7 Nisan 2017 Cuma

Merhaleler.

Pus sardı yine. 
Sabahtan görülen mavi gökyüzü ve cam gibi yemyesil olan güneyimizdeki dağlar yine dumanlandı. Cuma namazına girerken, güneybatıdan kapkara bir bulut kütlesi hızla şehrin üzerini örtmeye başlamıştı bile. 
Acaba namazda iken yağmura tutulurmuyuz diye tedirgin oldum. ama şu an itibarı ile saat 15.45. Sadece o ilk gelen kara bulut kütlesinin ardından şehrin üzerini sarmalama, yığınak yapma işi devam ediyor. 
Baharı müjdeleyen ılık hava ve güneş ışığının arasına kara bulutlar girdi.

Aşama aşama merhale merhale tedrici olarak gelir bahar ve yaz. Birden gelmez. Alıştıra alıştıra gelir ve alıştıra alıştıra gider. Ağustosun 15 inden itibaren inişe başlar sıcaklar. Yine adım adım serinler ve soğur havalar. Mevsim geçişleri denilen bu olsa gerek. 

Eğitim,  öğretim, terbiye de aynı şekilde, aşama aşama yüklenir insana, yani insan zihnine ve bedenine.

Spor yaparken ilgilendiğimiz spor dalının temelleri öğretilir. Ardından antenmanlarla  aşama aşama yeni bilgiler ve beceriler eklenir. Azim gayret, yetenek ve şans bir araya gelirse şampiyon olur.

İnsan hayatı da öyle değil mi? Anne karnında başlar, doğar büyür gelişir, yetişir, yaşayıp, kırlaşan saçlar, zorlanan yollar, bükülen beller derken son yolculuk, son yattığımız yer -o da nasip olursa- bir musalla taşından sonra mezar. Aşama aşama gelişiyor, sonlanıyor.

Belki de toplumların gelişmesi ıslah olması ya da bozulması dejenere olmasında da aynı kaideler geçerlidir.
Merhale merhale.
Gemiler su alıp batarken de birden değil yavaş yavaş gömülürler deryanın derinliklerine.
Ve transatlantik denilen büyük gemiler de yavaş yavaş hızlanırlar. yavaş yavaş dururlar. Durduklarında da ilk hareketleri zor olur.

Ağaçlar da birden kurumazlar, önce hafiften bir renk değişmesi başlar yapraklarda, ardından adım adım kuruma başlar. Esasında ağaç belli eder azar azar sararmakla su ihtiyacını, hastalığını.
Bilenler alıcı gözle bakanlar anlar, farkederler bu durumu.
Her şey merhale merhale.

Pisliğe, pis kokuya alışan insanlar zamanla pis kokuyu duymazlar diyor Haliçte Yaşayan Simonlar kitabında Hanefi Avcı. Söylemese de yaşayanlar bilir bunu. Bir vakitler İzmirde şehrin içinden geçen Yeşildere isimli akarsunun  halk arasındaki adı  (..)okludere idi. Çünkü yakın semtlerin pis suları, lağımları Yeşildereye akardı. Etrafında semtler vardı. İnsanlar güzel (!) İzmirde o koku içinde yaşayıp giderlerdi.  O tarihlerde Halamın  evi de  Yeşilderenin 30-40  metre yakınında idi  ve her gittiğimde uzun süre burnumu kapatır, ağzımdan nefes alır, yavaş yavaş alışırdım, (mecburen) İşkencenin bir türü de bu olsa gerek...

Ancak inkılaplar devrimler için bu geçerli midir denirse. Geçerlidir. Önce toplumlar kriz belirtisi gösterirler, krizler çözülmedikçe yavaş yavaş büyür ve memnuniyetsizler isyanı başlatır. Ardından yenilenme gelir. Kabuk değiştirme gibi.




Bir eski hatıra.

Geçen Salı (04.04.2017) akşam üzeri işten çıkınca yönümü eve değil de Karaköye doğru çevirdim. Akşamın yorgunluğu omuzlarımdan bastırsa da yavaş yavaş yürüdüm. Önce her zaman bulma ihtimalim olan kahveye baktım. Yoktu. Sonra küçük adımlarla biraz daha yukarıya çıktım. Parkı geçtikten sonra parkta oynayan  küçük yeğenimi gördüm. Dayı dedi dedem parkın köşesinde oturuyor. Baktım. Babamda beni gördü. Yanına gittim.  Dereden tepeden birçok konuda sohbet ettik. 
Bir ara yine hatıralarına daldı. Bugünlerde yaşadıklarını birbirine karıştırsa da çocukluğunu iyi hatırlıyor. Üç ya da dört yaşlarında 1943-1944 kıtlık yılları, Dedem Çanakkalede jandarma. Bir kaç devre askerin tezkereye gönderilmediği Alman Harbi dedikleri Seferberlik yılları, 2 dünya savaşı yılları. 1914-1915 doğumlu olduğunu sandığım dedem jandarma olduğu için yeniden askere çağrılmış tahminin.  Ebem kaynanası görümcesi hepsi bir bahçe içindeki birkaç odada yaşıyorlar. Bir oda ebem dedem ve biricik oğulları babam. Ancak dedem askerde. Ebem ve babam yalnız. Kaynanası ve görümcesi ile sıkıntıları var. gelir kaynağı yok. Birikmiş yok. Yiyecek yok, gıda yok... Aşağı yukarı köyün ekseriyeti aynı durumda. Babam sokağa çıktığında sıcak, yumuşak  ekmek yiyen arkadaşlarını görünce üzülüyor. Komşuların bazıları çocukları aç kalmasın diye bulup buluşturup ekmek yapıyorlar. Ancak kendilerine yetecek miktarda  olan ekmeği evde yemesini söyleseler de dokuma tezgahı başında işe dalan ana babalarının elinden kurtulanlar  dışarda kendilerince  gösteriş yapıyorlar. Bilseler yapmazlar ama yapıyorlar. Bunu farkeden komşular ise ebemlerim dam üstündeki ocağın bacasından iple ekmek/ yiyecek sarkıtıyorlar.Çünkü yüzyüze gelirlerse alan da veren de utanacak hicap duyacak. Birisi damüstüne çıktığında bacadan birşey sarkıtıyorsa yemek zamanı, yardım etmek isteyen diğeri onu görünce bacadan sarkıtma işini bitirp evine ininceye kadar gizleniyor, bekliyor. Ne zaman ki ortalık sakinliyor, o da yukarı damüstüne çıkıp ebemin bacasından başka bir gıda sarkıtıyor. 
Ancak aşağıda bulunan Ebem iplerin renginden kimin sarkıttığını biliyor, anlıyor,belli etmiyor. Sessiz bir kabullenme karşılıklı olarak. Bu bizim kendi örneğimizde şahit olduğumuz, ama başka sıkıntıda olanlara da benzer yöntemlerin kullanıldığına dair bir delil sayılabilir.
Ebem yirmili yaşlarda küçük çocuğu ile yalnız.Ve eşi asker. Ve eşinin yakınları anlayışsız. Onların haberi olması da durumu değiştirebilir. Belki de gizliliğin bir sebebi de yardım eden komşuların aralarındaki aile içi gerginliği bilmeleri.
Ebem rahmetlinin bir başka hatırasında ise Babam yumurta istediği için,ocakta sahanda kaynayan suyun içine kabukları soyulmuş kuru soğanı  kaynattığını, babamın ne zaman pişecek dediğinde bak hala kaynıyor,pişmedi  diyerek aldatmak zorunda kaldığını anlatmıştı.  
Yine günlerden birgün dedemin yakın köylerden asker arkadaşı Çanakkaleden izne gelmiş, gelirken dedem mektup göndermiş ve çocukların durumuna bir bakıver deyip, küçük oğlunun fotoğrafını istemiş.  Asker arkadaşı köye gelip babamı ve ebemi görmüş, Oğlunun fotoğrafını istediğini söylemiş. İzinden geri döneceği güne kadar bir fotoğraf çektiriverin de götüreyim Hasan Ali ye demiş.
Ebem kimle nasıl gittiyse Gediz e gidip babamın  boydan bir fotoğrafını çektirmiş. Günü gelince asker  arkadaşı ile dedeme yollamış. Dedem arkadaşına işinin ve çocuğunun halini sorduğunda arkadaşı Hasan Ali iyi değil demiş. Zordalar. Zor durumdalar, iyi görmedim demiş tekrar tekrar. Dedem bu duruma çok üzüldüğünden olsa gerek.günlerden bir gün  Uşağa çıkan bir göreve kendini kaydettirerek o bahaneyle köye de uğramış ve eve girdiğinde  Ebem o kadar halsizmiş ki, baygın baygın yüzü duvara, sırtı kapıya  dönük uzanıyormuş, dedemi görmemiş, farketmemiş, ya da moral çöküntüsü var... Dedem içeri girmeden, hemen bir eşekle Gediz e inmiş. İmkanı ölçüsünde ev ihtiyaçlarını eşeğe yükleyip gelmiş. Birkaç yük odun getirmiş. Evin ev olduğunu tekrar hissetmiş ebem.

İşte Çanakkaleye giden o fotoğraf babamdaydı. Ben de alıp tarayıcıdan büyük boy hale getirmiştim.
Birgün köye gittiğimde ebemi ziyaret etmiştim. Çocukluğunun geçtiği keçi güttüğü uzak dağların eteklerindeki arazilerini gören, geniş penceresinin yan duvarında babamın çocukluğunun eski fotoğrafının  A4 e bastığım kopyasını yorgan ipiyle bir mukavvaya dikmiş ve duvardaki çiviye asmıştı.
O fotoğraf yarımdı. babamı ayakta durması için tutan iki el görünüyordu. Diğer kısım ebemin fotoğrafı mahrem olduğu için ayrılmış. Ama dedem mi ayırdı. Fotoğrafı vermeden Ebem mi kesti öğrenemedim. Ayrıca diğer parça nerede o da mechul.
( Birgün olur da unuturum, eksiğiyle, kusuruyla bizden de bir kayıt kalsın sonrakilere. )


Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...