15 Mayıs 2013 Çarşamba

12 Eylül 1980 Manisa (Fırında Çıraklık Günlerim)

11 Eylül 1980 günü saat 23.30 sıralarında dış mahalle tarafından fırının önüne yeşil renkli bir binek renault otomobil yanaştı. İçinden yine yeşil üniforması  ile rütbeleri çok olan kıdemli bir astsubay telaşla indi.
-Ekmek var mı ? dedi.
-Var dedik.
-Kaç tane var?

Manisa Karaköy "Yeni Doğan Fırını" diğer ismiyle "Çifte Yani Fırını "nda mesaimizin ilk saatleriydi. Fırın yeni hazırlanmış,hamur yeni mayalanmış,(Maya değil,maya akşam ezanından sonraki saatlerde hazırlanırdı. Gece boyunca önceden hazırlanan bu mayadan bir miktar alır yeni karılan hamura katardık.Bu işleme mayalanma denirdi.) İlk posta ekmeği yeni çıkarmıştık.
Mis gibi kokan,dumanı üstünde ellerimi yakan sıcak ekmekleri fırının camekanlarının altına dizmiştim. Fırınımız kara fırındı, küçüktü. Sabaha kadar ancak 1000-1200 ekmek çıkarabiliyorduk. Batı kışladan gelen astsubayın sorduğu saatte ancak 100 civarında ekmek vardı tezgahta.
-Daha başka yok mu.dedi.
-Hepsi bu dedik.
-Tamam arabanın bagajına gazetelerin üzerine sıralayıverin. dedi.
 Saydık ve dumanı üstünce sıcacık ekmekleri  sıraladık bagaja. Astsubay dört buçuk  liradan 90 küsür ekmeğin parasını peşin ödeyip yeşil renault sivil plakalı aracına bindi. Lastiklerini gıcırdatarak yeniden batı kışla tarafına dönerek hızla uzaklaştı.
Manisa'nın Karaköy Semtinden geçen İzmir Caddesi yeniden  sessizleşti.

Patron Ramiz Abi daha gelmemişti.
Ben,Hamza Abi,Sertif ve İbrahim vardık fırında.
(Sertif güreşçiydi. Manisa Sanat okulunu bitirdikten sonra İzmir Tekel Güreş Kulübü vasıtası ile İzmir Tekel e girmiş olduğunu duydum. İbrahim liseyi bitirdikten sonra astsubay oldu.Belki de emekli olmuştur.Hamza Kurtoğlu çınarlı kahvenin altında oturuyorlardı. Abilerinin kamyonları vardı. Kum çekiyorlardı. Hamza Abi şu an nerelerde bilmiyorum.)

Birbirimize baktık.Parayı kasaya attık.Erken peşin satışa memnun olmuştuk.Ama sebebi hakkında fazla düşünmedik."Askeriyede  bilmediğimiz bir sebepten  acil ekmek gereksinimi varmış ve bizden tedarik ettikleri için para kazanmıştık." diye düşünerek her gece yaptığımız mutad işlere döndük.

Hamza Abi,Sertif ve İbrahim yukarıda hamur karıyorlar,bekletiyorlar. Kesme teknesine indiriyorlar,terazide ölçerek yuvarlatıyorlar ve Sertif baston yapıyordu. (Baston ekmeğin yuvarlatılmış halden uzun hale getirilmesi işlemine verdiğimiz addı.) Baston yaparken tak tuk diye sesler çıkıyordu . Bu sese / gürültüye komşu evlerde yaşayanlar alışmıştı.

(Komşu evler Yüncü Mehmet Meyreli,Bakkal Abdullah Meyreli, Amcalar,Anneleri ve aileleri en yakındakilerdi.Gündüzleri Tüpçü Gani Abi batı komşumuz,Bakkal Cemil Abi ile lastikçi Bahri Abi uzak batı konşumuzdu.Bakkal Abdullah Amca ise doğu tarafındaki köşede idi.İki katlı bakkalın üst katında tek odalı küçük evde annesi oturuyordu.)

Ekmek hamurları ince uzun bezlerin bulunduğu pasalara döşeniyordu.
(Pasa bizim kullandığımız ismi idi.Başka yerde başka isimle anılıyor olabilir.Yaklaşık iki metre uzunluk 15 cm yükseklik ve 40 cm genişlikte boyutları olan ,ortasında tutmak için el girecek kadar açılmış(sapı) bir yeri bulunan tahtadan bir hamur taşıma aletiydi.)

Bu pasalar üstkat zemininde bulunan -hamurhane görülmesin diye- bir perde ile kapatılmış küçük pencereden altta bulunan bana uzatılıyor ve altkatta omuzum hizasındaki bu delikten gelen pasaları üstüste diziyordum. Bir süre bekliyor ve hamurların kabardığı, fırının derecesinin geldiği anlaşılınca ilk gelen ilk pişer tekniği ile küreğin başında bulunan Ramiz Abi nin elinin uzanacağı kadar yakınına yerleştiriyordum. Ramiz Abi sol eliyle pasa içinde yanyana sıralanmış hamurları ayıran bezi tutup çekerken sağ eliyle de ekmek hamurunu avucuna alıyor ve küreğin üzerine tek tek diziyordu. Fırının kapağını açarak lamba ile içeriye bakıyor. Boş olan tarafa küreği iterek hamurları bırakıyordu. İçerde bulunan yerin özelliğine göre bazen geniş,bazen dar küreği, uzun küreği, fırın doldukça sapı kısa küreği, duruma en uygun hangisi ise onu alıyor ve kullanıyordu. Bu arada pişenler varsa kürekle alıyor ve dışarı çıkarıyordu. Ben de sıcak ekmekleri tezgaha sıralıyordum. Hemen sıralamazsam diğer ekmekleri çıkarırken kürek çarpıyor,ya da tezgah dolarak ezilebiliyorlardı.

Fırının ısısı azaldığında Rahmetli Ramiz Abi "odun at" derdi. Yan tarafta bulunan külhan kısmındaki alt kapaktan odun atardım. Fırının odunlarını arka arsada bulunan depodan getirmekte benim görevimdi. Odunlar azalınca gidip kucaklayıp getiriyordum. Odunlar azaldığında ya da uygun fiyattan odun bulunduğunda arsaya kamyonlarla,at arabalarıyla,eşek yükleriyle yıkılırdı.
(yıkmak; eşeğin semerinin iki yanına sıkıca bağlanmış odun destelerinin ikisinin birden aynı anda yere bırakılmasıydı.Eğer biri sonra indirilmek istenirse eşeğin kendisi diğer taraftaki yükle beraber yere yıkılır ya da semer dönerdi.Eşeğe yük sarmak gibi eşeği yıkmakta ustalık/tecrübe  isteyen işlerdendi.Eğer sepet v.s. indirilecek ise her iki tarafa iki kişi sepetleri tutar birisi ipi çözer dengeli olarak indirilirdi.)

Belli zamanlarda yayladan at eşek yükleriyle motorcu Şeronun abileri de odun getirirlerdi. Bu işler sabah 06-07 sıraları olurdu. Yayladan gece inişi geçer, sabah erkenden şehre girilir.Fırının önüne ya da arka arsadaki odun deposuna yıkılırdı odunlar.(Neden?Çünkü gündüz ormancı tehlikesi vardı.)
Kışın yağmur altında ıslanan odunların yakması zor olduğundan kuruması için bir iki günlük odun ihtiyacı külhana istiflenirdi.

11 Eylülü 12 Eylül 1980 bağlayan gece boyunca her günkü işimize devam ettik.

Her gün sabah saat 06.30 sularında Manisa Pamuklu Mensucat Fabrikasında çalışanlar  sabah postası için otobüs durağına toplanırlardı.

O günlerde Manisa Belediyesinin mavi renkli Bussing marka otobüslerinin çalıştığı, saat 06.30 Meteorolojiden hareket eden ilk sefer ile fabrikaya giderlerdi.
(Bu Bussing otobüsler Alman malıydı sanırım.Kapılar otomatik açılıp kapanırdı.Bu sistemi inceler dururduk otobüse bindiğimizde.Perçinlenerek ya da vidalanarak kapının üstüne monte edilmiş "Dikkat otomotik kapu çarpar" ikazı yazılı alimünyum küçük uyarı yazıları vardı.Dışarda monte edildiğini kapu kelimesinden tahmin etmiştim.)

Her nedense o gün grup halinde yavaş yavaş geri dönüyorlardı.
Fırının önünden geçerken
-"hayrola" dedik."Neden geri dönüyorsunuz?"
 -"ihtilal olmuş, asker yönetime el koymuş,sokağa çıkma yasağı başlamış,radyo söylüyor,otobüs gelmeyecekmiş,biz de eve dönüyoruz"dediler.

Heyecanlandık.

Fırındaki, fişi takınca hemen çalışmayan ,üç beş dakika sonra ısındıkça ses gelmeye başlayan lambalı radyoyu açtık.Yine cızırtılar içinde bir şey anlaşılamıyordu. Meraklıydık. Ne oluyordu memlekette ? Belki de şehir halkından ihtilali ilk duyan sivillerdendik. Belki de bir şeyler  yapmalı mıydık .

Telaşla eve gittim.( Donunun uçkurunu düzeltmeyi beceremeyen bizler sanki ne yapacaksak.Yaş on yedi, on sekiz, derdimiz ekmek derdi.Kavgayla  sağ solla ilgimiz olmayan bizler ne yapacaktık ki.) 

Evden radyomu getirdim.- bir solukta koşarak ulaşabileceğim yakınlıktaydı evimiz- . (Çok pil harcadığından arkasına iki büyük pil bağladığım üzeri deri kılıflı standar(d) marka idi radyom).
Radyoya 20 Temmuz Kıbrıs Harekatında olduğu gibi kahramanlık türküleri çalıyordu. Yine "Hasan Mutlucan'ın davudi sesinden coşturan,heyecana getiren türküler ardı ardına çalıyordu. Arada askerin yönetime el koyduğu anonsları veriliyordu. (Saat;07.00 civarı)

Fırının hemen altındaki sokakta eski mezarlıkta bulunan Maliye Muhasebe Yüksek Okulunda gece bekçiliği yapan Muradiyeli Şaban Abi geceleri yanımıza uğrar, sohbet ederdi.Aklıma ona haber vermek geldi. Koşa koşa gittim okula. Seslendim,seslendim. Uykulu uykulu kapıda göründü, "Abi ihtilal olmuş haberin olsun."deyince şaşırdı,heyecan içinde; "Eyvah,kimler yapmış acaba" dedi. "Askerler yapmış" cevabını verdim.

Yeniden fırına geldiğimde, hala ortalık sakindi.Saat sekize doğru, ortalık iyice hareketlendi. Fırının önünde ekmek kuyrukları olmaya başladı. Polis araçları dolaşmaya başladı.Polisler sokağa çıkma yasağı var evden  çıkmayın anonsu yapıyordu.Fırın önünde bekleşenler polis aracını görünce yan sokaklara saklanıyor.Polis geçtikten sonra tekrar fırına koşuyorlardı. Sonra bir revo kamyon yanaştı fırına içinden bir piyade çavuş elinde kırıkkale tüfeğiyle kapıda beklemeye  ve ekmek almak için kapıya yığılanları sıraya sokmaya başladı.Sıradakiler üçten fazla ekmek alamıyordu. Daha sonra bir başka revo her 30 metrede yolun iki tarafına asker indirmeye başladı.

En son ekmeği de pişirip sattıktan sonra fırını kapattık.Eve geldim. Cuma günü idi. Abdestimi aldım. Tekrar İzmir caddesine indim.Cuma selası okunmaya başlamıştı. Askere "Abi Cumaya gidecek ama sokağa çıkma yasağı var,ne yapayım ?" diye sorduğumda. "Bize görünmeden arka sokaklarda camiye gidebilirsin" cevabını verdi.

Gece fırına gidip çalışacağımdan eve gelip uyudum. Saat  16.00 sıraları Ramiz Abi eve gelmiş beni çağırıyordu."Hemen gel.Komutanlar ekmek çıkarmamız gerektiğini söylediler.Kimseye ulaşamadım.En azından fırında bulunalım az da olsa ekmek yapalım.Fırının çalıştığını görsünler komutanlar" dedi. Bu arada babamda Tekstil Fabrikasında gece vardiyasında olduğundan evdeydi. Babama "Enver sen de gel bir şeyler yapalım.Vatandaşlar da fırının önünde toplanmaya başladılar."dedi.

O gün Babamla beraber fırıncılık yaptık ve Manisa Karaköy halkının aç kalmaması için çalıştık.

Hatıralarımda kalan bilgilere göre 12 Eylül 1980 Cuma günü böyle geçti.

...
(Aklıma geldikçe devam ederim.)

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Bici Dede (1966-1969)

Tozlu akşamüstüler...Akşam güneşinin son ışıklarının tozlarla dansı...Batıdan gelen koyu sarı, açık kahverengi bir ışık demeti ...

Saruhanbey ilkokulunun batı kapısından  sola döndüğünüzde soldaki ilk kapı Kulalı Berber Muammer Amcaların evidir. Bu kapının önünde hem sola yukarıya taşlı dar bir sokak , hem de batıya doğru dışmahalle Şeyh Fenari Camisine / Çınarlı Kahveye doğru giden yol başlar.Okul kapısından sağa bakınca  yaklaşık 70 metre ilerde İzmir Caddesinin, İzmir den Anadolu ya, İstanbul a gidip gelen otobüslerle kamyonlarla vızır vızır işleyen bir parçası görünür gözünüze.

(Bu cadde o yıllarda İzmir'i Anadolu'ya ve İstanbul'a bağlayan  önemli bir yoldu. Gece gündüz vızır vızır işlerdi. Eski Manisa garajı da  Sultan Camiinin ilerisinde bitpazarının güneyindeydi.Garajın bulunduğu bölge çok hareketliydi.Ve İzmir Caddesi boyunca da hareketlilik vardı.Karaköy'de bakkal Abdullah Amcanın dükkanının köşesindeki beyaz taşa oturur İzmire giden otobüsleri birimiz,İzmirden gelen otobüsleri diğerimiz sayarak yarışırdık.Konyaya giden hala gönlümde hoş bir yer tutan magırus marka otobüslerden kurulu,havalı apollo servisler mi,İstanbul'a giden önünde Gazanfer Bilge'nin resmi bulunan Gazanfer Bilge otobüsler mi, İnanöz Turizm,Hakiki Koç v.s)

İlerleyip caddenin köşesine geldiğinizde sağınızdaki köşede yola yakın sadece yerden çıkan demir boru üzerine takılmış musluktan ibaret soğuksu dediğimiz bir çeşme gerçekten soğuktu suyu,arkasında tam köşede manav dükkanı bulunmaktadır.

( Evdeki görevlerimizden birisi de aliminyum sürahilere yemeklerden önce soğuksu'dan su doldurmaktı. Buzdolabi iğneci Fatma Teyzenin evi ile Bakkal Abdullah Amcanın dükkanı dışında kimsede yoktu.)

Soldaki karşı köşede Mustafa (Gürcü ) Amcanın bakkal dükkanı vardır.

Okul kapısında sola yukarıya gitmeye karar verdiyseniz iki eşeğin bile yan yana geçemeyeceği darlıktaki bu sokaktan  güneye doğru Arapalanına çıkan diğer çocuklarla çanta tokuştura tokuştura ilerlersiniz. Daracık sokaktaki evlerin yüksek duvarlarla çevrili  bahçelerinden yola doğru uzanmış nar ağaçlarının dalları ve yapraklarının  gölgeleri, yılın en sıcak günlerinde bile size güneş ışığının ulaşmasını engeller.

Yapımında kerpiç, taş ve kırık kiremit parçalarının kullanıldığı duvarlarda yerden 70 santim ile 120 santim arasındaki yükseklikteki kısımda çocukların okuldan çıkıp evlerine giderken can sıkıntısından ellerine geçirdikleri bir dal parçası ya da taş parçası ile duvarları çize çize yaptıkları derin çizgiler,oşuklar vardır.(oşmak kazımak, kazıyarak bir boşluk oluşturmak anlamında kullanırdık)

Duvarların bazı yerlerinde özellikle 120 santimden daha yukarıdaki bölümde badanalı kısımlar bulunurdu.kat kat badananın evrimini anlayabilirdiniz.Ev sahiplerinin renk zevklerini anlayabilirdiniz.Çünkü üstüste herbir boya tabakası farklı renkleri gösterirdi bize.Genellikle beyaz,sarı,çivit mavi  ama kırmızıya kesinlikle rastlamazdık.Kırmızı duvarın alt kısımlarında 50-60 santimlik kısımda kuşak olarak evin dış duvarlarını dolaşırdı.

Dün akşam Regaip Kandili gecesi Babamı ziyarete gittim.Sordum.Babamın anlattığına göre 1955-1968 lı yıllara kadar bu sokakta köyden arkadaşları, köydeki usülle floş dokuyorlarmış.Bir çok evde bulunan ayakla çalışan dokuma tezgahlarında köyde de yaptıkları işi dokumacılık işini yapıyorlarmış.Sonra 1960 ta fabrika açılınca bir kısmı fabrikaya girmiş.

"Soğuksu'nun karşısında da Babadağlı bir tüccar vardı.O tüccara çalışıyorlardı"dedi.
Babadağlının şimdiki çınarlı kahvenin olduğu yerde büyük bir dokuma atölyesi varmış.Acaba çocukken ismini duyduğum büyüklerimin saygıyla bahsettikleri Sofu İbrahim Bey, Babamın bahsettiği Babadağlı mı idi. Babam sanki o dedi. Bundan emin değilim. En iyisi Nejat Abiye sormak.

Dış mahallede Belediye Haydar Barçın Çocuk Kütüphanesinin bulunduğu alanda beyaz badanalı uzun bir ev vardı. Evin bahçesinde ve etrafında  uzun beyaz kumaşlar çamaşır iplerine serilir kurutulurdu.Onu hatırladığımı söyledim.O kumaşların floş olduğunu çekmesin diye yıkandığını söyledi Babam. 

Arkadaşlarıyla okuldan çıkıp eve giderken yeni boyanmış pırıl pırıl bir duvarın kazınması ise ayrı bir üstünlük verirdi kazıyana. Ancak bir büyük görürse bir tokat,ardından akşam evde babasından ikinci bir tokatı göze almak herkesin harcı değildi.Ve daha sonraki günlerde arkadaşlarının arasında aynı yerden geçerken duvarı çizilmiş kazınmış teyzenin okul çıkışı kapıda bekleyip -o kimmiş gösterin bakayım sözü üzerine arkadaşlarının  parmakları faili işaret ederken ne yapacağını,
Teyzenin;
"- Ne zorun vardı yavrum.Neden yaptın yavrum. Hiç utanma yok mu sende."  eleştirilerini ve sorularını doğru  cevaplayabilmeyi,rezil olmayı düşünmekte ayrı bir cesaretti.

Bu dar sokağın sonunda küçük bir meydana ulaşırsınız. Meydanın sağ tarafında ismini şu an hatırlamadığım çatılı,önünde hayvanların sulanması için su aharı (ahar kelimesi eskiden kağıtçılıkta kullanılan bir kelime fakat biz çocukken eski çeşmelerin önünde akan suyun biriktiği ve artanın da kenarında dökülerek akıp gittiği 50-60 cm yüksekliğinde 1-1,5 metre uzunluk 60-70 cm genişlikte su havuzu diyebilirim.)  bulunan kubbemsi yapılı heybetli eski bir çeşme, (bu çeşme şimdi yok) boyunuz biraz uzunsa daha ileride Haydar deresini aşarak Hakibaba ya giden küçük köprü ile üstünden  geçenleri ve derenin çağıldayışını duyarsınız. Ama güneye doğru ilerleyecekseniz sol tarafta çift kanatlı boyasız bir kapıya rastlarsınız.

Bu Bici Dede nin evidir. Kim niçin, neden  Bici Dede demiştir. Bilinmez. Dedenin meydana akşam üstüleri at arabası ile bağından geldiğinde tombul vücudundan umulmayan bir kıvraklıkla arabasından inişini ve etrafında sevinçle bekleyen çocuklara neşeyle, gülümseyerek kuru incir dağıtışını hayal meyal hatırlıyorum. Ben de o incirlerden sevinerek alan ve yiyen mutlu çocuklardandım.
Hatıralarımın harman olduğu,yarım asırlık zihnimde bazen parlayıp bazen silinen silik resimler,film şeritleri gibi renkli coşkulu bir mutlu an.
Kaç yaşındaydım? Yalnız heybetli üç oğlu olduğunu hatırlıyorum.(Büyüğü Muzaffer Abi,küçüğü Nuri Abi olabilir,diğerini hatırlayamadım.) Beraber gelirlerdi bağdan. Onlar eşyaları indirirken ,atı, arabayı çözerken Bici Dede bizlerle ilgilenirdi.

Küçük sokaktaki evimizden batıya doğru ilerleyerek Osman Amcanın kırmızı çift kanatlı kapısından sağa aşağıya döndüğünüzde de bu meydana  varabilirdiniz.O taraftan gelince Bici Dedenin evi sağda,çeşme karşıda,dar sokak ikisinin arasında kalırdı.

Küçük Sokaktaki evimizin karşısında açık mavi ya da açık yeşil renkte yine çift kanatlı bir kapı daha vardı. Haydar Amcaların  evi. Haydar Amca  dediğime bakmayın esasında Dedemizdi bizim. Biz anne ve babalarımızın ifadesini kopyalayarak kullandığımız,düşüncelerimizin gelişmediği çağlardaydık.Haydar Amcamızın bizden büyük torunları vardı.Onun akşam üstleri işten gelişini de özlemle beklerdik.Önce Haydar  Amcayı sokağımıza hoşgeldin töreni için beklerdik.Sonra biraz oyun oynar,güneş biraz daha batıya yaklaştığında akşam ezanı okunmasına az bir zaman kala Bici Dedenin meydanına koşardık...

Haydar Dede, Bici Dedenin aksine zayıftı.Biraz öne eğik yürürdü.Elinde bastonu var mıydı.Tam hatırlamıyorum. Ama  Manisa Belediyesinde nikah memuru idi. İş çıkışında biriktirdiği şekerleri bizlere dağıtırdı. Her akşamüstü ceplerinde rengarenk kağıtlara sarılı tatlı şekerler olurdu. (Acaba tüm şekerleri bizlere dağıtırmıydı yoksa bizlerle yaşıt olan küçük torunları Cüneyt ve Özden e de ayırırmıydı? Bilmiyorum.Torunlarına sormalı.)

Bici Dede, Haydar Amca ile eşi, komşumuz bakkal İsmail Amca ve eşi, şu an isimlerini hatırlayamadığım anamadığım komşularımız Güzel hatıralar bırakarak,Rahmetli oldular.

(İyi ki o yıllarda o Küçük Sokak ta bulunmuşum.)

Onlardan devam edip gelen nice güzel nesiller Manisa da hâlâ var.

(Her ne kadar hayatın meşgaleleri bizi farklı yerlere yönlendirmiş olsa da karşılaşamasak,görüşemesek de...)

İnanıyorum.
Manisada atalarının gönlümüzde bıraktığı güzel izler gibi izler bırakmaya devam ettiklerine inanıyorum.

Cümlesine Allah Rahmet Eylesin.

Vatan Türküsü

(Fazıl Hüsnü Dağlarca)

Dalgalanır bayrak,
Dalgalanır fatihâlar bayrakta.
Siz tâ Orta Asya'dan beri
Uyursunuz, uyanırsınız,
Siz düşünürsünüz bu toprakta.

Yaprak yeşilindeyken, su mavisindeyken gücünüz
Memleket sizden çoğalmakta.
Yükselmemiş midir göğe karşı,
Kelime-i şahadetler yer yer,
Bütün soluğunuz bu toprakta.

Sizin aldığınız rüzgâr, sizin verdiğiniz sessizlik
Kırmızıda, akta.
Çalışmanızın
Ölümsüzlüğünüzün kımıldanışı
Buğday buğday, bu toprakta.

Allah bir nefes gibi yakın
Gökyüzü bir nefes kadar uzakta.
Gidecektir kâinatın son zerresine dek
Hürriyetiniz, bu toprakta.

Gidecektir kuvvetli soyunuzla, sonsuz nesillerden,
Şerefte, fazilette, hakta,
Hizmetiniz
Varlığınız
Can can aksedecek bu toprakta.

Adınız tek.
Adınız bir milletle ayakta.
Kimi vatan der
Kimi Mehmetçik,
Yaşamanız bu toprakta.

10 Mayıs 2013 Cuma

Asker Yolu Beklerim.(1965-1975)

Saat 15.33 TRT Türkü Radyoda Erzurum Radyosu nöbette. Çalan türkü "Asker yolu beklerim"

Bu türkü çocukluk günlerimi aklıma getirdi.
Babam Manisa Pamuklu Mensucat fabrikasında  07.00 de başlayan sabah vardiyasına yetişmek için 06.00 sıraları kalktığında annem daha önceden ayaklanmış olurdu. Babam ekşi tarhana çorbasından müteşekkil kahvaltısını  bol bol ekmek doğrayıp ekmekleri kaşığın tersiyle çorbaya batıra batıra hazırladıktan sonra kaşıklamaya başlamadan annem de sofraya oturduğunda alüminyum kaşık gürültülerine uyanır, ben derin uykularım arasından şöyle bir etrafı kolaçan eder,yeniden kafamı yorganın altına sokarak uyumaya devam ederdim. Bu saatte kalkmaya gerek yoktu. Çünkü annem uyandığımda özel bir sofra ile donatırdı önümü. Ama bende bir naz bir sıkıntı,birkaç lokma ancak yerdim. Nedense iştahsızdım. Ancak 8 yaşında kardeşim Yücel doğduktan sonra 2 yaşında sofralarda boy göstermeye başlamasında itibaren yavaş yavaş iştahım arttı. Ardımdan soframıza kız kardeşimin de katılması daha da arttırdı hareketi,nazlanırsam geriye birşey kalmayabilir korkusunu yerleştirmişti annem ve babam.

1966 lı yıllarda Manisa da Topçu Asım Mahallesi Küçük Sokak ta Bahri Amcanın evinde kirada otururken Annemin sabah alaca karanlıkta açtığı 6 büyük pilli Hislon marka radyoda çalınan türküler aklıma geldi .Annem radyoyu dinlerken bazen bir türküye takılır, sanatçıyla beraber söylemeye başlardı.

Türkü biter ama o havası bitmediği için devam edip giderdi türkü söylemeye.

İşte "Asker yolu beklerim" türküsü de onun havasını yakalayıp devam ettirdiği türkülerdendi. Annem daha tam aydınlanmamış safak alacasında yakınına getirdiği gaz lambasının titrek ışığı altında "elinde örgüsü dilinde türküsü" çevrede yeni yeni ayaklanan komşu teyzelerin nalın/takunya, tencere kapı tıkırtıları ile bağına gitmeye hazırlanan amcaların/dedelerin at arabasını hazırlaması esnasında çıkan seslerin arasına türküsüyle katılırdı.

Önce tak tak tak sesleri ardından bırr bırr diye hafif sesler,ardından başka bildik tıkırtılar. Tak tak tak sesi damdan arabanın yanına getirilen atın nal sesleriydi. Bu ses düz yolda düz betonda yavaş giderken çıkar. Eğer sokak taşları üzerinde gidiyorsa takır takır diye ses yapardı nallar. Çünkü bombeli düzensiz taşlarda nallar düz durmazdı ve takır tukur sesleri çıkardı nallardan. Bırr bırr ya da drr drrr gibi çıkan insan sesi ise bağa gidecek Osman Amcanın (veya başkası) atı okun içine yerleştirirken çıkardığı mırıltılardı. Atın sırtına bir keçe atılır üzerine deri kemerlerle diğer aksam oklara uygun şekilde tokalarla bağlanır. Çok sıkarsan kemeri at rahat edemez. Az sıkarsan gevşek kalır. Atın bazı yerlerinde sürtünmeden dolayı yaralar oluşabilir.O nedenle her ne kadar çocuklar "-ben de biliyorum yapayım" deseler ve yalvarsalar da büyükler bu koşum bağlama işini çocuklara kolay kolay emanet etmezlerdi.

At arabası her gün aynı sırada düzenlenir,ovaya varıldığında yine çıkarılır.Akşam ovadan şehre dönüşte tekrar bağlanır, eve gelince aynı sıranın tersine çıkarılırdı. Araba hazırlandıktan sonra çift kanatlı tahta kapı gıcırtılarla iki yana duvara dayanacak kadar açılır,kapı kapanmasın diye önüne taş konur,atın geminden çekerek yavaş yavaş dışarıya sokağa çıkarılır. Evin çift kanatlı kapısı kapanır. Kapının sabit kanadının arkasındaki sabitleme demiri yerine oturtulur,diğer kanat kapatılırdı. Sokakta duran arabaya ovaya bağa gidecekler binerler. Arabanın içindeki yaygıların minderlerin üzerine otururlar. İhtiyar teyzeler ve amcalar altlarına biraz yumuşak bir minder yada keçe koyarlar. Çünkü taş döşeli sokaklarda ve ova yollarında sarsıntılar altlarını ve bellerini rahatsız eder. Daha genç olanlar için farketmez. Bir yaygı yeter. Bazen ona da gerek yoktur. En son arabayı sürecek olan arabanın ön tarafına oturur/kurulur. Arkaya bakar.Dizginleri şöyle bir yoklar. Dizginleri öne doğru gevşetip hafif sallayıp/gerince "Bismillah" diyerek ata "dehh" der. At marşa basılmış bir araç gibi sarsıntıyla ilerlemeye başlardı.

O anda çıngır çıngır zil sesleri dolardı etrafa.Atın takımlarının üst taraflarına küçük küçük ziller eklenmiştir.
Bu ziller küçük tıngırtılarıyla, çevreye at arabasının geldiğini  ya da gittiğini belli ederdi.
Arabanın içinde bulunanlar ve at ve altta bağlanan köpek için ise bir düzen, herşeyin normal olarak devam ettiğini anlatan seslerdi. Eğer zillerin şıngırtısı artmışsa araba ya hızlanmıştır ya da engebeli bir yolda ilerliyordur.

At arabasının ahşap dış kısımlarında ise rengarenk çiçeklerle,derelerle, kuşlarla, dağlarla, yollarla süslenmiş resimler olurdu.Bu resimler boyayan kişinin hayalgücüyle bağlantılıydı sanırım. Belki de arabayı boyatmak isteyenin özel taleplerini dikkate alır mıydı? bilmiyorum!
Ben ise at arabası denen vasıta yollarımızdan çekilinceye / teknolojiye yenik düşünceye kadar fırsat buldukça bu resimleri inceledim.
Küçük çocuk beynimin mantığı içinde bu resimlerle türküler arasında tam olarak çözemediğim bağlantılar vardı. Şimdi naif ressam dedikleri sanatçılardı bu ressamlar.

1969 yılında yeni aldığımız Akay (-Bu sayılarda nereden çıktıysa -şimdi 3182 oldu sanırım.) sokaktaki eve taşındığımızda önümüzde küçük meydanı olan bir sokak vardı.
Derdiler Çeşmesinin doğu tarafında bulunan bu sokağın/ küçük meydanın  karşı köşesinde kerpiçten yapılmış sıvasız bir dam vardı.Uzun yıllar boş durdu.Sonra nereden akıllarına gelmişte sahipleri Karadayı ve oğlu Müsamettin Abi (Hüsamettin değil Müsamettin) bir at cambazına kiraya verdiler.

At cambazı (İsmini unuttum) hafif  yalpalayarak yürüyen,saçları önden dökük, sürekli kasketli gezen eli tesbihli,siyah sivri burun ayakkabılı bir abi idi.Ve kemer kullanmazdı.Belinde siyah bir kuşak bulunurdu herzaman,yakası yaz kış üst iki düğmesi  açık beyaz gömlek (genellikle) giyerdi. İşte bu cambaz Ali (şu anda aklıma geldi ismi Ali idi ) Abi Manisa da etraf köylerde nerede eski araba bulursa kendi arabasının arkasına bağlar.Çift römorklu traktör gibi o meydanın uygun bir yerine getirip bırakırdı. Bazen at arabasının arkasına at yedekleyip getirdiği de olur ve atı dama bağlardı.

Bazen okuldan eve döndüğümüz günlerde o eski arabaların yanında sessiz alçak boylu, tombul, kırk yaşlarında bir Amca görürdük. Her tarafına boya bulaşmış renkli  bir tahta kasası vardı. Bu kasanın içi envayi çeşit renkte boya kutularıyla dolu olurdu. Eski at arabasının başında üç dört gün elinde fırçaları ve saplı tahta kasası ile dolanıp dururdu.
Dördüncü günün sonunda ortaya bir şaheser çıkardı.O eski püskü araba gitmiş canlı capcanlı bir yeni araba gelmiş olurdu.Bize "-aman çocuklar dokunnmayın kaç gündür uğraşıyorum. Bir yeri kirlenirse Ali kıl adamdır paramı vermez"derdi.

Ben 1980 de liseyi bitirdikten sonra yaşında 18 geldiği için kahvelere rahat rahat girmeye başladığımda Karaköy pazar yerinin batı köşesinde bulunan eski Karaköy Mezarlığına bakan arabacılar kahvesine çıkmaya başladım.
Etrafta işten gelen işe gidecek olan at arabacıları ve kuyruklarıyla sineklerini kovalayan ve sıkıldıkça yerlere pisleterek ve (afedersiniz uygun  kelime bulamadım) işeyerek rahatlayan atların arasında bulunan bir kahveydi. O zamanlar normal geliyordu bize at pislikleri görünen naturel pisliklerdi. Şimdi görünmüyorlar. Hasta insanların vücutlarında cihazlarla anlaşılan hormon olup,radyasyon olup egzost gazı olup her şeydeler,her yerdeler.

Mevsim itibarıyla atların kafasında kavak yelleri esmeye başladığında, ilkbaharda mayıs sonuna kadar birbirlerine şahlanan atlar kişneyen atlar çok olurdu buralarda.Ve bu atları kontrol etmek zorlaşırdı.
O nedenle sahipleri at arabacıları park(!) ederken dikkat ederlerdi. Gemi azıya alan atı kontrol etmek zordu. At arabası sürücülerinin asılmaları, kasmaları gerekirdi dizginleri, ki böylece gem kasılsın at geriye doğru başını çeksin, sakinlesin. Bir de ısırmasın diye yem torbası gibi şimdi ismi aklıma gelmeyen file/ağ benzeri ağızlık takılırdı atların başına.

Arabacı (Araba imalatçısı) Arap Sabahattin Amca elemanları ve oğlu Haydar Karaköy Pazar yerinin kuzey kısmındaki işyerlerinde at arabası imal ederlerdi. Çok gayretle,binbir emekle uğraşarak hazırlarlardı arabaları.
Sabahın çok erken saatlerinde  Remzi Amcanın Çırpı Pazarındaki fırınına simit alıp satmak amacıyla giderken -köpek korkusuyla etrafa tereddüt içinde baka baka ilerlerken-ateşler arasında çember kızdırırken görürdük bazen onları.

Bize güven gelir nefesimizi daha rahat alarak ilerlerdik fırına doğru. Kim önce gelirse o önce alırdı simitini. Peynir tenekelerine iki kapak ve sap lehimlenerek hazırlanmış,-karaköy tenekecileri imalatı koldan takmalı -simit -gevrek-dolaplarına bezlere sararak yerleştirilirdi sıcacık simitler.
Önce alan önce satardı.

Çember at arabası tekerleğinin en dışına geçirilirdi.Isınıp genleşen çember ahşap tekerleğe daha rahat geçerdi.Geçer geçkez suya atılırdı ki soğuyup büzülsün.Böylece tekerlek imalatının bir aşaması biterdi.

Yıllar yılları  kovaladıkça otomotiv sanayisi gelişip at araba sanayisi geri kalıp işler kesatladıkça mecburen Arabacı Sabahattin  Abi de dükkanı kapatıp Karaköy İzmir caddesi üzerinde kırmızı köprüye yakın İstanbul lokantasının batı köşesindeki kahveyi devralıp kahveciliğe başlamak zorunda kaldı. Hep güler yüzüyle neşeli haliyle hatırlayacağım onu. Şimdi o köşedeki yer çerezci oldu.Oğlu Haydar Kardeşim Manisa Endüstri Meslek Lisesinde öğretmen oldu.Yakında emekli olabilir.
...

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...