dereden geçerken oldu der atlatırız" dedi.
Aracı çalıştırdıktan sonra karlı zeminde araç performansının nasıl olacağını test ettim.birkaç fren denemesi yaptım. Kendime güvenimi tazeledim.
Eve döndüğümüzde eşimin bir işi vardı.O görmeden üstümüzü çabucak değiştirdik.Islak elbiseleri de çamaşır sepetinde diğer kirli çamaşırların altına karıştırarak delilleri gizledik.

İşte karla karışık yağmurlu bir Manisa hatırası.14.Ocak 2012 Cumartesi.

21 Mart 2012 Çarşamba

Babasının Adını 13 Yaşında Öğrenen Çocuk

21 Mart 2012 Çarşamba günü Tapu Müdürlüğü Alt kattaydım.Saat 10.30 sıralarında merdivenden çıkmaya hazırlanırken Belediyeci Ali Dilşen Abi yanına çağırıp birşeyler anlatmaya başladı.Ben de dinliyorum ama yukarı çıkmak istiyorum. Biraz sıkıntılıyım.
Tam o sırada Ekremin babası Ahmet Amca gelince.-Hoşgeldiniz Ali Dilşen Abi beni bırakmıyor, nöbeti size teslim edip ;üst kata çıkayım dedim.Elinde paketlerle görünce de;
-Hayrola ? Nedir bunlar?
-Ekrem'in;ayakkabısı dar geliyordu genişlettim.onu getirmiştim.
-Sizin çocukluğunuzda ve gençliğinizde babanız Sizinle bu kadar (ayakkabısının darlığını  düşünecek kadar) ilgileniyor muydu ?
-Nerdeee! Ben Babamın ismini bile 13 yaşında öğrendim.Okuldaydım Okul Müdürü babamın adını sordu.
-Babam dedim.
-Oğlum Ahmet babanın adı ne?
-Şaşırarak ve sıkılarak yeniden "babam" cevabını verince "Eve git öğren gel" diyerek Burhaniye'nin diğer ucunda  yaklaşık 3 km mesafede olan evimize gönderdi Müdür.
Evde Anneme sordum.
-Anne Babamın adı ne?
-Şükrü. dedi Annem.
-Sonra 3 km geride kalan okula hızla döndüm ve Müdüre "Şükrü" doğru cevabını verdim.
Böylece babamın adını bilmemenin bedelini yorgunluğumla ve utancımla ödedim.
Babamın ismine o güne kadar hiç ihtiyaç duymamıştım.Evde Annem hep adam derdi.Adam aşağı adam yukarı.Halalarım,Amcalarım sadece "Abi" derlerdi.O zamanlar Burhaniye herkesin birbirini iyi tanıdığı küçük bir şehir.Yaşı küçük olan komşu ve Arkadaşları ve dostları ise Çavuş Dayı,arkadaşları ise Çavuş diye seslenirlerdi.Büyükleri oğlum,evladım diyerek seslenirlerdi. Bu kadar laf arasında Babamın adını öğrenmeye demek ki gerek duymamışım.
Kamyoncuydu.Burhaniye ile Edremit arasında yük taşırdı.Burhaniye'de ilk ehliyet alanlardandı. O nedenle olsa gerek tanınmış bir simaydı.
İşinin yoğunluğundan mı,çevresinin genişliğinden mi,eğlenceye düşkünlüğünden midir bilemiyorum Babam gecenin 01.30 unda eve gelirdi. Sabah erkenden saat 05.30 yola çıkardı.
Erken yatıp saat 08.00 ;gibi kalktığımdan yüzünü sık göremezdim.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Sıraselvilerde Bir Otel Odası . Anar Rizayev

Azeri yazar Anar Rızayev in bir kitabı.Karakutu Yayınları  Şubat 2008 1.baskı.(1000 adet) Çeviren İldeniz Kurtulan.
Azerbaycanda İstanbul özlemi çeken idealist bir bilim adamının yaşadığı sıkıntılar ve sonunda özlemine kavuşması . Fakat hayalkırıklıkları ile örgülenmiş bir özlemine kavuşma bu.
Türk halkının Karabağ meselesine bakış tarzı.Üniversitelerin akademik kadroları arasındaki bayağı ilişkiler; İnsanların sözlerine sadık olmaması... Ve Sıraselviler semtinde karanlık bir otel odasında hikayenin sona erişi.(116 ıncı sayfada)
Ardından bir kaç hikaye ve 355 sayfadaki "Mutlaka Görüşürüz" başlıklı hikayesi.
Sıraselvilerde Bir Otel Odası hikayesinin bir devamı gibi. Sanki aynı zamanda İstanbulda yaşadıklarını farklı zihniyetteki farklı farklı insanların birbirlerini eleştirileri, her şeye kendi çıkarlarına göre yaklaşmaları, her şeyi kendi menfaatlerine göre yorumlamaları ve yönlendirmeye çalışmaları, verdikleri sözleri tutmamaları.(Sözlerinin eri insanlar değiller,Yalancılar,hırsızlar,sahtekarlar)
Bunlardan bezmiş bir Azeri Kardeşimizin iğrenerek yazdıkları diyebilirim. Acı olan yazılanların  büyük kısmına Ben de  katılıyorum. Keşke böyle olmasaydı.
Ve  hikayenin sonunda telefonla kendisini arayacak bir dostuna verdiği sözü yerine getirmek için telaşla saat 6 dan evvel eve varma çabası.Saat 6 ya 5 kala  eve girdiğinde ise ferahlaması.Saat 6 da telefonun çalması. Arayanı biliyor.
-Merhaba İldeniz Bey.
-Merhaba.Geçen hafta sözleşmiştik saat 6 da arayacağım diye...
Hikaye bitiyor.(Tahminin bu eseri çeviren Rahmetli İldeniz Kurtulan dı arayan)

Sayfa 381 "O Gecenin Sabahı." adlı hikayesi ise gece vakti bir apartmanda geçiyor.Kapı önüne yanaşan bir aracın motor gürültüsü,hızlı yürüyen insanların ayak sesleri. Apartmandaki dairelerde yatağında bu sesleri dinleyenlerin kendileriyle yaptıkları iç muhasebe.Ayak sesleri her daireye yaklaştığında daire içindekilerin heyecanı.Ve sabah, gece gelişen olayların nihayetinde beklenmeyen son.

Teşekkürler Anar Rızayev

10 Şubat 2012 Cuma

Rıfat Ilgaz.Yokuş Yukarı

7.Şubat günü hava yağmurluydu.
Arkadaşlara öğle arası yemekten sonra kütüphaneye gitmeyi teklif ettim.
Sağolsunlar kırmadılar hep birlikte (İsmail,Seyfi ve Ben) gittik.Onlar kütüphanenin güvenlik görevlisi eski arkadaşlarla sohbet ederken ben içeriye şöyle bir göz attım.

Azeri Yazar Anar Rızayev in "Sıraselvilerde bir otel odası", Rıfat Ilgaz ın "Yokuş Yukarı", Ahmet Turan Alkan ın "Altıncı Şehir" eserlerini aldım. İkisi bildiğim yazarlara ait, biri ise ismini duyduğum fakat çok da bilmediğim bir yazara aitti.

O akşam heyecanla 3 kitaba da el attım.İçlerinden "Yokuş Yukarı" önceliğim oldu. Çünkü Hababam Sınıfının yazarı. Film serilerini çocukluğumdan itibaren kaç kez izlediğimi unuttuğum.1976 larda ilk izlediğimde duyduğum heyecan ve coşku ileriki yıllarda eleştirel bir hal aldı.Eleştirdiğim ve kendime göre eleştirilerimde haklı olduğum yönler vardı.Filmin Kahramanları;İnek Şaban,Güdük Necmi,Kel Mahmut,Hafize Ana, aklıma bir anda gelenler.Özellikle Kel Mahmut rolüyle Münir Özkul yıllar geçtikçe daha bir değer kazanıyor gözümde ve gönlümde; sabırlı, iyiniyetli, vakur, prensipli, idealist. Adile Naşit ise rolüyle özdeşleşmiş. Müşfik, merhametli..

Nedense filmi izlediğim halde başka eserlerini okumamamıştım. (Nedeni belli dünya görüşleri kafamdaki görüşlerle örtüşmüyordu da ondan.Peşin hükümlerimin,ön yargılarımın etkisi vardı.)

Yazarın yıllarını harcadığı yayın dünyasındaki anıları akıcı bir dille aktaracağını hissettim.Gerçekte hissettiğim gibi gelişti. Kitabı bir nefeste okudum."Güdük Kalemler" bölümünü eşime ve kızıma da yüksek sesle okudum. Sonunu getiremedik üçümüzde de bir anda gülme krizi oluştu.

Anılar bazen acı bazen tatlı.Saik Faik,Aziz Nesin,İlhan Selçuk,Bedri Koraman,Semih Balcıoğlu,Orhan Veli, Orhan  Şaik Gökyay,Sabahattin Ali....Bir çok yazarla, gazeteciyle, Bir çok gazete ile dergi ile Akbaba, Tan, Akşam...birçok yayınevinde ve patronlarıyla yaşadıkları kitapta akıcı bir dille anlatılmış. Artısıyla eksisiyle hayatına ait anılarını kitabın yaprakları arasına sermiş.

Kitabı okurken anıların oluştuğu mekanları kendimize göre kurguluyor ve kendimizi de yazarın yerine koyarak onun gözüyle yaşıyor sanki insan.( Bu da okuyucuya geniş bir hayal dünyası oluşturma imkanı sunuyor.Eseri okuduktan sonra aynı eseri sinema/tiyatroda izlemek bazen yavanlık hissi veriyor.)  

Hababam sınıfını okuduktan sonra filmi izleseydim bu kadar etkisinde kalırmıydım ?  Kitabın sonunda Rıfat Ilgaz ı geç de olsa biraz daha yakından tanımış oldum. Anılarını okumak,yazarın başından geçenlere karşı içimde burukluklar oluşturdu.
Bu yazıyı yazarken bile içimde  bir burukluk hala mevcut...

16 Ocak 2012 Pazartesi

Karla karışık yağmurlu bir Manisa hatırası

Kaç gündür küçük oğlum baba dağa çıkalım kar yağdı.Kar oynamak istiyorum deyip duruyordu.Ben ise aracın arızasını bahane ediyordum.
Bu cumartesi aracı sabahtan tamirciye götürdüm.Tamirci aracı kontrol edecek ve kış için gerekli eksikleri tamamlayacaktı.
Aracı Küçük Sanayideki tamirhaneye bırakarak,işi bitince haber vermesini tenbihleyip Küçük Sanayi içinde yürümeye başladım.
Merkezde Telekom santralinin üstündeki kahvede uzun süreli bir mola verdim.İki çay içtim.Çay güzeldi. Günlük gazeteleri kolaçan ettim ve çıktım.Niyetim bir hayli zamandan  beri görmediğim bazı dostlara uğramaktı. Kayınpederimin hacı arkadaşı kaportacı Hacı Abiyi gördüm. Ayaküstü birer çay içtik,sohbet ettik ve vedalaştım. Bu arada tamirciden telefon geldi.Tamirhaneye yakındım. Hemen gittim.Araç tamir edilmişti. Biraz tamirci ile de sohbet ettik ve eve geldim.
Artık küçük beyi atlatacak bir bahanem kalmamıştı. Teslim oldum."-Hazırlan gidelim oğlum" dedim.Telaşla ve heyecanla hazırlandı.Asansörden aşağıya inip dışarı çıktığımızda yağmur çiselemeye başlamıştı bile.
Önce kararsız kaldık ne yapalım acaba vazgeçelim mi ? Sonra ne olursa olsun çıkalım Manisa Dağının karlı yamaçlarına doğru diyerek aracı çalıştırdık.-"Baba yalnız canım sıkılır Halamınoğlunu çağırsaydık." dedi. Telefonla aradık hastaydı. Halası da evde yoktu.Mecburen ikimiz çıkmaya başladık.
Karaköy Hacı Yahya Camiinin önünden sağa kıvrıldık, ilerden İvaz Paşa Camiinin yanından köprüyü geçerek tekrar sağa dağ yolundan dereyi sağımıza alarak devam ettik.
Kır kahvesi sapağında sola doğru yokuşa çıkmaya başlarken sağımızda Ağlayan Kaya (Niobe) yağmur damlalarının azizliği ile gerçekten ağlıyordu. Dağın karlı yerlerine doğru yağmur altında; sağımızda yıpranmış Manisa Kalesi harabelerini, solumuzda Adakale Mahallesinin sırtını dağa dayamış, kendisini yıkacak müteahhit bekleyen eski evlerini ardımızda bırakarak,Ulucamiyi üstten gözetleyerek devam ettik.
Mevlevihane kavşağından sağa saparak Milli Park yoluna girdik.
Oğlum "-Ne olacak baba benim halim. Yüksekten korkuyorum.Büyüyünce bordo bereli nasıl olacağım." diye hayıflandı. Zamanla alışırsın diye cevapladım.
Dağ yolunda kıvrıla kıvrıla ilerlemeye devam ettik,bir çok araç yol kenarında park etmiş.Etrafta insanlar ya duman altındaki şehre bakıyor,ya da çocuklarını avutmak için karlarla oynuyordu.Bazıları da araçlarının ön camına kardan adam yapmaya uğraşıyordu.
Devam ettik....Yollardan köprülerden virajlardan geçtik.Elinde kodak zx1 basit kamerasıyla fotoğraf çekiyor,bir yandan da yer beğeniyordu. Sonunda  geçen yaz uğradığımız gönlüne göre bildik bir yer buldu. Dönüş yaparak uygun bir yere yanaştık.
Kar oyunu yalnız olmuyordu. Çağırdı. Bende ortak oldum mecburen. Yağmur daha da hızlanmıştı.Böylece 11 yaşındaki oğlum yağmur altında kartopu nasıl oynanırmış öğrendi. Yağmur çok yağmasına rağmen kara düştüğünde ses çıkarmadığından ortalık çok sessizdi.Ne yağmur şakırtısı vardı.ne de su şırıltısı. Kar su damlasını sessizce içine çekiyor ve bizim gibi kar görmemişlerin yağmurun şiddetini işitememesine ve sırılsıklam olmasına neden oluyordu.Sonunda çevrede bizden başka kimse kalmayınca "-yeter baba, yarın bir daha getireceğine söz verirsen gidebiliriz" dedi.Ben de inşallah geliriz dedim.
Araca döndüğümüzde iç çamaşırlarımıza kadar ıslanmıştık. Şimdi anneye nasıl anlatacaktık bu ıslaklığı."-Baba dedi.çok sıkışırsak ikimiz birden dereden geçerken oldu der atlatırız" dedi.
Aracı çalıştırdıktan sonra karlı zeminde araç performansının nasıl olacağını test ettim.birkaç fren denemesi yaptım. Kendime güvenimi tazeledim.
Eve döndüğümüzde eşimin bir işi vardı.O görmeden üstümüzü çabucak değiştirdik.Islak elbiseleri de çamaşır sepetinde diğer kirli çamaşırların altına karıştırarak delilleri gizledik.

İşte karla karışık yağmurlu bir Manisa hatırası.14.Ocak 2012 Cumartesi.

13 Ocak 2012 Cuma

Ocak Soğuğu

Birkaç gündür hava kapalı.Medyada havaların daha da soğuyacağı bildirildiğinden hazırlıklıyız.
Önce yağmur ardından dağlara kar yağmaya başladı.Spil dağının eteklerine kadar indi kar.Küçük oğlum baba dağa çıkalım diyor. Ben ise arabayı kaydırırım korkusuyla peki diyemiyorum.
Yaya çıkabilsek diye düşünüyorum.Tehlikeli olabilir düşüncesiyle vazgeçiyorum.
Günler geçtikçe ve karlar eskidikçe karda oynamanın tadı da kayboluyor. İlk yağan taze karda eğlenmekle kırçıllaşmış karla oynamak bir olmaz demek istiyorum,diyemiyorum.
İşim çok,araba arızası bahaneleriyle erteliyorum. Ama bir yandan bende gitmek istiyorum...

Dağdaki beyazın, ayazı düşüyor aşağıda olanların üzerine.Soğukla,ayazla beraber şehir sokaklarındaki insan sayısı da azaldı. Sadece mecbur olanlar dışarıda. İşini bitiren tekrar içeriye sobanın ya da kaloriferin yanına yerleşiyor. Esnafın kapı önü muhabbetleri havalar ısınıncaya kadar dükkan içlerine taşınıyor. Sabahları güneşin ilk ışıkları sislerin arasından zorlukla iniyor şehrin üzerine.
Güneşin gün içindeki yansımaları da farklı oluyor. Akşam üzeri güneş voltajı düşmüş bir akkor lambanın sarımtırak ışığını gönderiyor aşağıya. Kış mevsiminde sonbaharın hüzünlü renklerini yakalayabiliyor son ışıklarda meraklılar. Fotoğraf meraklılarının hoşlanacağı bir renk harmonisi oluşuyor. Uygun zaman,uygun mekan, uygun ışık ve uygun bir açıdan bakabilirse o anı betimleyen güzel,özgün bir fotoğraf oluşabilir.Ya da ressamın kabiliyetine bağlı hoş bir resim.

Akşam olduğunda evi ve düzeni olanlar acele adımlarla evlerine gidiyorlar.Evde yemekten  sonra tv karşısında uyuklamak ve eşiyle sıradan bir kaç konuşma yapmak,ardından televizyonda haberlere dalmak .

Akşam eskiyi getirdi aklıma. Çocukluğumuzun ilk zamanlarında elektrik ve televizyon yoktu.Uzun kış gecelerinde gaz lambasının ışığı altında annemin elişi yaparken dinlediği 6 büyük pilli bir radyoyu hatırlıyorum.

Yine akşamları misafirliğe gittiğimiz komşu evlerinde ihtiyar bir dededen ya da nineden dinlemeye başladığımız masalların heyecanına öyle kaptırırdık ki kendimizi, ağzından çıkan kelimeleri sanki yutacakmış gibi bir heyecan içinde nefeslerimizi tutar, beklerdik. Kaçırmayalım, sonra ne olacak acaba diyerek. Göz kapaklarınıza uykunun ağırlığı yavaşça çökerken masal dünyasının içine girip baş kahramanın ardına takılır giderdik..

O günler geride kaldı. Öyle masal anlatanlarda. Çocuklarım büyüdüğünde torunlarıma ne anlatacağım? Çocukların kafasını meşgul eden o kadar eğlence varken. Her türlü dijital eğlence ve çeşit çeşit çocuk filmleri varken zaten bizi dinlemezler. Boş ver. Eski günler gibi olmaz artık.
İçimden bir ses "boş ver" diyor "teslim ol akıntıya."

Başka bir ses ise : " Boş vermemeli, teslim olmamalı son nefese kadar uğraşmalı elden ve dilden ne geliyorsa yapılmalı " diyor. Ben bu sese uyacağım.

Bu konuda destek olabilecek masal kitapları da var. Anadolunun bağrından derlenmiş masalları okuruz bizde.  Her ne kadar canlı bir anlatıcının kabiliyeti kadar olmasa da okuruz,öğreniriz, anlatırız, anlattıkça gelişiriz.

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...