28 Ağustos 2019 Çarşamba

Elalem Ne Der!

"Elalem ne der." 
Bir kısım insanların hayatlarını tanzim ederken önlerine koydukları her hangi bir plan proje yoktur.  Girişecekleri iş ve eylemle ilgili olarak öncelikle "el alem"in bu konuda ne düşüneceğini önemserler.  Eğer "el alem"in yapacakları işten sonra takdir edeceklerini tahmin ederlerse o işe girişirler. Ya da "el alem" in genel geçer beğeni düzeyleri dışında kalma ve eleştirilme, beğenilmeme olasılığı varsa  başlamadan vazgeçerler. Bu nedenle "el alem ne der " sorusuna geliştirdikleri cevap, -yaşadıkları mahallin bakış açısına göre-  genellikle diğerlerinin de buldukları ile aynıdır.  
Bu yerlerde gelişme, kısa zamanda değişim ancak dışarıdan yeni gelenlerin  dışarıda gördüklerini cesaretle uygulaması ve savunmasıyla oluşabilir. (Bu tür gelişmenin ne kadar sağlıklı olduğu da sorgulanabilir.)
"El alem ne der" kelimesi etrafında oluşanlar gelişmeyi kısıtlayan bir kısır döngüyü anlatır. Doğal olarak yeniliklere kapalıdır. Ortaya çıkan kısır döngünün sonunda toplumda oluşan, yeniliklere ve yenilikçilere soğukluktur, hatta düşmanlıktır. 
Bir tür muhafazakarlıktır. Yeniliğin getireceği belirsizlikten endişe duyulması nedeniyle, var olanı yanlış da olsa muhafaza etme eğilimidir. Taassup olarak da adlandırılabilir. 
Muhafazakarlık;  toplumun kurucu temel değerleriyle tutarlı olan,  çağın ve koşulların getirdiği gereksinimleri de karşılayan, ilerlemesini engellemeyen  olumlu bir esneklik içerisinde ise kabul edilebilir. 
Ancak medeniyetinin ortaya koyduklarının diğer medeniyetlerin ortaya koydukları karşısında zayıf düşmesi sonucunda iki yol ortaya çıkar. Korunmak amacıyla içine kapanarak katı muhafazakarlık, taassup,   diğeri hayatta kalmak ve gelişebilmek amacıyla üstün olanları taklit ederek değişmeyi seçmek. 
Her iki tarafın kendilerine göre haklı sebepleri olsa da, bir başka -azınlıkta kalan- grup ise iyileştirmeyi, ıslahatı çözüm olarak sunmak isterler. Bu grup hem muhafazakarlarca hem de yenilikçilerce kıyasıya eleştirilebilirler. Çünkü yaşadıkları toplumun sorunlarını hamaset duygularının yönlendirmesiyle değil, mantığın ve bilimin soğuk eleştirilerini kendilerine sormalarıyla ortaya çıkacak sorulara ve sıkıntılı üzücü yanıtlara hazır değillerdir. 
Mahkemelerde bile suç, suçlu ve sebepleri ortaya çıkarılmak için, hukukçularca nice araştırmalar ve sorgulamalar yapılmakta ve gerçek bulunmaya çalışılmaktadır. Öyleyse toplumun sorunlarının da incelenip araştırılması gerekmez mi?
...
"El alem ne der" ifadesinin ardından yüzeysel, şekilçi, derinliksiz, gelişmeye kapalı, ezberci  kelimeleri  akla gelir.
Bu ifade, yenilgiyi kabullenmiş cemiyetlerde yaşayan ve yaptıklarının doğru olduğuna dair  güvenini yitiren fertlerin,  toplumla aynı eylemleri yapmak suretiyle, var olanı savunma isteğinin bilinçsiz bir tezahürü müdür?
Geçiş dönemi toplumlarının özelliklerinden midir?



Sıkıntı

Saat 17.00 yi geçti. İş arkadaşları yavaşça odayı terketti. Diğer odalardan gelen sesler de gitgide azaldı. Gündüz çalışma saatleri içinde hiç sesi duyulmayan koridordaki su sebilinin soğutucusunun vınlamasını ilk defa işitti. Bir süredir duymadığı sol kulağındaki çınlama sesini yeniden duymaya başladı. 
Acaba mesai sonrasında bina sessizleşince binanın inlemeleri, -zaten Kurtuluş Savası esnasında Yunan yangınını da görüp geçirmiş eski bir binaydı-  insan sesleri azalınca da vücudunun sızlanmaları mı belli olmaya başlamıştı. Yoldan geçen motorsiklet tırıltıları, arabalar ilerlerken lastiklerin geçmeli taştan yapılmış yolla kurdukları irtibattan dolayı oluşan sesler. Ve batmaya hazırlanan  ikindi güneşinin doğuda bulunan binalara çarparak ışıldaması. Arasıra istasyon tarafından dağa doğru esen yelin yaprakları titretmesi.  Bunları farketti. Ama hala farketmesi gerektiği halde farketmediği birşeyler vardı. 
Ve farketmemesinin dışında içinde, zihninde dolaşıp durduğu halde bulamadıkları da vardı. Kaç zamandır düzenli kitap okuyamaması, çatıda boyanacak yerleri hava sıcak diye çıkıp boyayamaması, tamir edilecek birkaç eşyayı tamir etmeyi ertelemesi miydi. Belki de. Düşünüyor, arıyor, "hah işte buldum sorun bu!" diyemiyor, bulamıyordu.  
Acaba farketmek bulmak mıydı? Fark etmeden bulunan, bulunmuş sayılır mıydı?
Zihninde bulamamanın verdiği sıkıntı olmasına rağmen "boş ver." dedi."Şimdi hareket zamanı, sonra düşünürsün."  diye içine fısıldayarak klavyeyi bıraktı. (16 Temmuz 2019)

27 Ağustos 2019 Salı

Bozuk Para

Yaz sonu sıcaklarının şehrin her yanına tesir ettiği bugünlerde, çocukluğunun yaz mevsimlerinde hissettiklerini düşündü bir an...

Mevsim yaz, aylardan Ağustos ve sene 1976 olmalı ... Her yer sıcak. Nereye dönsek, nereye otursak, nereye baksak, hep sıcak, hep sıcak. Gölgeler bile kifayet etmiyor. Ancak; Spil'in kuzey yamaçlarına yaslanmış eski taş binaların ovaya bakan açık kuzey taraflarından gelen esinti, kısa bir an için ferahlatıyor. Bir de ulu çınar ağaçlarıyla çevrilmiş olan, yapısının büyük kısmı yaprakların altına gizlenmiş tarihi binaların karanlık gölgeli taş duvarlarına yaklaşabilenler  serinliği hissedebiliyor. Kalın taş duvarlar  sıcağa karşı  savaşta başarılı oluyor.
Öğle ile ikindi arası bir süre sokaklar boşalırdı. İmkanına göre herkes sığınacak serin bir köşe bulmaya çalışır, kavurucu sıcakların geçmesini beklerdi.

Ağlayan Kayanın batı kısmından, dağların arasından kurtularak kuzeydeki ovaya doğru akan derenin çevresinde  irili ufaklı çınar ağaçlarının gölgelerinde çocuk sesleri duyulurdu.  
Elinde gazete kağıtlarına sarılmış şarap şişelerini mümkün olduğunca belli etmemeye çalışarak  sessizce derenin ıssız derinliklerine doğru geçenler de görülürdü. Bunlar şırıldayarak akan derenin gözler uzak yerlerinde göllenmiş su birikintilerinde  içip içip mest olurlardı. Bu nedenle gündüz vakti bile derenin içindeki ağaçların altında demlenenlerin bulunması ihtimalinden dolayı çocuklar için uygun değildi. Yalnızca değirmen kemerinin hemen üstünde bulunan doğal havuz biçimindeki oyukta biriken sularda yüzülebilirdi. Burasının diğer bir  sakıncalı yönü batı tarafındaki çöplüktü. Motorlu araçlar giremediği için dağ yamaçlarındaki sokakları dolaşarak evlerdeki çöpleri eşeklerle toplayan belediye görevlilerinin gizlice çöp döktükleri bir yerdi. (Belki de gizli değildi.) Bir yanda sıcaktan kızışarak kokuşan envai çeşit çöp ile uçuşan ya da çöpleri karıştıran haşarat, diğer yanda derenin sularıyla dolan havuzda  keyif yapan çocuklar.
Ağlayan kayanın önündeki derede bulunan değirmen kalıntılarından dağa doğru çıkıldığında, boğaz yukarıdan gelen hava akımının ve yüksek tepelerin etkisiyle, güneş de geç ulaştığından nisbeten serin  olurdu.
...
Tarihi bedestende restorasyon başlıyor
Şehrin içinde ise, Ulucaminin önünde ağaçlarla gölgelenmiş  şehre hakim olan alan  ile bedestenin içinden başka serin yer bilmez idik. Şehri gezip sırlarının ekserisine vakıf olsa idik, farklı serin mekanları da tarif edebilirdik. O sebeple -bildiğimiz bir serin mahal olarak-  yolumuza yakın olan bedestene  bir bahane ile uğramaya çalışır idik.
Yunan yangınından sonra, kavruk kalmış şehrin, Kurtuluş Savaşı sonrası yaralarını iyileştirmeye çalıştığı eski zamanlarda, bit pazarındaki Rum Mehmet Paşa bedesteninin içinde, bit pazarı esnafınca yıkımlardan çıkarılan uzun ağaçlar saklanırdı. Güney ve kuzey taraflarındaki kapıları duvar çekilerek kapatılmış olan bu eski bedestenin,  orta kısmında doğu batı yönünde bulunan  kanatlı ahşap kapıları gün boyu hep açıktı. Sıcak Temmuz Ağustos ayları çarşıya doğru bir işimiz çıktığında Karaköyden yolu sağa doğru biraz uzatır, doğu batı yönüne karşılıklı açılan  o kapılardan geçerdik.
Ve geçerken  bedestenin içindeki buz gibi dingin hava bizi serinletirdi. Bedestenin içindeki ağaç sırıklarını  kemiren böceklerin tıkırtısı dışında sıkıntılı bir sessizlik hüküm sürerdi. Bu sessizlikten ve dingin serin hoş havadan ürperirdik. Neden burası serin diye işkillenirdik.

Yeni gelişen zihnimizin hayal perdelerinde, akşamdan kalan masalların devamını, burada yeniden oynatmaya başlardı korkularımız. 
Kim üflerdi, şehrin alevden bir çember içinde yandığı öğlen sıcağında, bu ıssız yerde, bu kadar serinliği. Sorgulayan gözlerimiz aklımıza gelenler yüzünden kocaman açılırdı. "Cin yatağı." Zaten büyüklerimiz  pisliğin karanlığın küllerin çöplerin olduğu yerlere fazla yanaşmayın derlerdi. 
Demek ki geceleri bizi korkutan bazı arkadaşlarımızın geceleri altının ıslattıran o korktuğumuz  burada da vardı. Acaba gece gaz lambalarının titreyen alevlerinin duvarlarda oynaştırdığı envai çeşit gölgelerin eşlik ettiği,  ninelerin zevkle anlattığı efsunlu masallardaki, bir dudağı yere değen o cin bizi görünce, bize doğru serin nefesini mi üfleyiverirdi? Ve biz de serinlik, korku ve heyecan içinde korkunun esaretine girer, bedestenin içinde fazla duramadan çıkıverir, kaçıverir idik. 
Acaba daha fazla üfleyip de bizi dondurabilir miydi? Cesaretimizi arttıran başka arkadaşlar varsa yeniden dolanır tekrar geçer tekrar ürperir idik. Akşam yatmadan önce karanlıkların içinde bizleri gözetleyenlerin bir kısmının gündüzleri bu bedestenin güney kısmındaki karanlıklarda ağaç sırıkların arasına gizlendiğine emindik. İçerideki serinlik bunun isbatıydı. O zamanlar bu ürpertinin korkudan olduğunu düşünürdük, Ancak soğuktan dolayı da ürpereceğimiz / titreyeceğimiz hiç aklımıza gelmezdi.
Yine de bu korkumuzu ve keşfimizi kimseye söylemezdik. Çünkü bizim söylediğimizi öğrendiğinde orada saklanan korktuğumuz yerinden çıkarak, belki de bizim yatağımızın altına saklanıverecekti.
Sıcağın şehirde girmediği delik bırakmadığı günlerden bir gün, komşumuz İğneci Ayşe Teyzenin oğlu Gazenferle sokakta oynarken dikiş makinasına bir parça almak için çarşıya gönderildiğimizde rotamızı bedestene çevirdik. Bedestenin batı tarafındaki orta kapısından girdik. O sırada Gazanfer elinde tuttuğu ikibuçuk liralık demir parayı düşürdü. Gazanfer  parayı düşürünce kasıldı kaldı. Korkuyordu, ancak paraya da kıyamıyor, bırakıp gidemiyordu.
Üzerinde elinde sigarası ile Kocatepeden aşağıya bakan Atatürk'ün kabartması bulunan ikibuçukluk demir para, yuvarlana yuvarlana güney kısımdaki ağaçların altına doğru ilerledi ve dikine istiflenmiş uzun sırıkların arasına girdi. Ama  yalpalaya yalpalaya ilerlerken parıltısından nereye ilerlediğini takip edebilmiştik. Güneye uzanan koridorun sol tarafındaki ağaç yığınının arasındaydı. Uzun bir çomakla çubukla alınabilecekti. Paraya doğru korkarak ilerlemeye  başlayınca serinliğin geldiği taraftaki ağaç gölgelerinin derinliklerinden gelen tıkırtılar çoğaldı. Yaklaştıkça daha da arttı. sonunda korku ve para arasında seçim yapmak noktasına gelince korkudan yana  karar vererek koşarak dışarıya çıktık.
Gazanfer kapının kenarında taş zemine oturdu. "Bir hafta hurda demir çivi toplayarak kazandığım paramı cinlere kaptırdım." diye ağlarken "bir yandan da senin yüzünden, neden beni buraya getirdin" deyip beni de suçluyordu. Sokaktan  geçen bir kısım insan biraz durup bakıyor sonra "vah vah" deyip ilerleyip gidiyordu. Sonunda Gazanferin ağlaması hız kesti. Gömleğinin yenleriyle gözlerini ve burnunu sildi. "Ne yapalım kader" dedim. Bana kızgın gözlerle bakarak "tabi kaybolan senin paran değil" dedi.
...
Bilinçsizce beklemeye başladık. Bu arada elinde iri tesbihi, bol şalvarının üzerine beline sardığı kuşağı ile ve şivesinin farklılığı ile doğulu olduğu belli olan bir ihtiyar yavaş yavaş yaklaştı. Yanındaki bir başka kişiye içerideki ağaçları anlatıyordu. İçeriye girdiler. Güney kısımdaki ağaçları incelemeye başladılar. Arkalarından biz de girdik.
Gazanfer "Amca! şuraya ikibuçuk lira param yuvarlanmıştı. Alıversem" dedi. Amca "nerede oğul? göster bakalım" dedi. Gazanfer yerini  gösterdi. Amca "ya bismillah" diyerek ağaçları sağa sola doğru ittirmeye başladı ve sonunda bozuk paraya erişebilecek kadar yaklaşınca Gazanfer eğildi parayı alacağı sırada  gürültüyle tozu dumana katarak bir  karaltı önünden hızla geçip gitti.
Gazanfer olduğu yerde "cinler" diyerek yine dondu kaldı. Ama amca tozu dumana katan gürültünün ardından; "itoğlu it başka sinlenecek yer bulamadın mı?" diye söylenerek elindeki bastonu kapıya doğru fırlattı. Bastonun düştüğü yerden gelen tok sesinin ardından  kuyruğunu kıstırarak acıyla cıyaklaya vıyaklaya kaçan küçük bir köpek kapıda bir an göründü ve kayboldu.
...
Rahatlamıştık. Gazanfer  üstü başı toz içinde olsa da cinin sebebini öğrenmiş, parasını da geri almıştı.
Amca gülümseyerek başımızı okşadı."Hadi bakalım çocuklar bir daha buralara gelmeyin" diyerek bizi gönderdikten sonra içeride kendisini bekleyen müşterisinin yanına gitti
...
O sebeple -altmışa yaklaşan yaşına rağmen- hala ıssız yerlerde, sessiz mekanlarda içini ince bir heyecan sarıverir.(27.08.2019)

23 Ağustos 2019 Cuma

Taş Kökü

Daha iyi pişmesi için eti ezmenin uygun olacağını düşünerek, dağlara çıktığında düzgün bir taş bulmak istemişti.
Geçen Cumartesi günü arkadaşıyla beraber dağ yollarında bisiklet gezisi yaparken o düşüncesi birden aklına geldi. Gözü dağ yollarının kenarlarındaki taş birikintilerine takılır oldu bir süre ve sonunda uygun bir taş buldu. Çantasına koydu.  Gezi bittiğinde arkadaşıyla vedalaşarak hızla eve geldi. 
Eşi ve çocukları evde değillerdi. Eşi salça yapmak için annesinin köydeki evine, kızı Mudanyaya, küçük oğlu Foçaya arkadaşının yanına gitmişti. Büyük oğlu Amerikada idi. Evde yalnızdı. 
Akşama doğru midesinde gelen sesler üzerine eşinin küçük poşetlerde dolaba yerleştirdiği  etlerden bir parça kesti. Yeni aldığı döküm tavayı ısıttı ve etleri güzelce tavaya yerleştirdi. Etlerin üzerine daha iyi pişmeleri için önceden temizleyip kuruttuğu dağdan bulduğu taşı yerleştirdi. Cızırtıların ve dumanın artması üzerine set üstü aspiratörü çalıştırdı. Aralıklarla etin pişip pişmediğini kontrol ediyordu. Bazen taşı eliyle bastırıyordu. Çıkan cızırtılardan etin daha iyi piştiğinden kendince emin oluyordu. Etlerin rengi gitgide soğan kızıllığına dönünce artık piştiğine kanaat getirerek ocağı kapattı. 
Sofrayı hazırladı. Etleri tavadan büyükçe bir tabağa aktardı. Tavada birkaç tane küçük parça  kalmıştı. Onları da tabağa aldıktan sonra sofraya besmeleyle oturdu. Çok da iyi pişmediğini farketse de azı dişleriyle eze eze yavaş yavaş yemeğe devam etti.
Bu arada tabağın kenarındaki  koyu kızıl renkteki küçük parçalardan birini ağzına attı. Sertti. Çiğnemeye uğraştı. Azı dişleriyle kıtır tıkır kırdı birkaçını. O anda birden "Neden bu kadar sert ağzımda çiğnemeye çalıştığım etler, neredeyse dişlerimi kıracak" diyerek ağzındakileri çıkardı. Eti ezmek amacıyla kullandığı taşın kırıkları peçetenin içinde sırıtmaktaydı. Taş sıcaktan çatlamış ve küçük parçaları etin yağıyla karışarak kamufle olmuştu.

Hafızasında eski zamanlardan bir hatıra canlandı.
Yıllar önce sanat enstitüsünde öğrenciyken, bir akşam üzeri okuldan eve geldiğinde, akşama kadar ocakbaşında çamaşır kaynatan ve yıkayan annesinin -onca yorgunluğuna rağmen bulup buluşturarak- özenerek yaptığı bir et yemeğini "fazla yağlı" diyerek  beğenmeyince,  Annesi üzülmüş, sinirlenmiş ve halden anlamayan oğluna öfkeyle "taş kökü yiyesin" demişti.
 O da bugün annesinin yemesini istediği o taş kökünü yemişti işte.
"Ya" dedi. "Rahmetli olalı 25 yıla yaklaştığı halde  Annemin bir dileği / bedduası(!) daha tuttu." 
Ama şükür bastırmadan öğütmeye çalıştığından dişlerinde fazla bir harabiyet oluşmamıştı. "Demek ki candan ilenmemiş" dedi.

Kısaca, Bilesiniz! Büyükler ilendiğinde eninde sonunda çıkıyor.

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Emanet ve Kıyamet

17 Ağustos günü sabahı bisikletsever arkadaşımla şehrin güney batı yamaçlarına kurulmuş bulunan Uncubozköy kent ormanında gezintiye çıkmıştık. Uzun zamandan beri fırsat bulup da çıkamadığımız için hamlık vardı vücüdumuzda. Sessizliğin hakim olduğu birçok yerde mola verdik. Hafif esen yellerin, sallanan ağaç dallarına karışarak oluşturduğu uğultuların diğer sesleri bastırdığı yerlerde,  birlikte söylemek istediklerini, fısıltılarını anlamaya çalıştık. Ormanda geçirdiğimiz  süre uzadıkça ruhumuzun daha da dinginleştiğini hissettik. Cep telefonlarımızın kamerası ile  durumu kayıt altına aldık. 
O saatlerde ülkenin değişik yörelerinde orman yangınları çıkıyor, görevlilerce canla başla bir yangın söndürülmeye çalışılırken bir diğeri başlıyordu. Ertesi gün  haberlerde, bisikletle gezdiğimiz mevkinin güneyinde bulunan İzmir şehrinin Karabağlar Semtinde de orman yangını çıktığını ve  yaklaşık bin futbol sahası kadar alanın yangından etkilendiğini öğrendik. İnşallah daha da büyümez. İnşallah ülkedeki son orman yangını olur.  
 Ancak tedbirsizlik ve ihmal alışkanlığı sürdükçe, bu dileğin sadece kuru bir temenniden öteye bir anlam içermeyeceği de bir başka memleket gerçeği olarak karşımızda duruyor. Olası tehlikelere karşı öngörülerde bulunarak planlar yapmak, ülkenin imkan ve kabiliyetlerini akılcı olarak koordine etmek ve tehlikelere karşı  uyarıda bulunmak gerekir.
Doğru insanlar doğru görevlerde ikame edilmedikleri sürece, itaat ve biatın egemen olduğu bir ortamda ehil olmasa bile "bize yakın olanların", "bizden uzak olanlara" göre öncelikli avanta(j)lara sahip bulunduğu dönemlerde bu ve benzer sorunların, acıların, felaketlerin çoğaldığı bilinmektedir. 
         ...
Ayet-i Kerime " ...İçimizdeki birtakım beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak edecek misin? Allahım !.." (Araf Suresi.155). Musa Aleyhisselamın kavminin başına gelen deprem nedeniyle Rabbine duasından bir bölüm, ancak insanoğlunun kendi elleriyle işlediği tüm felaketler için geçerli bir dua.       
“Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmederken adaleti gözetleyip onunla hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Unutmayın Allah her şeyi işitir ve görür.” (Nisa, 4/58)
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:"... İş, ehil olmayana verilince kıyameti bekle"[Ebu Hureyreden Rivayet Buhârî, İlim 2]...
İçimizdeki beyinsizlere, ehil olmayanlara -olumsuz bir şeyler işlemesi için- fırsat ve emanet vermemeli, aklın, ilmin ve adaletin  kılavuzluğu ile sorunlara çözümler üretmelidir. Ehil kişilerce ortaya konulan en doğru çözüm için yılmadan mücadele edilmelidir. (21.08.2019)

9 Ağustos 2019 Cuma

Bayram Öncesi

Şehir bürokrasisinin en yetkinlerinin bulunduğu 110 yıllık eski binada Kurban Bayramı öncesi son mesai gününün son saatlerine doğru bayramlaşma töreni için makam katında buluştu tüm personel. Bayramlaştı ve bayramlaşma sonrasında merdiven önünde bir hatıra fotoğrafı çekildi. Saygının esas olduğu (sınırlı sorumlu kooperatiflerin ss yazısı gibi) bir düzen içinde gerçekleşen ölçülü bir neşe vardı. Herkesin yüzünde tebessüm egemen olmuştu.
Ve güzel sitayişkar sözlerle nazik ve kısık bir üslupla iyiniyetini belli etti Riyaset Makamı.
Ardından yavaşça merdivenlere yöneldiğinde, merdivenlerin tam karşısında Hatuniye Camiinin bir tablo gibi göründüğü balkonlu penceredeki çiçekleri gördü. Sağdan -yani batıdan vuran ikindi güneşinin sarı-kızıl-turuncu arası renkteki tatlı hüzmeleri çiçeklere farklı bir güzellik katıyordu. İmkanı olsa her akşam üzeri bu manzaranın yağlı boya tablosunu yapmak isterdi. Ancak inişin telaşındaki gençlerin farkedemediği bu güzellliği sadece kendisi mi farketmişti acaba diye kendi kendine sordu. Yoksa egosu yine şişmeye mi başlamıştı. 
Nedense, sanki güneş -hava müsait olduğunda- yıllarca her gün ışıkları ile dokuna dokuna bu eski binanın renklerini de yapısını da kendisine benzetmişti. Güneş ışıkları bu bina içine vurduğunda farklı ışıltılar saçıyor gibi geliyordu ona. 
Mesainin son dakikalarına doğru radyoda Pir Sultan Abdal'ın bir türküsü çalıp duruyordu. Ama odaya toplanan kızların şen sohbetleri ve ellerindeki hediye paketlerinin hışırtılarından türkü rahat dinlenemiyordu. 
Olsun buna da şükür dedi...(09.08.2019-16.40)

2 Ağustos 2019 Cuma

Sıcak Cuma

Düne kadar dışarıda sıcak  her yeri kasıp kavuruyordu. Uzaktan klimalı odaların pencerelerinden seyrederken alemi her şey çok daha hoş, çok daha romantik görünüyordu. Akşam üzeri mesai bitiminde, yüzyıllık binanın mermer merdivenlerine çıktığı anda yüzünü yalayıp geçen sam yeli ile gerçeğin farkına varıyordu. Bisikletine doğru adım adım ilerlerken ikindi  güneşine karşı ilk savunması olan şapkasını başına geçiriyordu. Çünkü güneş yönünde bisiklet sürecekti. Sağ ayağına doğru eğilerek pantolonunun paçalarını çorabının arasına sıkıştırıp bisikletinin kilidini açıyor ve üzerine oturarak yavaş yavaş pedal çevirmeye başlıyordu. Yavaş yavaştı. Çünkü, hız demek, ısı demek, ter demekti. Ki, o an itibari ile hiç istenmeyen şey terdi. Şansından işyerinden eve giden yol aşağıya doğru hafif meyilliydi ve pedal basmasa bile ilerleyebilirdi.
...
Bu gün ise, evden eşinin plastik kaplara koyarak poşetlediği öğle yemeğini yedikten, abdestini aldıktan sonra,  Cuma namazı için Hatuniye camisine doğru yürümeye başladığında açık alanlarda terlemesine rağmen -kuzeyden esen rüzgar nedeniyle olsa gerek-  ağaç gölgelerine  sıcağın tesir etmediğini farketti. Caminin avlusunda bulunan çınar ağaçlarının birinin altına gölgeleri hesaplanarak serilmiş bulunan naylon hasırlardan en gölgeli olanının üzerine diz çöktü. Namaz vakti yaklaştıkça Cemaatin gitgide çoğalmasıyla, sesi de gitgide artan din görevlisi kurban ve diyanet'e kurban bağışı hakkında vaazına devam ederken; "camiye girenler, serin bir köşe bulmak telaşıyla kafaları meşgul iken hocayı dinleyebiliyorlar mı acaba" diye kendine gereksiz bir soru sordu. "Kafaları bir şeylerle meşgul olmasa yine can kulağıyla dinlecekler mi?"  düşüncesiyle hayıflanarak, iç dünyasında kendi kafasını meşgul eden konulara döndü. 

Vaizin heyecanlı sesi sadece cami cemaatinin değil caminin ve cami yakınlarındaki kahvehanelerin, lokantada yemek yiyenlerin ve yoldan hızlıca geçenlerin kulaklarında çınlıyordu.

"Acaba dinleyenlerin ne kadarı dinlediklerini anlıyor ve uyguluyorlar. Bu konuda herhangibir istatistiki çalışma var mıdır? İstatistik ya da araştırma sonucunda  halka anlatılanların  halktaki etki yüzdesi düşük çıkarsa. Ve daha derine inip nedenleri de araştırılır mı? Kurumlar sorgulanır mı? 
O zaman çarşı karışır." düşüncesiyle klavyeyi bıraktı. (02.08.2019 Cuma)

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...