27 Ekim 2021 Çarşamba

Hoşnud

 Yeni  görevlendirildiği büro sessiz sakin huzur dolu bir büroydu, ancak tekdüze devam eden bu sükunet gitgide içini sıkmaya başlamıştı. Önceki çalıştığı büroya uğruyor eski dostlarla kısa süreli sohbetleri oluyordu. Niçin gidip geliyordu  Yeni dahil olduğu ortamda bir eksikliğin onu önceki büroya çektiğini düşündü. Alıştığı, zaman zaman sesini açarak ruhunu dinlendirmeye çalıştığı radyo yoktu yeni bürosunda.   

O da elinde dolaştırıp durduğu, bir çok özelliği olduğu halde sadece haberleşme ve internet için kullandığı, başka amaçla kullanmaya pek gerek duymadığı telefonundan müzik dinlemeye başladı. Öğle arasından sonra işyerine geldiğinde telefonunu açınca youtube kanalı ona Nesrin Sipahi den "Ankara Rüzgarı" şarkısını önerdiğini görünce dokundu. Eski plaktan kayda alınan  şarkıya önce saz heyetinin tınıları, ardından Nesrin Sipahi'nin billur sesi eşlik etti. Bu billur ses telefonun küçücük hoparlöründen odanın boşluklarında yankılandı. Dinledi, sonra tekrar dinledi. Eski şarkılardaki saflığı doğallığı farketti.Tekrar dinledi. Yan masada oturan arkadaşının telefon görüşmesi olduğunu görünce kulaklığını takarak dinlemeye devam etti.

İnternetten yani yeniçağın araçlarından yayınlanmış olsa bile, notasından, makamından saz heyetinden şarkıyı söyleyenine kadar  yeni şarkılarda bulunmayan bir safiyetin, saf temizliğin, samimiyetin varlığını bir kez daha hissetti. Hissetti mi hazzetti mi denilir bilemedi. Kısaca hoş oldu, hoşnud oldu.

13 Ekim 2021 Çarşamba

Tasa

Kredi kartlarındaki borçlarının bayırdan aşağıya kartopu gibi yuvarlanarak  katlanması nice zamandan beri kafasını kurcalayan bir mesele idi. Ne yapabileceğini düşünüp duruyordu. Kart ödeme günü geldiğinde tümünü ödemek istese de ödeyemiyordu. Önerilen en az ödeme tutarı kadar miktarı havale ederek, içerisinde bulunduğu ayı - cendereyi- atlatmaya çalışıyordu. Gelecek günlere  iyimser bakıp, bir sonraki ay bir çaresini nasıl olsa bulabilirim diyerek  borçla uyumaya, gezinmeye, yemek yemeye çalışıyordu. Bazı insan kederlendikçe yemekten içmekten kesilirken, kendisi karamsar zamanlarında  daha bir fazla ekmek tüketiyordu. Sanki midesindeki tokluğun zihnindeki borçluluğun stresini efkarını azalttığını zannediyordu. Bazı insanlarca  nafile beyhude teselliler ya da  züğürt tesellisi denen bu pozisyon, sıkıntısını zamana yaymasına yarıyor (muy) du? Kendi kendine kızdı. Yarıyordu işte. "Yaramasa şimdiye kadar bir şekilde bugüne kadar devam edebilir miydi?" diye mırıldandı. 

Eylül ayının bitip Ekim ayının girmesi, havaların gitgide soğuması, küçük oğlunun İstanbul'da üniversite eğitime başlaması ise  borç - ödeme - erteleme maçının uzatma dakikalarını girdiğini , aniden bir anda bitiş düdüğünün çalacağını hatırlatıyordu. Arada hayat arkadaşının ekstra taleplerini de sessizce -biraz somurtarak- karşılasa da  nedense çok da endişeli değildi. Nice badireler atlatmıştı. Bu badire de atlatılacaktı.    " Allah sağlık versin, borç yiğidin kamçısıdır demiş ya atalarımız,  bir şekilde çaresi bulunur, her yeni sıkıntı yeni müjdeleri de getirir tasalanma" dedi  bu yazının başından beri kendisiyle konuşan zihnindeki şeytanın avukatına... 

8 Ekim 2021 Cuma

İcra

Dışarda bir telaş. Penceresinden görebildiği kadarıyla,  şehrin bu kısmında insanlar   bir yerlere ulaşmak için  aceleyle koşuşturuyorlar sanki. Kimi araçlarının direksiyonunda araçlarının yoğun trafik içinde ilerleyebildiği kadar, kimi ayaklarının götürebildiği hız kadar, kimi toplu taşıma araçlarında telaşları olsa da  sürücünün inisiyatifinde  gitmek istedikleri yere ulaşabilmeyi mecburen sabırla sükunetle bekliyorlar.

Akşam üzeri güneş batıya doğru eğildiğinde, özellikle ikindi vaktinden sonra belki de istem dışı olarak insan denen varlık sığınacak yuvasına mekanına   bir an önce varmak istiyor. Karanlıklar, geceler, aydınlığın azaldığı zamanlar demek ki onu endişelendiriyor. Aksam karanlığı dünyanın üzerini kaplamaya başladığında vücudun salgıladığı hormonlar değişmeye başlıyor. Vücut, kendisinin  dinleneceği zamanlara hazırlanıyor. Ancak modern çağın zaman döngüsünü göz ardı eden, her an her türlü aktivitenin yapılabildiği serbestliklere imkan veren teknik imkanları ise bu doğal döngünün önüne engeller çıkarıyor. Bu ise her şeye rağmen bir yönüyle  biyolojik bir varlık olan insanın hal ve ahvalini olumsuz etkiliyor.

Bir kısmınca haz ve hız çağı olarak eleştirilse de, bu çağın imkanlarından çoğu insan yararlanmakta ve  kendi direnme gücü kadarıyla ortaya çıkan olumsuzluklara dayanmaya çalışmaktadır.   

Ve bu süreçte, sözkonusu imkanlara en çabuk ulaşan ve kullanabilen  şehir insanı, gitgide doğadan uzaklaşıyor. Uzaklaşmanın bedellerini ise zaman içinde farklı biçimlerde kendisine iletilen faturalarla -çoğunlukla acıyla ve zahmetle- ödüyor.

Ödemez ya da ödeyemez  ise de ileri derecede hastalık tanısıyla "icra"ya düşüyor.

Kısaca mali dengeleri gözeterek yaşantısını sürdürmeye gayret ederken,  iyiye / stabil hale dönüştürülmesi çok daha zor olan tabii dengeleri de düşünerek yaşantısını planlamalıdır insan oğlu. Vesselam. 

6 Ekim 2021 Çarşamba

Yeni başlangıç

 Bugün altı ekim iki bin yirmi bir. Birkaç günden beri bloga yazma fikri aklına geliyor olsa da  klavyeye dokunarak bir şeyler oluşturmak zor geliyordu. Üzerine sinmiş olan bu tembelliği aşmak için yaklaşık bir yıldan bu yana ilgilenmediği, ilgilenmek istemediği blogla haşır neşir olmak belki de iyi gelecekti ona. İçinde hayallerinin  önüne ve ardına sağına ve soluna doğru yayılmış gri alanın dağılmasına yararı olacaktı. İstemese bile başlamalıydı. Harekete geçmeliydi ki içine çökmüş ve gitgide zeminine yapışmaya başlamış  bu gri alanın yerine yavaş yavaş hayatın türlü renkleri dolabilsindi.

Neden bırakmıştı? İyi kötü karalayıp duruyordu. Nasıl olsa karalaya karalaya çalışa çalışa ortaya çıkardıklarına bakarak belki de daha iyi bir seviyeye çıkabilecekti. Neye yenilmişti.? Acaba eleştiri mi, ilgisizlik mi, teşviksizlik mi, utanmak mı? Motivasyonunu ne etkilemişti? Zaten istemezse karalamaları  kendisinin mahreminde kalabilirdi. Bu karalamaları doldururken dahi içinden bir ses, " bırak saçmalamayı sana mı kaldı yazılar yazmak" deyip duruyordu. Eski zamanlarda yazarken bu düşünceler aklına geldiğinde boş verir gülüp geçerdi.  

Emekliliğini hakettiği ama ayrılmayıp hala gidip gelmeye devam ettiği işinde ise görev yeri değişmişti. Daha sakin bir ortamdaydı. Daha farklı görevler icra etmek için bekliyordu. Yeni dahil olduğu oda -ilk gözlemlerine göre- önceki büroya nisbeten çok daha sakin, çok daha nezih bir ortama benziyordu.. Belki de daha resmiydi. Önceki çalıştığı bölümde samimiyetin dibi görülmez bir derinliği, muhabbetin sohbetin sonu gelmez bir uzunluğu vardı. Ve hala öyle.

Eski bürodaki arkadaşlarını günün muhtelif vakitlerinde ziyaret ediyordu. Arkadaşları da değişik zamanlarda gülen yüzlerle bulunduğu odanın kapısında sevecenlikle hal hatır soruyor, iyilikler diliyorlardı. Bu güleryüzlü gençlerin içtenliği onu da olumlu yönde etkiliyor, kendini daha canlı daha hareketli tutmaya çalışıyor, üstüne başına tavırlarına biraz daha dikkat ediyordu.

Yeni görevlendirildiği büroda kendisine tahsis edilen masanın  ve oturma koltuğunun yönü doğuya bakıyordu. Çalışma koltuğuna oturduğunda sağında yani güneydeki pencereden ekim ayı güneşi odayı yaz mevsimindeki gibi ısıtıyordu. Pencereden bakıldığında palmiye ağaçlarının arasından  görülen tarihi caminin minaresinden iki vakit ezan sesini dinleyebiliyor, imamın cemaatle namaz kıldırdığını duyuyordu. Vakit namazlarından sonra kılınan cenaze namazının tekbirlerini de çok rahat duyabiliyordu.

Cenaze namazlarının ona hayatın bir gün sona ereceğini ve yapması gerekenleri daha bilinçle yerine getirmesi gerektiğini hatırlattığı da oluyordu. Ama sadece hatırlatıyor eyleme geçmesine yararı olmuyordu.   

Mesainin sona ermesine yaklaşık kırkbeş dakika kalmış olmasına rağmen, bir kaç personel çıkış hazırlıklarına başlamış, evraklarını masasını üzerine bir gün sonra almak üzere bırakıp arkadaşlarıyla gün sonu sohbetlerine bile başlamıştı. Bu durum işine konsantre olmuş diğer personeli de etkilediğinden onlarda sükunetle mesai sonrasında yapacaklarına hazırlanıyorlardı. 

O da bu hazırlıklara dahil olup, klavyeyi bir gün sonra kullanmak üzere bıraktı.

5 Ekim 2021 Salı

Hatıralar 1 (İğneci Fatma Teyze)

TRT Trabzon radyosunda "ordunun dereleri aksa yukarı aksa" türküsünü dinlerken  nerden ilişkilendirdi ise zihnim, eski komşumuz İğneci Fatma Teyze geldi hatırıma.(1970 ile  1985 yılları arası)

Evinin açık mavi renkte demirden yapılmış bir kapısı vardı.Yıllardır üst üste aynı renk boyanan kapının,yer yer kabuk bağlayan köşe kısımları ve girip çıkanların dikkatsizce sert eşyaları çarparak zedelediği boya, kapının orta kısmında kazınıp paslanmıştı.Kapıya gelen misafir  tarafından daha rahat açılması için  iç kısımdaki kilitten dışa tel uzatılmıştı. Kapıdaki tel deliğinin etrafı her zaman paslıydı. Teli çekmekten aşınmış bu yer hiç boya tutmuyordu sanırım. Kapı kapalı ise bu teli çektikten sonra ittirilerek girilebiliyordu içeriye.

Kapı duvarının son üst kısmında (Çocukları erişemeyeceği yüksekliğe monte edilmiş) telleri kopuk bir elektrik zili düğmesini sadece bilenler görürdü.Çünkü badana yapılırken üzeri boyandığından farkedilmezdi.

Sanat okuluna giderken o zili tamir etmek istedim.Tamir ettim mi hatırlamıyorum.Birkaç defa bozuk lambalarla uğraştığımı hatırlıyorum. Elektrik tesisatı eski tip siyah renkli ama maviye boyanmış çevirmeli anahtarların olduğu sıva üstü bergman borularla yapılmış eski bir tesisattı.Anahtarı çevirdiğimizde lambalara bakardık. İstediğimiz lamba yanmayınca çevirmeye devam eder istediğimiz lamba yanınca bırakırdık çevirmeyi. Bu tesisatın içine ek tel geçirmek zor olduğundan yeni kablolar boruların dışından oraya buraya uzatılmıştı. Zamanla üzerleri maviye boyanan kabloların nereden geçtiğini keşfetmeden tamirata başlanamazdı.

Her ihtimale karşı gelen misafirlerden haberdar olabilmek için  başka bir tedbir daha alınmıştı.Kapıyı açıp 15 -20 cm ittiğinizde sağdan soldan en az 5-6 komşu hanesinin dahi duyabileceği kuvvette ses çıkaran bir büyük çan kapının hemen üstüne asılmıştı.(Deve çanı olabilir)

Bu çan çınladığında İğneci Fatma Teyzenin evine bir şahsın girdiğini tüm komşular bilirdik. Fakat girenin hane halkından mı,yoksa misafir mi olduğunu ise bir sonraki eylem belli ederdi. Kapı "dannn" diye hızla kapanırsa (çarpılırsa) ev halkından ya da yakın çevreden birinin geldiğini anlardınız.Çünkü kapıya kibarlık yapıp ittirirseniz akşama kadar uğraşsanız kapatamazdınız. Çözüm çarpmaktı. Çanın tıngırdamasına (tıngırdama kibar kalıyor çan çan öterdi.) eğer kapı "dannnn" laması eşlik etmiyorsa yabancı bir misafir geliyordur eve. Komşuları olarak biz de bilirdik,evin esas sakinleri olan Rahmetli Mehmet Amca,Rahmetli İğneci Fatma Teyze,Atilla Abi, Misliye Abla, Muzaffer,((Muzo) sonradan lokmacı Muzaffer diye anılır oldu. Kardeşim. Dayılarıyla beraber Manisanın ilk lokmacıları onlardı.) ve küçük Hayrettin...

Bu ev, hareketin gece yarısına kadar hiç bitmediği sokağımızdaki nadir evlerdendi. İğneye gelenler, dostlar, ahbaplar, komşular,dertliler,dertleşenler,eksik olmazdı. Bizim merkez noktamızdı. İğneyi yapıp toparlanmak taş çatlasın10 dakika. Fakat gelenler diğer dertlerini de açarlardı Fatma Teyzeye Güzin Abla gibi. Bu yüzden uzadıkça uzardı. Ta ki eve yeni gelenlerden dolayı evde rahatları kaçıncaya, Fatma Teyze onlarla ilgisini azaltıncaya kadar.

Sokakta hiç bir evde buzdolabı yokken o evde vardı. Buz,soğuk su  lazım olduğunda "gir içeri al" derdi Fatma Teyze.

Sofadan geçip sağdaki ikinci odada bulunan buzdolabından  - yazın en aydınlık günlerinde bile kasvetli bir loşluğun olduğu bu odaya- biraz çekinerek girer ve alırdık. Bu oda misafir odası idi lakin eski varlıklı günlerin kasveti, resmiyeti sinmişti sanki bu odaya. Fatma teyze gir demeden kesinlikle girmezdik.

Evin her yanında serbestlik samimiyet varken bu oda neden böyleydi. Neden böyleydi şu an bile kafamda bir soru işareti olarak duruyor.

Sofadan girince sağda raf üstünde eski bir lambalı radyo bulunurdu. Hemen sağdaki birinci ilk oda ise Atilla Abinin kitaplarının da olduğu odasıydı.Atilla (Köylü) Abinin bir farklı ağırlığı / önemi vardı sanki. O günlerde bilemediğimiz bir önemi vardı.
Bu odanın sol içe doğru açılan kapısını çevirip içeri girince sağ üstte raflarda kitapları dururdu. Üniversite kitapları değişik sol yayınlar doluydu. Abimiz İGD denilen bir derneğin Manisa kurucularından olduğunu söylemişti bir ara. Ama bazen namaza gitmek ister sokaktaki ülkücülerden çekindiği için gidemezdi. Babam anlatmıştı Bayram namazına beraber gittikleri.

Misafir odasının yanındaki diğer oda ise küçücüktü. Odaya uyduruk bir tahta kapıdan  girilince  kargılardan yapılmış alçak bir tavanı olan loş bir oda ise karşılaşırdınız. Bu oda sonbaharda sobalar yanmaya başladıktan, ilkbaharda sobalar kaldırılıncaya kadar zaman geçirilen / konuşlanılan kışlık yaşam alanıydı. Kış gecelerinde bu odanın kapısının girişindeki ince uzun soba üzerinde kaynayan çayın kokusu,mis gibi kızarmış ekmek kokusu. Ekmek dilimlerinin sobanın yanlarına yapıştırılarak  kızardığında yere düşenlere sana yağı  sürülmesi ve Muzafferle Hayrettinle beraber çıtır çıtır afiyetle yenilmesi. Çocukluğumun unutamadığım hatıralarındandı. Bu hazzı kaç kış yaşadık hatırlamıyorum.

Fatma Teyze ve Babam ve Mustafanın babası Hüsamettin Amca,Zuhalin ve Nihalin  babası dip komşumuz Özdemir Abi fabrikada (Manisa Pamuklu Mensucat A.Ş.) çalışırlardı.Vardiyaları değişik olduğundan farklı zamanlarda gidip gelirlerdi işe. A-B-C postası,3/11-sabahçı,öğlenci,gececi diye vardiyaları isimlendirmişlerdi. Biz sokakta oynarken Meryem Abla çıkıp "susun,gürültü yapmayın çocuklar Özdemir Amcanız gece işe gidecek"  dediğinde azaltmaya çalışırdık gürültümüzü.  Sümerbank Manisa Pamuklu Mensucat Fabrikasında çalışırlardı. Bölümleri farklıydı. Babam dokuma ustasıydı.( Çünkü çocukluğu köyde dokuma tezgahları arasında geçmişti. Dokumacılık baba mesleği. Terziliği ise kayınpeder mesleği idi.Köyde terzi olan Anne dedemin yanına çırak vermişler.1950 li yılların ortalarına doğru Terzi dedem Salihli ye göçtükten bir zaman sonra  (Ebemgil)  Salihliye gelip Annemi istemişler. Terzi dedem Babamı iyi (Eski çırağı) tanıdığından kızını vermiş. Babamı 16-17 yaşında olduğundan  yaşını büyüterek Annemle evlendirmişler. Sonra köyde klasik gelin kaynana görümce problemleri yüzünden mecburen Salihliye gelmişler.1958-1965 yılları arasında Salihlide ikamet etmişler.1965 Salihli depremi ile önce Kütahya Gediz/Akçaalan'a sonra Pamuklu Mensucata işe girerek  Manisa' ya yerleşmişler. 

Babam, işten çıkınca arkadaşlarıyla Karaköy Kahvelerinde bir kaç el kağıt oynadıktan sonra eve gelirdi. Bazen para lazım olduğunda devamlı çıktığı kahveyi bildiğimden uğrar, kulağına sessizce para istediğimi söylerdim. Bu gelişlerimde hiçbir zaman beni kırmadı. İsteklerimi imkanı dahilinde karşıladı.Otur yavrum derdi, ama ben oturmazdım. (Utanırdım.) Allah Razı olsun. Ben ise çocukları yeri geliyor üç kuruş için kırıyorum.

Fatma Teyze ise gündüz vardiyasında olduğu zamanlarda fabrikadan saat 15 de çıkış düdüğü çaldığında işten çıkıp saat 16 ya doğru eve yorgun argın yalpalaya yalpalaya gelişini hatırlıyorum. Kadın başına 4 çocukla baş etmenin ne kadar zor olduğunu hal ve hareketleri belli etse de çocukluk mantalitemiz bunu farkedemiyordu. 
Hiç bir zaman bağırdığını.kızdığını duymazdık. Ama Misliye ve Muzaffer büyüyünce aralarındaki 2 yıllık yaş farkı birbirleri ile çatışmalara yol açıyordu. Fatma Teyzenin bile tahammül sınırlarını zorlayan noktaya geldiğinde. Sinirlerine hakim olamayıp çocuklarına bağırırdı.

Fatma Teyzenin 2.eşiydi Mehmet Amca.İlk eşi bizim köyde öğretmendi. Babamın öğretmeni. Eşi genç yaşta hastalıktan Hakkın Rahmetine kavuşunca tek çocuğu Atilla'sıyla yalnız kalmıştı. Kader takdir, Mehmet Amca ile karşılaşıp 2.kez evlenmişti.Ve ondan da Misliye.Muzaffer.Hayrettin ve Adnan isimli dört çocuğu olmuştu. Adnan küçük yaşta Rahmetli olmuştu.

Mehmet Amcanın lakabı Dişsiz Mehmet'ti neden öyle diyorlardı hatırlamıyorum.(Ama dişleri eksikti, ondandır.) Taş duvar-inşaat ustasıydı. Hatta müzenin duvarlarında onun emeği olduğunu söyler oğlu Muzaffer.

Mehmet Amca ile çok az hatıra var. Rahmetli Adnan la haşır neşir oluşunu hatırlarım. Bir keresinde 7-8 yaşlarında iken Yunan savaşından sonra bir kısım esirlerin Kırtık deresine toplandığını ve 5--6-7 Eylül 1922 tarihlerinde  bizim orduların önünden kaçan bozulmuş  Yunan ordsunun başıbozuklarının yangın ve katliamından dağlara kaçıp gizlenen halkın, -yakınlarını kaybetmenin öfkesi ve ızdırabı ile- onların bir kısmını linç ettiğini, (kırtık ismi ordan geliyor belki de) kendisinin bile orda olduğunu( linçe karıştığını mı /  ağaca çıkıp linci seyrettiğini mi orası net hatırımda değil )  gözleri - o günlerin dehşetini tekrar yaşar gibi- gerilerek   anlatmıştı.Yunan yazar Dido Sotirıyu Benden selam söyle Anadolu ya kitabında kırtıktan ve esir yunan askerlerinden bahsediyor.
benden selam söyle anadolu'ya dido sotiriyu ile ilgili görsel sonucu
llk çocuğu Atilla , Ticaret Lisesini bitirdikten sonra Ankara Basın Yayın Yüksek Okulunu bitirmiş ve 1981 de Manisa da bir resmi dairede işe girdi.Tapu Müdürlüğünde çalışan bir hanımefendi ile evlendi iki çocukları oldu.
Atillanın babası bizim köylü idi ve bizim köyde öğretmendi.O nedenle Manisa ya gelen köylüler eski gelinimiz diyerek kendilerine yakın bulduklarından onun evini kiralarlardı.(Fatma Teyzenin evi ile Hacı Pakize Hala nın evi arasında küçük altta bir oda üstte bir oda suyu dışarıdan Derdiler çeşmesinden kova ve testilerle alınan bir küçük kiralık hanesi vardı. İlk anda orayı tutarlar .Şehri tanıdıkça başka yerlere geçerlerdi.

Dört yıl kadar önce köyden bir teyze babamla ille konuşmak istiyor. Amcamlara haber gönderiyor."Abiniz gelince ne olur bana uğrasın." diye.Bir gün babam köye geldiğinde Amcalarım durumu anlatıyor. Babamda o teyzenin yanına gidiyor.Teyze yaşlı bir ayağı çukurda."Ben" diyor "yıllar önce Fatma Hanım ın evinde kirada iken acilen paraya sıkıştık. Fatma Hanımdan borç istedik. O da kendisinde para olmadığını yavrusu Atilanın geleceği için kenarda duran bir miktar oğluna ait birikim olduğunu onu isterlerse verebileceğini söyledi. Ödemek üzere aldık. Fakat yıllar yılları kovalıyor bir türlü ödeyemedik. Parayı verende alanda  Rahmetli oldu." Olayı bilen eşinin aldığını bilen hatırlayan teyze " bu parayı Fatma Hanımın oğluna  veriver. Sen onu tanıyorsun" diyor. Babam parayı alıyor. Ben köye gelince bana anlatıp Atilla'ya ver diyor. Babam köyde kalıyor. Alıp geliyorum Manisaya . Atilla Abi yi telefonla arıyorum. Eski işyerinin önünde buluşuyoruz. Parayı kendisine veriyorum. Atilla Abi sanki durumu hatırlıyor gibi, bana belli etmiyor gibi. Herhangi bir tepki vermiyor. Gelen para o günün karşılığını tam tutuyor muydu? Ya da o günler Atilla Abi içinde çok önemli günlerdi belki de. Meteliği kurşun sıktığı günlerdi belki de, soramıyorum. Sadece bana verilen emaneti teslim ediyorum.
Diğer kısım,  geç ödeyenler mahşerde birbirleriyle hesaplaşırlar...

Yan komşulardan bir de Hacı Hala vardı. Muzafferin Halası. Fatma Teyzenin görümcesi. Tatlı dilli güngörmüş güleryüzlü bir Manisa Hanımefendisi olarak hatırlıyorum. Bizde Hacı Hala derdik.Yaşlı haline rağmen elle çevrilen dikiş makinesi önünden ayrılmazdı. Birgün eşimle ziyaretine gittiğimizde Mekkede başına gelen bir olayı anlatmıştı.Hac için Mekkeye indikleri alanda konuşurlarken karşıdan bir camın tıkırdaması ile kendisini  bir ihtiyar kadının çağırdığını anlamış, gitmiş yanına. İhtiyar teyze çok güzel Türkçe konuşuyormuş. Evine davet etmiş.Yavrum demiş benim evim senin evin ne kadar kalmak istersen kal. Ben Türkçe tatlı dilli hoş muhabbet edenleri özledim sen de öylesin demiş.Kızım dinlen bir banyo yap yoldan geldin demiş." Yıkandım paklandım. Hac boyunca gidip geldim ihtiyar Mekkeli teyzemin yanına" diye anlatmıştı. Ne zaman hacca gitmişti. Ne zaman bu hatıralar oluşmuştu. Bize ne vakit anlatmıştı. Unuttum... ancak Türkçesi ve diksiyonu o kadar güzeldi ki ve hatıralarını anlatışı bence Mekkede onu evinde misafir eden yaşlı teyze uzaktan onun konuşmasını dinleyip hoşuna gittiği için çağırmıştır. Bu arada Refik Halit KARAY'ın "Eskici " hikayesi aklıma geldi.(http://sevimli.blogcu.com/eskici-refik-halit-karay/219391 ) 

Neyse Hacı Halanın kardeşi Mehmet Amcanın eşi İğneci Fatma Teyzemin evine tekrar girelim.
Açık mavi dış kapıdan içeri girdiğimizde solda; içinde bir zeytin ağacının olduğu açık  kömür deposu bulunurdu.  Hemen sol önde beton lavabosu olan bir çeşme, sağda yüksek ama dar bir tuvalet vardı.
Tuvaletin beton çatısına gereksiz eşyalar fatma Teyzeden haberli ve ya habersiz fırlatılırdı. (bence habersiz çünkü kızdığında Fatma Teyze Muzo veya Hayro oraya tırmanır bir şeyler bulurlardı.)

Bir gün ben de merak ettim tuvaletin küçük çatısını ve kimseye haber vermeden ayak basınca esneyen, ince eğreti  merdivenden tırmanıverdim.

İlk heyecanın/korkunun adrenalin denen şeyin nasıl bir şey olduğunu bu dar çatıda  hissettim. Yukarıdan aşağısı o kadar yüksek geliyordu ki uzun süre inemedim. Sonra çıktığıma ve merakıma binbir lanet okuyarak  nefesini tutarak kalbim dışarı fırlayacakmış gibi korkarak aşağıya indim.
Şu an yazarken bile o heyecanı yeniden duyuyorum...


Yazılması uzun zaman alacak bir gözlem zincirini/yaşanmış hatıralar yumağını çözüp aktarmak zor...

Şimdilik bu kadar...

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...