29 Aralık 2017 Cuma

Dağların Düğünü

Dağların düğünüydü.
Soğuk bir kış günüydü.
Garibin ölümüydü.
Dünyanın bilinmez diyarlarından geze geze dağın zirvesinde konaklayan bulutlar da düğüne davetsiz gelmelerine rağmen fütursuzca gelinin üzerine kar konfetisi saçıyorlardı. Zirvenin ucu, düğünün en şatafatlı yeriydi. Kar fırtınaları, içini buyduran sert rüzgarlara karışmış kar tanelerinin ve sisin toz dumanı içinde rüzgarların uğultularına karışan kurtlar, tabiatın bu acı düğününde  acı türküler çığırıyorlardı uluyarak. 
Uzak vadilerden bir vadideki ağılda, eğik boyunlarının belli ettiği kaderine razı halleriyle yanyana sokulmuş koyunlar ise sessizce duruyorlardı.
Dışarıda kar fırtınalarıyla boralarla karışarak devam eden  bu korkunç düğünün bir an önce bitmesini ve  ağaçların yeşilliklerin bayramının, yani kendi şen günlerinin gelmesini  sabırla, tevekkülle bekliyorlardı. 
Ağılın loşluğu içinde kapı kenarında kıvrılıp yatıyor görünseler de gerginlikleri her hallerinden belli olan  kimi boz kimi siyah  tüylü heybetli köpekler ise dışarıyı gözlüyorlardı. Onların düğünle bayramla şenlikle ilgileri yoktu. Tek amaçları sürüyü korumak, yedikleri bir çanak aşın bedelini çobanlarına karşı sadakatle, sürüyü tehlikelerden koruyarak ödemeye çalışıyorlardı.Duruşlarındaki ciddiyet ve vakar güven veriyordu hem koyunlara hem de çobanlara.

Ağılın  kapısının az ilerisindeki kayanın ardında  karınları birbirine yapışmış  olsa da dolaşıp duran,  ağılı kolaçan eden bir kaç kurt ise kabarık kürklerinin cazibesine rağmen açlık kokan nefesleriyle, ne düğünün farkındaydılar, ne de bayramın. Tek dertleri açlıklarını yatıştıracak bir parça yiyecek.
Fırsat, zaaf, imkan, umut ...Yakınlarda yiyecek bulabilecekleri başka mekan, başka imkan yoktu. En sonunda "kurt kanunu"nu uygulayacaklar ve belki de kendi güçsüzlerinden başlayacaklardı. Karınlarının açlığına rağmen, sabırla o tek ağılın kapısını beklemelerine yol açıyordu.
Ancak nice yıllar nice hayvanlarını kurda kuşa yem etmiş çoban da, vahşete her verdiği kurbandan yeni dersler çıkara çıkara savunmasını sağlamlaştırmış, tecrübeleri ona düzgün tedbirler almasına yol açmıştı. Zaman geçtikçe dışarıdaki hava daha da sertleşiyor bekleyenler daha da acıkıyordu.

Tecrübeli çoban oturduğu yerden kalmadan kafasını hafifçe uzatarak baktığı pencereden şöyle bir dışarıyı kontrol etti. -Tamam dedi. -Zamanı geldi. Yavaşça doğrularak yan tarafta bulunan kokusu genzini yakan ağılın iç kapısını açtı. Tavana yakın sırladığı çuvallardan birini indirdi. Çuvalın ağzını açarak yemliklere döke döke  bir uçtan diğer uca kadar gezdirdi. Ancak koyunlar nedendir bilinmez yerlerinden kıpırdamadı. Koyunlara şöyle bir göz gezdirdi. -Diğer işi de halledeyim. Nasıl olsa kendi kendilerine kalkarak biraz sonra yemlerini yerler dedi.

Merdiveni dayadı.Çatı kapağını açarak çatıya çıktı. Karların altına sakladığı diğer çuvallardan birini aşağıya bahçeye  ittiriverdi. Kapağı kapayıp tutuna tutuna, gerisini kontrol ederek merdivenden indi. Odadan çiftesini alıp omuzuna astı.  Ağıldan çıktı. Aşağıya ittirdiği çuvalın ucundan tuttu. Sürüklemeye başladı. Dış kapıyı açmadan önce çuvalın ağzındaki ipi yavaşça çözdü. Kapıyı açarak yine sürükleye sürükleye karla dolu bahçeden geçirdi. Dış kapıyı açtı. Elindeki çifteyi  karşıdaki kayalığa doğrulttu. Ateşledi. Silah sesini duyan kayanın ardındaki bir kaç kurt korku içinde can havliyle koşarak hızla  uzaklaştılar. Çoban elindeki çuvalı sürükleyerek kayanın dibine getirdi. Çuvalın içindekileri kayanın diğer tarafındaki yardan aşağıya doğru içinde ne varsa döktü, sonra kan lı çuvalı silkeledi. 
Kurtlar uzaklaştıkları ve durdukları yerde nefes nefese geriye baktıklarında çobanın uçurumdan aşağıya döktüklerini farkettiler, uzakta olmalarına rağmen keskin burunlarıyla çuvalın içindekilerin kokusunu duydular. Aşağıya, dökülenlere doğru hızla koşmaya başladılar...

Çoban dış kapıyı kapamadan önce tekrar ardına baktığında kurtların hızla yardan aşağıya doğru koştuklarını gördü.

Artık ulumuyorlardı. Sesleri kesilmişti. Açlıklarının o içlerini sürekli kemiren  sesini bir kaç günlük bir zaman dahi olsa bastırabileceklerdi.

Yaşı, olgunluk çağlarını geçeli bir hayli olduğu aksak yürüyüşünden belli olan Çoban Aksakallarını sıvazlayarak memnun memnun gülümsedi:
-"İyi ki geçen gün ölen koyunun leşini çatıya saklamışım.Leş kurtların yiyeceği oldu. Karınlarını doyurdu. Yoksa bizim hayvanların da kurtların da hali haraptı. Bu haftayı da rahat geçireceğiz İnşallah."
diyerek yavaşça kapıyı tırkazlayıp emin adımlarla evine doğru yürüdü...29.12.2017

Sümdük ya da Sündük

Çocukluk yıllarında çevresindekiler, yanlarına gelen ya da yanlarından geçen bazı insanlar için  arkalarından sündük diye bir kelime kullanırlardı. Sürekli etrafından birşeyler talep eden bu şahıslar istediklerine ulaşmak için  acındırmayı/ acındırma ajitasyonunu  ilke edinmişlerdir.
Acındırarak karşıdakini ikna eder istediğine kavuşurdu genellikle. (Bir nevi dilencilik.ama dilencilik kadar düşük de değil.) Ancak isteği yerine getiren ya da onu izleyenlerin gözünde kendisinin fotoğrafını görmüş izlemiş olsa idi, belki de vazgeçerdi kullandığı isteme yönteminden. 

Verenlerin yüzünden yansıyan nefret acıma ve tiksinti karışımı  ifade  ona zevk mi verirdi? Bir nevi mazoşistlik mi? Davranışlarıyla isteğini bildirdiği kişiyi kendisine acındırma ve böylece gayesine ulaşma davranışı.
Acaba normal yollardan çalışarak didinerek isteğine kavuşamayacağı için mi yapardı?
Acaba çocukluk yıllarında ebeveynlerinin kendisinin hiç bir isteğini normal yollarla karşılamaması / karşılayamaması sebebiyle, hep yalvar yakar olduktan sonra mı istediklerine nail olmuştu da sümdük denilen huyu edinmişti? Bir alışkanlık bir psikolojik rahatsızlığın sonucunda mı o sıfatı o davranışı yapar olmuştu?

Elinde talep ettiği eşya  ile ayrılırken, yüzünde amacına ulaşmışların memnuniyeti, hazzı belli olurdu. Suratında (Nasıl bir suratsa)) haz sonrası rahatlamanın baygınlığını hissettiren bayağı bir sırıtış oluşurdu.  

Bunları düşünürken; Haklı istekleri için dahi sümdük (ya da sündük) demesinler diye, insanların gözünün içinde bir an parlayıp sönen  ishihza dolu bir bakışla karşılaşmamak için -ve kendisinden kendisi dahi tiksinir olmak, irezil,kepaze olmak korkusu ile- istemez isteyemezdi. 

Bu sebeple hakkı olan bir nesneyi tekraren istemekten  çekinirdi. Bu, bir nebze onur, bir parça gurur azıcık kibir'in birbiriyle düşük dozlarla karışımının meydana getirdiği bir davranış tarzı. İyi bir şey. Ama bir şekilde istemeyerek de olsa oranların hassas dengesi bozulursa baskın olan ile adlandırılabilir çevresindekilerce.  Onurlu, gururlu, kibirli, 

Onurlu insanın değerlere ilkelere göre bir duruşu vardır. İnsanlara karşılıklı hoşgörü içinde alçakgönüllü ve insanca yaklaşır. Gururlu ya da kibirli denen insan ise daha sert, keskin, üstten bakan bir tavır, davranış, ifade biçimi içindedir.
Yani eziklik de üstünlük psikolojisi de; insanı yoldan çıkarıcı, insanlıktan uzaklaştırıcı istenmeyen davranışlara neden olur. 

Allah hiç kimseyi ne ruhen ne de bedenen acınacak kötü durumlara  düşürmesin.

İnsanların onuruyla yaşayabilecekleri ve kendilerini geliştirebilecekleri, ezilmeyecekleri bir dünya;     Bu uğurda mücadeleden asla vazgeçmeyecek erdemli insanların varolduğu, kamil insanların hakim olduğu/yaşadığı bir dünya temennisi ile .. 29.12.2017-17:26

16 Aralık 2017 Cumartesi

Ayna

TRT Türkü de Yeşil ayna takındın mı beline Ahmet Günday in sesinden dinlerken, dışarıya bakmak istedi bir an ve yerinden yavaşça dogrularak pencereye yürüdü. Akşamın karanlığında ışıltılar saça saça birbiri ardı sıra hareket eden araçların yola akseden far ışıklarının asfaltta  uzayıp gitmesinden anladı. İkindiden sonra gökyüzünde güney batıdan kuzey doğuya hızla geçen bulutları sürükleyen lodosun bir ara aşağıda estiğinde tahmin etmişti beklenenin yaklaştığını ve kısa süre zarfında geleceğini... Bakınıp durduğu hastanenin beşinci katında sol yanındaki ağaç kümesinin tepelerinden bir  karga sürüsünün havalandığını ve kargaların ikili gruplar hâlinde ( galiba eşleriyle) kanatlarını rüzgara açıp  ucarlarken hayata kayıtsızlıklarını o an ki mutluluklarını gergin kanatların duruşundan anlıyordu.Sonra yine icerisiyle ilgilendi dışarıyı  o an pencereye gidinceye kadar unutmuştu. Islaktı yerler ve hastane odasında kendi alemlerinde meşgul iken etraflarındaki nice olanları farketmedikleri gibi hafif hafif çiseleyerek yağan rahmeti de farketmemislerdi.16.12.2017

15 Aralık 2017 Cuma

Ses


  • Sessizlik. Sadece sol kulağındaki çınlama artışının getirdiği rahatsızlığı hissetmekten. Sebebi çevredeki gürültünün azalması yüzünden iç sesin/ iç sıkıntıların/ arazların duyulması/farkedilmesi.  Büyük sarı devasa binanın içinde bulunan bu küçük odanın  kuzeye bakan penceresinden zifiri karanlığa doğru odanin ışıklarının yansıması. Sanki binanın yakınından helikopter geçiyormuş gibi gelen ses, helikopter olsa yaklastikca artar uzaklaştıkça azalır. Bu ses hep aynı seviyede. Öyleyse devamlı çalışan bir makinanın sesidir.  Odanın ana ışığı kapalı.Yatağın hemen üzerindeki yukarıya doğru ışık veren florasan açık. Sıcaklıkta gittikçe azalıyor ama alnındaki hafif ter neyin nesi oluyor. Alnına dokununca saçlarına  değdi ister istemez.Gitgide beyaz koyun postekisine dönüşen saçları bir hayli uzamış bir ara kestiriverse iyi olacak.

12 Aralık 2017 Salı

hemdert olmak

Yoğun bakım servisinden yeni çıkmış bir hastaya refakat ederken neler yapılır neler düşünülür. Hasta sıkıntılarıyla ağlayarak sizlayarak iyileşmeye çalışırken ona destek olmak, yardım etmek, moral vermek için neler yapılmalıdır.
Empati denilen kavramı kelimelerle tarif etmek yerine biri uygulayarak anlatabilir mi? Hem hal olmak denebilir, yoldas olmak, hemdert olmak da denebilir. En güzeli halden anlamak.
Hatayı beklerken kitap okumak istesen de ışığı kapatmak, uyku gelmese de uygun bir zeminde bir köşeye kıvrılıp hastayla beraber dinlenmek gerekir.
Bir yönden de hastanın nekahat - tahminimce iyileşme- dönemini rahat geçirmesi için uyuması yararlıdır. Bekleyen neye beklediğini niçin beklediğini bilmiyorsa, o bekleyiş bir işkencedir ona ve yararsizdir. Ya da düşük düzeyde etkilidir.
Bekleyenin motivasyonu ve iyileşmeye inancı ümidi varsa, hastanın iyileşmesine çok daha fazla katkı yapar . İnşallah o sabrı metaneti ve empatiyi gösteren kullardan evlatlardan oluruz.
Vesselam...(12.12.2017 00:34-Manisa Merkez Efendi Devlet Hastanesi Göğüs Bölümü Hasta Odası)

8 Aralık 2017 Cuma

Sınırlar

Sınırlar.
İnsanoğlu varlığını sürdürdüğü çevrenin sınırları içinde, öğrendiği bilgi ve tecrübelerle, geliştirdiği yeteneklerle yaşantısındaki zorlukları aşmaya çalışır.Hayatını daha kolay devam ettirmenin yollarını arar ve  yaratılışından gelen içgüdüleriyle bir çok sorunu çözmeyi de başarır . 
Çözüm bulamadığı meseleleri ise sınırları dışındaki diğer insan topluluklarının yaşantılarını inceleyerek bulmaya gayret eder. Bulduğunda önce taklit eder, ardından kendi hayat sınırları içinde özümleyerek benimser ve geliştirir.
Yıllar yılları kovaladıkça babadan oğula ve toruna aktarılan bu bilgiler, tecrübeler inkişaf eder gelişir. Ama hayatın dinamiği içinde yeni sorunlar, farklı meseleler ortaya çıkmaya başlar.Benzeri olaylarda yaşanılanlardan alınan derslerden yola çıkılarak yeni sonuçlara ulaşılır. İşte bu inkişaftır. Yeni pratikler kullanılmaya başlanır. Zamanla alışkanlık/itiyat  haline gelir. Sürekli kullanıldığından sıradanlaşır. Dikkat çekmez olur. Bir gün  o kolaylık getiren çözümler sunan araçları bir vesile ile kaybettiğinde, kafasına dank eder, farkeder vazgeçilmezliğini ve önemini.
En basit örnek elektrik. Ve ona bağlı tüm diğer kolaylıklar. Su pompalarından asansörlere, haberleşme cihazlarından doğalgaz kombilerine, hastanelerde tıbbi cihazlardan fırınlarda ekmek üretimine kadar... 
Elektriksiz bir hayat nasıl olurdu diye bir soru akla geldiğinde ve akla gelen başa geldiğinde  yeni nesillerin ne gibi tepkiler vereceğinin bilinmesi zordur. İster istemez önce bir şok yaşayacaklardır. Ancak o anda yeni çözümler üretecekler, yeni koşullara göre yaşantılarını daha düşük hayat seviyelerinde sürdürmenin yollarını bulacaklardır.
Gelecek bilimcilerinin, futuristlerin  kafasını meşgul eden konulardır bunlar.
Bilimin, bilim adamlarının bu gelişmedeki katkıları da, önemi de unutulmamalıdır. Bu gelişmeyi tetikleyen sadece sıradan insanın ihtiyaçları değildir. Daha çok kazanma daha çok üretim hırsı da etkilemiştir.
Örneğin:Pamuk üretiminin çokluğu, kumaş ihtiyacını karşılayan dokuma tezgahlarının insan gücü ile düşük miktarda üretim yapmaları, işçilerin daha çok çalışmak zorunda kalmaları işçilerin isyanına yol açmış ardından dokuma  makinelerinin gelişimi ile hem işçi ihtiyacı azalmış hem de daha çok daha hızlı üretim daha uygun maliyetlerle gerçekleşmiş , maliyetler azalmış karlar yükselmiş, kar araştırma geliştirme için de kullanılarak teknoloji gelişmiştir.
Bu süreçler terle acıyla kanla, baskıyla mücadele ile kazançla, hırsla birbirlerini etkileyerek, tetikleyerek günümüzdeki ortamı oluşturmuştur.Vesselam.(08.12.2017:15.39)


7 Aralık 2017 Perşembe

Dur

Şemsiyeli sokaktaki Mesutun çay ocağında oturdu bu öğle arası. Yanında Ayhan Abisi ile şehri yönetenlerin halini, ahvalini münakaşa ettiler. Gazete haberlerine göre  büyükşehir yetkililileri 2018 yılı başından itibaren şehrin ana caddelerinde esnafın kapı önüne yayılmasını önleneceklerini beyan etmişler. Çünkü şikayetler çoğalmış. Çünkü diğerleri işlerini yapmıyorlarmış.

O sırada Ayhan abisi "zaten sokaklara esnafın yayılmasına iznini de eski başkan vermişti." diyerek söze girdi.
"Al birini vur ötekine, amblemler, isimler değişse de zihniyet değişmiyor. Bir fazla oy için bir  parmak bal sürme derdinde" dedi.

Ardından zimmet konusu açıldı. Bir PTT memuru akşam hesap kapanışında beş kuruş açık verse zimmet yapılıyor. Şehri idare edenlerin yanlış kararlarından dolayı oluşan maddi zararların da, görevini layıkınca yerine getirmeyen, zararın oluştuğu dönemde görevde olan yöneticilere ödetilmesi hatta zaman geçse dahi (müruru zaman olmayacak) mirasına müdahale edilerek kamu zararının karşılanması gerektiğini sonucuna vardılar.

Birinin döneminde başlanılan bir yatırım/hizmet eğer diğerinin dönemine sarkıyorsa, yapılan yarım bırakılarak durduruluyor. O kadar masraf berhava oluyor. Dönemler boyunca yarım kalan bir çok işe ait örnek şehrin muhtelif yerlerinde mevcut.

Barış Manço'nun Rahmetlinin  "Ali yazar Veli bozar, küp suyunu çeker azar azar" diyerek şarkısında ifade ettiği gibi kabiliyetsiz, kifayetsiz, ehliyetsiz, ihmalkar, gafil idareciler elinde  ülke kaynakları da (yani küp) suyunu azar azar çekiyor, azalıyor, bitiyor.

Ama bunları kim seçiyor, kim görev veriyor? Halkın genel durumuna bakıldığında bir çoğu, -yüzlerinde  sahte mi samimi mi olduğu anlaşılamayan bir tebessüm içinde- birinin eteğine tutunmuş nerelere, hangi badirelere gittiğine bakmadan gözleri kapalı ama yüzleri mütebessim sürüklenip duruyor. 
"Bir şeye karışmayın, yorulmayın, kahvelerde oturup bekleyin sadece bizi seçin, böylece  her şey düzelecek" sözlerine -yalan olduğunu bile bile- inanıyor ve seçiyor. 

Buna kim dur diyecek!

"Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden, rahat yaşama yollarını aramayı itiyat haline getirmiş milletler, evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra istiklallerini kaybetmeye mahkumdurlar."     Gazi M.Kemal Atatürk

Son söz bu... 



5 Aralık 2017 Salı

Uyku

İşte, önceki gecenin uykusuzluğunun faturasını ödemeye başlamıştı. Gözlerinin çukurlarını çevreleyen kahverengi halkalar yüzüne bakanlara yorgunluğunu tarif ediyordu. Bürodaki arkadaşları kendi aralarındaki samimiyetin getirdiği  pervasız bir cesaretle senli benli konuşurken o ne dediklerini ne anlattıklarını bile anlamayacak kadar yorgundu. Durgundu. Yorgun ve durgun hali mimiklerine de yansımış olacak ki bir iş için gelen karşı büroda çalışan arkadaşı bile çok durgunsun diyerek sorguladı ahvalini.
Gözleri yanıyor kulakları çınlıyordu. Eve varabilirse akşam olduğunda  nasıl bir deliksiz uyku çekeceğini hayal ediyordu.
Acilen bitirmesi gereken görevi de yoktu. İnternete girmek, gazeteleri incelemek de haz vermez olmuştu.  Koltuğuna oturup masasına dayanarak çıkış saatinin gelmesini beklemekti yaptığı/yapacağı  tek iş.
Büronun kuzey ve doğu kısımlarında bulunan pencerelerden  gökyüzünün gitgide koyu kurşuni bir hal aldığını kuzeyden gelen bulutların gitgide yoğunlaştığını görüyordu. Rüzgar yoktu. Hava da kendisi gibi durgundu. 
Bulutlar; hava yoluyla, hiç bir konakta durmadan, arkasından esen serin Sibirya yellerinin önünde, sürüklene sürüklene şehrin üzerine ancak gelmiş ve kendilerini iten yeller geride kaldığından yeni bir esinti çıkıncaya kadar duraklamışlardı.
Zaman zaman şehrin kuzey tarafındaki kurşuni bulutların arasından  mavi gökyüzü görünüyordu.
Fakat şehrin sokaklarında dolaşanlar yüzlerini / yönlerini kuzey doğuya çevirdikleri anda hemen elbiselerinin önlerini iliklemek durumunda kalıyorlardı. Bu, kışın gelişini haber veren serin sibirya rüzgarlarına duyulan zorunlu saygının bir gereğiydi. Nasıl ki bayramlarda törenlerde saygı duruşu oluyorsa kış geldiğinde de soğuğa saygıyı göstermek için ne kadar düğme fermuar varsa iliklenirdi. Ama nankör insanoğlu o kadar ısıtıp sereserpe gezdirmesine rağmen yaz güneşine sıcağa hiç bir zaman kışa gösterdikleri saygıyı göstermemişlerdi. 

Böyledir insanoğlunun ekserisi. Soğuğa da, sadece bedenini değil ruhunu üşüten zalimlere de ( korkunun tedirginliği ile) aynı saygıyı gösterir. 

Ama; ister mevsimden gelsin, isterse gönülden gelsin  sıcaklığı görünce de şımarır, nankördür,  iyiliği teper, vefasızdır.

Çiğ süt emmiştir.

(14.37-05.12.2017)

27 Kasım 2017 Pazartesi

Aplik

İkibinonyediyılının yirmiiki kasımında gün öğleyi aştığında çalıştığı işyerinin alt katına inme gereği duydu. Binanın tam orasında bulunan eski ama, eski olduğu kadar da muhteşem beyaz mermer merdivenlerden inerken, iki kanatlı heybetli güney kapısının üstünde bulunan küçük camlardan ikindi güneşinin altın rengi ışıltısı solundaki duvarın yukarı kısmına  yansımaya başlamıştı. Açık krem renkli  duvarda, pencereden sığdığı kadarıyla uzayıp giden gün ışığının kapladığı alanı, ince kıvrımları olan  bir gölge azaltıyordu.


Hava karardığında merdivenler aydınlansın ki böylece inen memurlar ile çay ocağına giden hademeler ellerindeki çay bardaklarıyla düşmesinler diye o muhteşem kapının her iki yanına sarı dökümden imal edilmiş aplikler takılmıştı.
Sabah güneşin  ışığı  bu küçük pencerelerden ıçeri girdiğinde önce sağ taraftaki duvarı aydınlatır gün dönmeye başladığında duvara vuran ışıklar önce kaybolur. Öğleden sonra yavaş yavaş sol duvarı aydınlatmaya başlardı.
Tarihi binayı  yüksek tavanlı geniş odalar, yüksek kapılar, uzun pencereler, kalın kavisli korkuluklarıyla mermer merdivenler tamamlıyordu. Tadilat yaparken eskinin zarafetini kaybetmemeye özen gösterip yenilikleri de binanın ruhuna uygun aksesuarlarla düzenlemeye çalışmışlardı.

Apliğin öğleden sonra duvara vuran ışığı engelleyen varlığının gölgesiydi bu. Işığa bakan tarafı sarı rengini  göz kamaştıracak bir canlılıkla yansıtırken, gölgesi de krem rengi duvarda kıvrım kıvrım bir hoş şekil oluşturuyordu. 

Gözleri bu altın rengi ışıltıya bakarak memnun memnun ilerledi. Eski bir binada mermer merdivenlerden inerken antika süsü verilmiş apliğin altın rengi ışıltısının cazibesi ruhuna  ayrı bir gönenç veriyordu.

Kapının üstündeki küçük camlardan biraz ilerideki tuğla rengi caminin beyaz minaresi göze çarpıyordu.  Yine güneşin sabahtan akşama dolaşıp durduğu gökyüzünden gönderdiği huzmelerin minarenin sağına soluna çarptığında meydana getirdiği cümbüşü de  ilave etmek gerekir.

"Her mevsimin bir rengi vardır görebilene !" dedi.

İşini bitirdikten sonra beyaz merdivenlerden adım adım çıkarken yine bir gözü sağ taraftaki ışık oyunlarında olmak üzere  odasına gitti. 
..
Ertesi gün öğleden sonra saat onbeşotuz sıralarında yine bir haceti sebebiyle alt kata inmek durumunda kaldığında, aynı ışığın ve apliğin binanın yüzyıllık tarihiyle kendisine ek bir anlam katan gölgesini seyrederek yine memnun ve mesrur aşağıya indi. Yanından geçen iş arkadaşları ondaki gülümsemenin kendilerine bir tebessüm olarak algılayıp tebessümlerle karşılasalar da,  O'nun tebessümünün sebebi  içinde saklıydı.

Bir kaç günlük hafta sonu tatilinden sonra işyerine gelip sabah ihtiyacı için aşağıya inerken gayri ihtiyari  merdivenin iniş yönünün solunda kalan, içini gönendiren o apliğe  yine baktı.
Ama bu defa puslu bir gölge karşıladı onu. Dışarda hava bulutluydu, yağmur yağacaktı. Işık ve güneş bulutların üzerinde idi. Apliğin net olmayan dağınık gölgesine bakarak durgunlaştı. 
"Her şey zamanında yaşanmalı, değişim hayatın değiştirilemez gerçeği, yaşadıklarının tekrar yaşanabileceğinin garantisi yok, akıllı insan anın kıymetini bilmeli !" diye tefekkür etti.

O anda yakınından geçenler; " Acaba neden asıldı suratı ve durgunlaştı?" diye düşünmüşlerdi belki de.

21 Kasım 2017 Salı

Cesaret

Havada yağmayı bekleyen kurşuni bulutların durgunluğu onu tedirgin etse de, ıslak zeminde parlayan gökyüzünün her tarafa yansıyan ışıltısı bazen gözlerini kamaştırsa da kararlıydı. Bu kez ne yağmur ne de soğuyan hava engel olamayacaktı ona.

Ne zamandır kafasında kurup da gidemediği o yere gidecekti. Yeter artık dedi yeter. Her gün aynı plağın cızırtılı sesini  ya da  beynini ağaç kurdu gibi yiyip bitiren o sesi dinlemeyecekti. Yeni sesler, nefesler,hevesler, heyecanlar aramak için yola çıkacaktı.Özgürlüğün hakkını verecekti. 

Bir elinde öğle yemeği için sabah yanına aldığı, öğleyin içini midesine boşalttığı yemek kabının bulunduğu poşet olduğu halde, ayakkabıları ile  su birinkintilerine basmadan hızlı hızlı yürüdü. Caddelerden geçti. Işıklarda bekledi. Çamurlu su birikintilerinden sakındı. Sokakları adımladı.

İlerledikçe yorgunluğu artıyor, iş yeri kapısındaki kararlılığını hırsını gitgide kaybediyordu. Yoruldukça kendi kendine bugün gitmesen de olur. Günlerin suyu mu çıktı diye mırıldanıyordu. Güneye doğru yokuş yukarı uzanan sokağa döndüğünde sırtındaki  teri hissetti. Bugün de olmayacak  dedi. Akşamın alacakaranlığında çamurlar içinde nasıl gideceksin ki. Olmaz.

Güneye yukarı dönmekten vazgeçerek batıya giden diğer sokağa doğru  yönünü değiştirdi. Yürüyüşünü yavaşlatarak devam etti bir süre, ancak sırtındaki ter, kürek kemiklerinin arasından yavaş yavaş akmaya başlamıştı. "Yaşın ellibeş oldu hala neyin peşindesin." dedi. Biraz daha yavaşladı.

Sonunda, ciğerine dolan serin havanın boğazındaki ekşiliği ile nefes nefese ulaştı, yemek poşetini sol eline aldı.  Sağ eliyle arka cebinin üstündeki kemer kopçasına taktığı anahtarı çıkardı. Kapıyı açtı. merdivenleri döne dolaşa basamak basamak çıktı. Ayakkabısının zor çözülen bağcıklarını sık sık sönen merdiven ışığı altında alelacele çözdü. Elinde tuttuğu anahtarların içinden en büyüğünü seçerek daire kapısını da açtı.

Odaya girdi. İçerisi boştu, her taraf loştu. Ama sürekli oturduğu, oturmaktan süngeri çöken o yere oturmadı. Başka bir koltukta, başka bir yönde ve diğer elinin parmakları ile bastı televizyonun kumandasına. Odaya televizyonun aydınlığı dolunca  ortamdaki kasvetli loşluk kayboldu. Her zaman seyrettiği kanal çıktı karşısına ve hemen elindeki kumandanın tuşuyla  başka bir kanalı seçti. Ekranda yeni bir kanal yayına başladı. Kravatını gevşetti. Gömleğinin yakasını araladı.

"Oh" dedi. "Sonunda istediğimi yaptım."

16 Kasım 2017 Perşembe

Dar geçit ,bütçe açığı, zor geçit

"Kasım ayının onüçü oldu. iki gün sonra maaşı alacağım." dedi. İkibin TL kredi kartları, kalan ile iki çocuğun üniversite harçlıkları, lisede okuyan küçüğün küçücük masrafları ve hanım sultanın istekleri ile elektrik su doğalgaz telefon taksitleri ödenecekti. Yaklaşık bir yıldan beri hep bir sonraki ay düze daha da yaklaşıyoruz umuduyla sabretmişlerdi.
Ödeyebilecekleri iyimserliği ile arabalarının modelini de yükseltmişlerdi. İyi de olmuştu ama her ay bir türlü başabaş noktayı bulamıyorlardı. Hep bir sonraki maaştan avans çekerek ayı tamamlıyorlardı. Evet kredi kartındaki borçlar gitgide azalıyordu. Ama artık sabrın sınırlarını zorluyorlar gibi geliyordu ona. Yumuşaklıkla kimseyi incitmeden hepsinin isteklerini azar azar yerine getirmeye gayret ediyordu.
E posta adresine gelen iki bankanın kredi hesap özetlerini inceledi. Birkaç taksit bitiyordu. Bu sonraki ayın daha rahat olacağını belirtiyordu.Eğer ekstra bir masraf olmaz ise avans almadan ayı geçirebilirdi.
Yıllar önce mecburen işini değiştirirken mali durumu iyiydi. Çocukları üniversiteye başlamadan ek gelir getirecek yatırımlarını yapmaya çalıştı.Bunu büyük oranda başardı da. Artık kızının okulunun son senesi, büyük oğlu bitirdiği iki yıllık okuldan sonra yeni üniversiteye başlasa da, küçüğün daha iki yılı vardı. Allahın izni ile çocuklarının okulları bitirebileceği güne kadar eğitim harcamalarını karşılayabileceği kanaatindeydi. Bu arada ek bir iş yapsa daha iyi olacaktı. Fakat uzun yılların alışkanlığı ile hareketli bir ortama girmek, ek sorumluluklar almak onu korkutuyordu.

Kafasında cevapları tam yerine oturmayan soruları sonraya bırakarak, "Hayırlısı olsun" diyerek konuyu kapattı. 

Yazmış olmak için

İşlerimi bitirdikten sonra, sistem üzerinden yeni bir görev gelmeyince, internette gazetelere bakmaya, değişik siteleri incelemeye başladım. 

Sıkıldığımı hissedince dışarıda biraz adımlayarak rahatlamaya karar verdim. Yine alışkanlıktan mı nedir gözüm Manisa dağının zirvelerindeki hareketlenmeye kaydı. 

Güney doğudan, kuzey batı yönüne sıralanmaya başladığını görünce,  bulutların, Akdenizin kuzey doğu kıyılarındaki rutubeti toplayarak uygun bir rüzgarla Manisa şehrinin üzerine getirebileceğini ve yağmur bırakabileceğini düşündüm. Ancak sol kaval kemiğimde şu an itibarıyle hala sızlama olmadığından tereddütlüyüm. 

Şehir aydınlık, ancak güneş ışığının çarptığı eşyaların arka kısmında, gölgelerin sınırları belirsiz. (fotoğrafçıların ışığı azaltmak için kullandıkları bir beyaz  perde ile filtrelenmiş gibi)

Çalıştığımız büronun  pencereleri  kuzeye doğru olduğundan, güneyimizde bulunan dünyanın göklerinde güneşin ve bulutların neler yaptığını, ancak   ışık oyunlarına göre  tahmin edip, hava durumunu takip edebiliyoruz. 

Saat onyedi olduğunda işyerinin kuzeye yönelik kapısında bulunan  merdivenleri inip meydana çıktığımızda meteorolojik olaylar hakkında daha kesin bilgilere sahip oluyoruz.

Akvaryumda bulunan süs balıkları gibi dört bir yanımızda bulunan percerelerden akşama kadar - işimiz elverdiği ölçüde- bakıyoruz. Balıklardan farkımız;  onlar cama bir şey yanaştığında korkarak geri kaçarak tepki verirler. 

Biz ise tepkisiz anlamsız bakmaya devam ederiz.  (07.03.2017-16:25)

Hep Aynı

"Saat 16.00 olmuş." dedi. Yine her akşamüzeri yaptığı gibi mi yapmalı, alışılmışın dışına çıkarak başka bir yönden başka bir zamanda ve zeminde bulunarak mı eve gitmeli? diye düşündü."Hep aynı " dedi, "her şeyim, her anım her günüm aynı", diye hayıflandı. 

Alışılmışlığın, mutad yaşantının ezbere geçen otomatik davranışları içinde, düşünmeden öylece geçiveren zamanlar anlar. Bu zamanlar bu anlardan anı hatıra nasıl çıkarılır. Seri basılan günlük gazete nüshası sayısı gibi birbirini takip eden takvim yapraklarının çevrilişi, sofrada yenen bir kaç lokmanın tadı, çeşnisi. Akşam önceki hafta kaldığı yerden heyecanla dizi beklemek. Sonra aynı saatte, aynı yatakta uykuya dalıp  sabah aynı işleri dünkü bıraktığı yerden devam ettirmek  üzere uyanmak.

Belki de başkalarının arayıp bulamadığı, özlediği bir düzen içinde yaşadığı halde nedense sıkılıyordu. 

"İnsanoğlu böyledir işte" dedi içindeki filozof. "Hep mutluluk arayış içindedir. Bulduğu ile yetinmez, daha iyiye ulaşma gayretiyle bazen elindeki güzellikleri de yitirir. Ama hayıflansa da denediği için belki de mutludur. En azından denemiştir. Hayat hikayesine yeni maceralar eklemiştir. Bir gün nasip olur da torunlarını kucaklarsa anlatacak hikayeleri de olmalı insanın." dedi.

Dünyada olup biten nice vukuatın, beyaz cama yansıyan görüntülerindeki insanları hüznüne, korkusuna, ızdırabına, bakarak kayıtsızca izliyordu.

Bazen de kütüphaneden seçtiği emanet kitapların birini eline alıyor okumaya başlıyor. Eğer sürükleyici bulursa gece gündüz, yemek iş güç demeden  sayfalar arasına dalıp  gidiyordu.
Kitap sayfaları arasında geçmeye başlayan o anlarda yaşantısındaki tekdüzeliği bir nebze unutuyordu.

15 Kasım 2017 Çarşamba

Gülüm Benim-Yemen Türküsü

1980 yılında sanat okulundan mezun olduktan sonra fırıncılık yapmaya başlamıştı.  1980 Kasımdan itibaren ortaokul arkadaşı Necdetin davetiyle Necdetin abisinin elektrikçi dükkanında çalışmaya başladı. Karaköy Çırpı Pazarındaki kasaplar sokağındaki dükkanda elektrikçilik yaparken aklından fabrikada çalışarak sigortasının devamını sağlamak geçti. Organize Sanayi Bölgesinde Mostaş mobilya fabrikasına elektrikçi alınacağını öğrendi. Mülakata girdi, kazandı ve Kasım 1981 de fabrikada çalışmaya başladı. O sırada fabrika Libya'ya hazır kapı ihraç ediyordu. Ayda belli bir sayıda kapı üretmek ve gemiye yetiştirmek zorunda olduklarından zamana karşı adeta yarış halindeydiler. Nisan 1982 de Libya ya yapılan iş sona ermiş, yeni sipariş de bulunamadığından fabrika krize girmişti. Bir kısım personele zorunlu izin verildi.

Fabrikada yapılan toplantılarda pazarlama yapılamadığından yeni siparişler bulunamadığından Ankara'da Tepe Mobilyanın Iraktan aldığı siparişleri için numune kapı imal edilerek gönderildiğini ancak Tepe Mobilyanın üretilen numune kapıyı beğenmediğini öğrendi. Ardından üretim durduruldu. Ve bir gün fabrikanın iflas ettiğini öğrendi.

Askerlik yaklaşıyordu. Bir yandan da önceki yıl girdiği ÖSYM birinci aşama sınavını geçtiği için ikinci aşamaya girmeye hakkı vardı. Bu hakkını kullanmaya karar verdi. ÖSYM 2.basamak sınavına girdi. Sıralama yaparken uzun uzun düşündü. Fabrikanın iflas etmesi onu üzmüştü. Kendisinden çok evli abilerinin, yuva kurma  hazırlığındaki arkadaşlarının, iflas kararını öğrendiklerindeki ruh hallari onu daha çok üzmüştü. Bu "pazarlama" denilen işin önemli olduğuna karar verdi. Koca fabrikalar onun yetersizliğinden batıyordu, insanların hayatları olumsuz etkileniyordu. Sıralama yaparken Pazarlamayı da ekledi. Aylar ayları kovalamadı yalnızca iki küsür ay sonra askerlik şubesinde muayeneye gireceği gün postacı İrfan Abi elindeki zarfı sallayarak "Müjde! Üniversite kağıdın geldi. Zarfın durumuna göre sanki kazanmışsın bir yeri" dedi.

Zarfı açtı. Ege Üniversitesi İşletme Fakültesi Pazarlama Bölümünü kazandınız yazıyordu. Sevinsin mi üzülsün mü bilemedi bir an. Kabullendi. Sevinmiş gibi yaptı, gülümsedi. Ama kafası karışıktı. , Aklına geleni yazmıştı ve pazarlama çıkmıştı işte. Piyango çeker gibi, kazanmıştı. Sonra okulun adının değiştiğini öğrendi.YÖk kararıyla İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İİB Fakültesinin İşletme Bölümü olmuştu. Okula kaydoldu.

Ancak maddi sıkıntıda idi.Dört kardeşi vardı.Babası tekstil işçisi olduğundan zaman zaman maddi sıkıntılar çekiyordu. Hafta sonları çalışıyor. kazandığı ve biraz da evden aldığı harçlık ile okul hayatını devam ettiriyordu. 1985 yılının Haziran sınavları esnasında bir arkadaşından aldığı borcu ödeyemeyince üzüntüsünden babasına okula devam edemeyeceğini ifade etti. Ancak babası devam etmesini istese de çok ümitli konuşmadı. Çünkü durumu belliydi.
Sonunda yaz bitti. Okul yeniden başladı. O ise hem okula gidiyor hem de okulla beraber devam edebileceği bir iş arıyordu.

Bir gün Alsancak tren istasyonunun karşısında köşedeki kilisenin yanında bulunan İş ve İşçi Bulma Kurumu İzmir Şubesine  işe yazılmak için sıraya girdi. Kuyruk uzundu ve ümit kırıcıydı. Sonunda sıra kendisine geldi. Elinde bulunan lise diplomasını ve kimlik kartını gösterdi. Memur; -" Haftaya Türkiye Elektrik Kurumu İzmir Bölge Müdürlüğünde teknisyen sınavı var girmek ister misin?" -"İsterim" dedi.

"Düzenli bir iş olsun da okulu sonra düşünürüz." dedi. 1985 Kasım ayında Bornova TEK deki sınava girdi. Yazılı ve sözlü sınavları kazandı. İzmir Fuar 34,5/10.5 Kv İndirici Trafo Merkezinde tablocu olarak işe başladı.Vardiyalıydı. Okula da gidebiliyordu. Maddi yönden rahatlamıştı. İşyerinde ise tek başına nöbet tutuyordu, sakin bir ortam vardı. Telsizle ve telefonla gelen emirleri yerine getiriyor. Saat başı ampermetre ve voltmetrelerdeki değerleri listeye yazıyor. Arıza olduğunda rapor düzenliyordu. Derslerini çalışmak için de fırsatı oluyordu.
Günler geçtikçe işine daha da alıştı. 
...
O zamanlar Ağustos ayı gelip İzmir Fuarı açıldığında Türkiyenin  popüler sanatçıları da bir aylığına şehirdeki eğlence mekanlarında yerlerini alırdı. Şehir Ege Bölgesinin insanlarını ağırlamaya başlardı. 
İki kutuplu dünya ve kapalı ekonominin getirdiği sınırlamalardan dolayı dünyadaki gelişmelerden fazla haberi olmayan insanlar ülke pavyonlarını görerek şirket sergilerini gezerek yeni gelişmelerden bilgi sahibi olurlardı.İstanbul'a gidemeyen imkanları sınırlı yöre halkı, hasat sonrasında cebine giren parayla çocuklarını İstanbula götüremese bile İzmir'e götürüp gezdirebilirdi.
Bu potansiyeli farkeden eğlence sektörü de bir aylığına İzmir'e karargah kurardı. Günün ünlü sanatçılarıyla bir aylığına mukavele imzalayarak, bölge gazetelerine verdikleri alay-ı vâlâ ilanlarla  sanatçıları İzmir'e getirdiklerini  haber verirlerdi.. Popüler sanatçıların halkla kontak kurmasına bahane olan fuar, hem sanatçılara maddi ve manevi moral olur, hem de ünlüleri görmek sevdasındaki yöre insanlarının tatmin olmasını sağlardı. Ve gazino patronları ile otelcilerin ceplerine giren paraların onların mutluluğuna etkileri de hesaba katılmalıdır.
...
Çalıştığı Fuar Trafo Merkezinin hemen arkasında lunapark vardı. Lunaparktaki hareketi hemen yanı başında bulunan Lunapark Açık Hava Gazinosu da  İstanbulda bir aylığına transfer ettiği ünlü sanatçılarla tamamlıyordu. O yıl assolist olarak İbrahim Tatlıses gelmişti. Gençlerin ağzında düşmeyen "Gülüm Benim" sarkısı ile programına başlıyor ve gecenin bir vaktine kadar değişik şarkılarla devam edip gidiyordu. Hıncahınç dolu gazinonun içi ve sahnesi trafonun üst katından görülüyor, kulakları rahatsız edecek derecedeki müzik sesleri ile her yer inliyordu. Ancak kapıları ve camları kapatırsa bir nebze rahatlıyordu. 
Bir aylık zaman zarfında program her gün ilk olarak "Gülüm Benim" şarkısı ile başlıyordu. Ve o şarkı başladığında gazinodaki dinleyiciler coşuyorlardı. 
Fuarın açıldığı ilk bir kaç gün trafonun kuzeye bakan arka penceresinden ilgiyle dinledi. Fakat sürekli her akşam " gülüm benim" dinlemek -Tatlısesten bile olsa- git gide yeknesaklaştı, sıradanlaştı. Artık yerinden kalkmıyordu bile. Oturduğu yerden camları, kapıları kapatsa bile her akşam o saatte "gülüm benim" kulaklarının içinde çınlıyordu.
"Her gün aynı şarkıyı dinleyerek neden bu kadar coşuyorlar" diye düşündü bir an. Sonra yine kendi cevapladı. "Sanatçı, gazino personeli ve burada oturan ben sabitiz ama dinleyici / müşteri hergün değişiyor. Coşkunun sebebi bu olmalı" diye düşündü.
...
28 Eylül 1986 (*) da İzmir ve Manisanın da dahil olduğu beş ilde milletvekili ara seçimleri yapılacaktı. O yıllarda babası da siyasete girmişti. Yeni dönemde fabrikadaki bazı arkadaşlarının da ısrarıyla IDP ye kaydolmuştu. Babasının tuttuğu siyasi parti beş ilde, adaylarıyla katılmıştı. Bölgeye yurdun dört bir yanından gelen partililerle yığınak yapmıştı. Şehir şehir köy köy bucak bucak Milleti uyandırmak için faaliyetteydi.

"Neden böyle küçük parti ile ilgileniyorsun, ANAP varken ?" diye sorduğunda babasının "bir kaç yıl bekle oğlum, yıllar sonra çıkarlar üzerine alelacele kurulan bu köksüz partinin yüzyıllar içinde saman alevi gibi gelip geçeceğini ben görmesem de sen göreceksin."sözlerindeki haklılığını yıllar ona ispatlayacaktı.
Babasının ısrarıyla hatırı için bazı zamanlarda  katıldı çalışmalara. TES-İŞ Sendikasına üye olan bir işçiydi ve işçinin siyasi bir engeli de yoktu zaten.

O gün müsaitti ve "Gel seni de gezdirelim hem İzmir'i de daha iyi tanımış olursun, bize de yardımcı olursun." önerisiyle seçim aracına bindi.  Otobüs, üzerindeki hoparlörlerinden Yemen Türküsüyle ve anonslarla İzmir'in bir çok semtinde dolaştı. 

Konak, Alsancak, İtfaiye, Çankaya, Cumhuriyet Meydanı ve Efes Otelinin, Basmanenin dar  sokaklarında Milletim Uyan, Eskileri de gördün Özal'ı da denedin. Artık Yeter, Söz Milletin anonsları ile sadece Yemen Türküsünü seslendiren bir kadın türkücü çınlattı duyan kulakları ve etkilenen  gönülleri.

Otobüste , bazen koltuk aralarında dolaşan bazen de koltukta oturarak çalışanları sessizce seyreden  Balçovadan bindiğini sandığı bir küçük yolcu da vardı. Araca gezmesi amacıyla bindirilmiş ve tembihlenmiş diye düşünerek   kabullenmiş, ancak yıllar sonra bir sohbet esnasında o küçüğün anne babasından habersiz  kaçak yolcu olduğunu ve o gün kayboldu sanılarak arandığını öğrenmişti.

Otobüsün içinde, Fuar Trafo Merkezindeki 15.00 da başlayan  nöbet saatine kadar   anonsçulara, emektar şoföre yardımcı oldu. 

İşte otobüs  ile dolaştığı ve nöbet tuttuğu o gün,  lunapark gazinosu tarafından gelen ve assolist sahneye çıktığında duyduğu coşkulu seslerden sonra hep ilk söylenen"Gülüm Benim"in  söylenmediğini farketti.

İbrahim Tatlıses o gece gazinoda her zaman yaptıklarını yapmadı,mutadın dışına çıktı.

Sevenlerini hayran eden sesiyle ilk ve son defa "Yemen Türküsü"nü söyleyerek başladı gazinodaki programına. 

Sonraki günlerde yine "Gülüm Benim"


(*) Açıklama: 1986 yılı siyaset kazanının çok ısındığı renkli bir dönemdi. Örneğin BANAP Özal'ın damadı, kızı Zeynep'in eşi  davulcu Asım 'ın jaguar otomobiline nisbeten Demirel'in kurdurduğu bir parti idi. Amblemi davulu delen bir jaguardı. Esasında Asım'ın kimseye birşey dediği yoktu. Kendi halinde bir insandı. Maalesef siyaset böyle bir çirkinliği de kapsıyor. Bir çok siyasi partinin katıldığı o dönem ki seçimler gerçekten çok renkli idi.
Güneydoğu anadolu Projesinin sonlarına gelinmişti. Büyük partiler bu projeyi kendi hanelerine puan yazılması için polemik yapıyor ve Özal ile  Demirel GAP-GAP gaptırmam diyerek atışıyorlardı. TRT parti çokluğundan üç büyük parti hariç diğerlerine 45 saniyelik adil (!) sürelerle propaganda mesajı yayınlaması izni vermişti.  45 saniyelik TRT mesajlarından birinde  bir lider "Köprüleriniz ve barajlarınız sizin olsun sayın Demirel ve Özal, mezarlara gömdürdüğünüz beş bin gencimizi bize geri verin"demişti. .O söz IDP li lider Aykut Edibali'nin idi. Anarşi yıllarını yaşamış bir genç olarak,  babasının desteklediği siyasi partinin akılcı doğru bir karar olduğuna kanaat getirdi.

14 Kasım 2017 Salı

İşgal ve kölelik üzerine

Saat 11.06 olmuştu. İçeride arkadaşları birbirleriyle sohbet ediyordu. ortalıkta bir ses karmaşası uğultu vardı. Anlatılanları anlamakta zorluk çekiyordu. En iyisi susmak.
Sol kulağındaki çınlama devam ediyordu. 
Yazıya devam etmek için klavyenin tuşlarına dokundukça çıkan sesi dinliyordu bir yandan da. Eski daktiloların harflerinin kağıda geçmesi için parmağıyla hızla ve sert dokunduğunda daktilonun sert metal harfinin kağıda vururken çıkardığı tak sesini hatırladı. 
Ne kadar seri yazılırsa o kadar çok takırtı sıralanırdı. Ses, odanın boş duvarlarından geri dönerek kulaklarında yankılanırdı. Eski büroların kanıksanmış sesleri arasındaydı. Büronun ne kadar iş yükü olduğunu, içerden dışarıya vuran takırtı sesleri belli ederdi. Bu ses nedeniyle bürodan sorumlu olan yetkili, memurun yanına gitmeden uzaktan denetleyebilirdi. Gürültü yoksa "bir şey mi oldu?" diye büroya gelirdi.
Daktiloların bir asra yakın süren işgalinin ardından, bürolar yavaş yavaş  bilgisayarlar ile cırcırları her yeri kuşatan nokta vuruşlu yazıcıların hakimiyetine girdi. Mürekkep püskürtmeli yazıcılar sessizlikleriyle ve lazer yazıcılar hızları ve baskı kaliteleriyle ortaya çıktılar. 
Ancak daktilolardan başlayarak her cihazın üzerinde anlaşılamayan dilde sözcüklerden oluşan markalar vardı.Yabancı dilde  kullanma kılavuzları vardı.Türkçe dışında her dil olurdu bu kitapçıklarda. Garip garip bakılırdı. Eğer şekillerle tarif ediliyorsa deneyerek yanılarak çalıştırmayı başarabilirlerdi. O da ancak anlayabildikleri fonksiyonları kullanabilmelerini sağlardı. Hatta nice kurumda muhtelif cihazlar hiç kullanılamadan depolarda tozlanıp çürüdüğüne gazete haberlerine konu olurdu.
Etiketleri incelendiğinde Türkiyede montaj bile yapılmadan dışarıdan  yurt dışı fabrikalarda üretilerek memleketin  bürolarını doldurduğu anlaşılıyordu. "İşgal sadece bazı düşman devletlerin askerleri ile memleketi zapt-u rapt altına alması mıdır? " diye düşündü. 
Acaba kölelik, efendisinin her direktifini yerine getiren, hiç bir kişisel hakkı olmayan hayatını sadece efendisine adayan insanları tanımlamak için  kullanılan bir tarif midir?
Acaba modern çağlar denilen bu zamanlarda kölelik, gelişmiş ekonomilerin maksimum verim minimum maliyetle seri olarak ürettiği ürünlerini alıp kullanarak kıt kaynakları onların ceplerine aktarmak mıdır?
Acaba Cengiz Aytmatov Rahmetlinin mankurt olarak tarif ettiği, gelişmiş ekonomilerin ( kültürel teknik ekonomik askeri v.s.) her şeyine içtenlikle, hiç hicap (utanç) duymadan (hatta kıvançla) itaat edenler de, köle olarak adlandırılabilir mi? 
Ceket yakalarına takılan ayyıldızlarla, vatan memleket demekle işgal sona erer mi?"

Soruları kafasını meşgul etti bir süre; "Sırbistandan et gelen, Bulgaristandan saman gelen memlekette neler düşünüyorsun !" diyerek kızdı kendine.

Ardından oflayarak tuşlara dokunmayı birakıverdi.

13 Ekim 2017 Cuma

İncir

Yaz sonu köye gittiğinde bahçedeki incir ağaçlarındaki incirler tatlanmamıştı, hamdı. Yaklaşık bir ay sonra eşinin isteği üzerine tekrar gittiğinde ise incirlerin daha da olgunlaştığını gördü.  Aşağı dallarda bulunan bir kaçını kopardı. Bir tanesini yedi. İncirler önceki aya göre daha koyulaşmışlar ve tatlanmışlardı. "Çocuklara da götürelim" diyerek diğerlerini eşine verdi.
Ağacın altında bulunan masaya oturdu, düşünmeye başladı.
" Olgunluk da bu ağaçtaki incire benziyor.İnsanoğlu hayatın içinde yaşadıklarıyla ya olgunlaşıp kendi hayatına ve etki alanındakilerin hayatına tad veriyor.
İncir ağacından olgunlaşmadan kopup aşağılara düşenleri ise ne kurda ne kuşa faydalı oluyor. Yerlerde kuruyup büzülüp sertleşerek, gelip geçen canlıların ayaklarının altında bir o yana bir bu yana sürüklenip duruyor. İnsanın da  yaşadığı tecrübelerden ders çıkarmayan, hayatına yön anlam vermeyenleri aynı yere düşen ham incir meyvaları gibi oluyor. "
Evin kuzey kısmında bulunan tepe tarafından hafif bir rüzgar esmeye başladı, yapraklar hışırtıyla seslenerek dallar sallananarak selam verdiler aralarından geçen rüzgara.
Birkaç yaprak düştü sallanarak, kuşların gagaladığı bir çürük incir zorla tutunduğu daldan kendini yere bıraktı.
"Bazı insanlar incir çekirdeğini doldurmayan meseleler yüzünden neden birbirlerinin hayatını karartıyorlar." diye düşündü.
İçerden yemek hazırlığının telaşındaki kadınların sesleri ve tencere çatal kaşık tıngırtıları duyuluyordu.
Karnının açlığını duyumsadı..."Vakit geldi." diyerek yavaşça sandalyeden kalktı içeri doğru yürümeye başladı.
...

6 Ekim 2017 Cuma

Gece biterken

Gecenin bir vaktinde uykumdan uyandığımda aklımdan geçen nice düşünceleri sabah unutuyorum. Hatırlamaya çalışıyorum ama aklıma bir türlü gelmiyor.
Bir çare bulmalı. Çünkü kendime göre ilginç fikirler sabahın telaşı içinde kaybolup gidiyor. Gecenin sessizliğinde yanıma usulca sokuluveren ilham, sabah uyandığımda bir başka şehrin gecelerine akıyor.

Suyun Akışı

Su bir çok konuda yol gösterir düşünüp ibret almak isteyenlere. Her hangi bir tahrik eden olmazsa yatağında sakin sakin akar. Amacına yani  hedefi olan aşağıdaki denize kavuşma umudunun önünde engel olmazsa, sabırla sükunetle döne döne, kıvrıla kıvrıla akar durur. 

Ve akarken içindeki balıklara yengeçlere köklerini içine salmış ağaçlara hayat verir. Kenarındaki bağlara bahçelere, etrafındaki  kurtlara kuşlara, börtüye böceye, köylere köylülere destek olur. Onun sakin ama ciddi biçimde iç yapısına bilenlere hep yardımcıdır. Bazen yayılır ovanın yüzüne geçilebilsin diye, bazen daralır üzerine köprüler kurulsun diye. Onun haleti ruhiyesini çözenler onunla dostluk içinde işbirliği yaparak yaşar giderler. Bilmeyenlerse girdapları içinde kaybolur giderler. 

Ancak onun da deli zamanları vardır. Bahar geldiğinde, karlı dağların başlarındaki karlar çözüldüğünde, bir an evvel denize dönmek gayretiyle suyu ve yatağını sıkıştırırlar. O da dağ sularını, kar sularını bir an evvel deniz ulaştırmak için debisini arttırır. 

İşte bu zamanlarda çok öfkelidir. Yanına yanaşılmaz olur. Köpürür taşar koşar gider, amacı bir an önce üzerinde bulunan emaneti denize iletmektir. O günlerde huyunu bilenler sabırla beklerlre öfkesi yatışsın diye. Zaten beklemeseler de yapacakları bir şey yoktur. Dinlemez kimseyi, önüne geleni katar götürür denize. Üzerine yapılan köprüler sıkar onu, yanına yapılan evler, etrafındaki bağlar bahçeler sıkar...Kimseyi görmez olur gözleri ne çıkarsa devirir... Öyledir işte...

(Her insanın deli çağları vardır deli sular gibi. O deli çağlarda sakinleşinceye kadar, köpükleri duruluncaya kadar yanına yaklaşılmamak akıllıca olur.)

İnsanoğlunun akıllıları çözmüşler suyun bu halini, yüksek köprüler yapmışlar ki öfkeleninde yıkamasın, bentler barajlar yapmışlar öfkesini dindirmek için gücüne ket vurmak için. Elektrik, sulama, gibi işlerini görmek için ehlileştirmişler. Deli deli akışlarını borulara sokarak elektrik, kanallara akıtarak sulama yapmışlar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar er yada geç denize ulaşmasına mani olamamışlar. Ya da onun denize ulaşma sevdasını kullanmışlar. Sevdasından menfaat elde etmişler. 
Amacı/hedefi/sevdası umman olunca, karışmazlarsa sakin sakin yollar bularak hangi yön kendini ummana götürecekse o yöne akışarak ilerlemiş.
Önüne, aşamayacağı engeller çıktığında, önce altlarda bir delik, bir gedik aramış yer altından kaçıp gideyim diye. Bu olmayınca beklemiş, birikmiş ardından gelen sular yardımcı olsun diye. Ardından gelen sular çoğaldıkça seviyesi de gücü de artmış ve onun denize inişini durduran/geciktiren engeli aşma seviyesine geldiğinde, -bir santimetre bile daha  yükselmeden- yüksek mi alçak mı tehlikeli mi tehlikesiz mi diye düşünmeksizin  hemen en uygun gördüğü yerden salıvermiş -ne kadar yüksek olursa olsun- kendini aşağılara , bazen çağlayarak (belki de denize kavuşması engellendi diye ağlayarak ) inmiş köpürerek aşağılara...(06.10.2017)
İnsanların da yaratılışlarına uygun bir emelleri varsa, su gibi er ya da geç emeline ulaşır. Gün olur engellerin önünde zamanı gelinceye kadar bekler, zaman gelir engelleri aşar gider.


5 Ekim 2017 Perşembe

Sıcak Gece

Gecenin bir vaktinde terler içinde uyurken, hafif bir serinlik hissedilir...Terli vücudun nice saattir özlediği hoş bir andır bu,  fazla eylenmeden gelip geçse de artık önceki sıcak kalmaz, yeni bir seviye başlar.  Esinti sabaha doğru biraz daha artar. 

Sabah ilk aydınlığını dağıtırken yeryüzüne, serinliğin de sonudur artık. Çünkü birazdan güneş ilk hüzmelerini gönderecektir üzerimize, önce  ılık, ardından aşama aşama gelen bir sıcak sarmalayacaktır  yeryüzünü.

İlk ışıklarla beraber tabiat da uyanmaya başlar; dallar yapraklar hışırdar, kuşlar yuvalarından pır pır uçarlar her bir yana. 

Sükuneti, uzak bahçelerde dalların arasına gizledikleri bedenlerinden çatlarcasıyla çıkan cırıltılarıyla yerlerini belli eden  cırcır böcekleri bozar önce. Ardından  her zamanki sabah serenatlarına devam eden  guguk kuşlarına, serçeler ile  kırlangıçların cıvıltıları karışır. Yakınımızdan geçerken duyduğumuz   bu kuşların kanat pırpırları, sabahın sükunetini daha da bozar.

Açılıp  kapanan kapıların sesleri duyulur işe gidenlerin evlerinde.

İşte böyle bir günün başlangıcında elinde öğle yemeğini istiflediği küçük poşetiyle Besmeleyle  kapıdan çıktı. Hangi ayakkabıyı giyse uygun olur diye kararsızlık içinde on saniye düşündü. On beş yıllık siyah ayakkabılarında karar kıldı. Asansöre bindi 4-3-2-1-0 ve asansör kapısını açarak sol tarafa yürüyüp bisikletinin kilidini çözdü. Bisikleti geri geri iterek bir eliyle de apartmanın dış kapısını tutarak sokağa çıktı. Saatine baktı 08.10. Yine geciktik diye düşünerek bisikletine bindi.

O anda gürültülü olarak kapanıverdi/çarpıverdi apartmanın dış kapısı. Okula giden küçük çocukların birkaçı irkildi. Bir elleriyle yavrularının ellerini tutan, diğer ellerinde  yavrularının ağır sırt çantalarını taşıyan anneleri;  "birşey yok yavrum korkma kapı çarptı" diyerek yürümeye devam ettiler.  Bulunduğu sokağın  biraz yukarısındaki kavşaktan doğuya dönerek şehrin aşağılarına doğru pedal çevirmeye başladı... 

11 Eylül 2017 Pazartesi

Mola

Elli dört  yıl tekrar tekrar yaşadığım  Sonbahar mevsiminin ilk bölümü olan Eylül ayına geldik. Her yeni yılda takvimler aynı sayıların basıldığı yeni sayfalarla değişirken ben de mecburen gelişip değişiyorum.
İlk gençliğimde belirsizliklerle, tereddütlerle  ve melankolik hayallerle dopdolu geçirdiğim bu ay, zaman ilerledikçe  anı sayfalarıma yaşanan tecrübeler olarak  ekleniyor.
Önceki Eylül günlerimdeki meselelerimin büyütülecek kadar önemli olmadığını ancak o süreçleri aştıktan, yeni sıkıntılarla  karşılaştıktan sonra anlıyorum.
Fakat yaşamadığı her olay başından geçinceye kadar bilinmezliğin ve tecrübesizliğin anaforunda kafasını bulandırıyor genç insanın. Bu da normal.
Yaşımı başımı aldığım şimdiki zamanlarda ise bazı şeyleri boşverdiğimi, sorunları zamanın akışında yaşanarak çözülmesi için salıverdiğimi, daha kaderci - ya da miskin- pasifist bir insan olduğumu hissediyorum. Böyle mi olmalıyım diye düşündüğümde ise; sorunları kendi irademle ve gücümle çözebileceğime dair kanaatimi kaybettiğim sonucuna varıyorum.
Bugünlerde sorunlarımı ailemle çocuklarla daha çok paylaşıyorum ve hep birlikte ortak çözümler bulmaya çalışıyorum. Faydası da oluyor. Belki de ilk anlardan itibaren böyle olmalıydım. Fakat ailemden ve çevremde yaşadıklarımdan aldığım ön bilgi ve deneyim bu şekilde bir yöntemi yıllarca uygulamamı sağladı. Ailenin diğer fertlerini dünyanın sorunlarıyla  uğraştırmamak için, bu sorunlara tek başıma göğüs germek düşüncesi davranışlarımı ve eylemlerimi etkiledi.
Ancak yorgunluğun bitkinliğin etken olduğu altmışına merdiven dayamış bir fani olarak, desteğin, beraberliğin gereğini, önemini  -mecburen- idrak etmiş durumdayım.
Çünkü gücümü hissettiğim eski günlerde inisiyatif kullanarak  kendi başına karar vermenin, hayatın akışı içinde işlerin çabuklaşmasını sağlayan, daha basit daha etkin bir yöntem olacağını düşünüyordum.
Çünkü hayat mücadelesinde zamanın ve diğer imkanların rasyonel kullanılması fırsatların değerlendirilmesi gerekiyordu.
Aile içinde uzun karar süreçlerinin sonucunu beklemek şahsıma  ters  sıkıcı anlamsız bazen de aptalca geliyordu.
Bu ise ailedeki bazı bireylerin hayatın olumsuzluklarından bi haber olmasına yol açtı. Babalarının vatan kurtaran bir arslan olarak her sorunu halledebileceği kananatine varmalarına sebep olmuştu. Eski yolcu taşıma vasıtalarının arka camlarında "Ömür biter yol bitmez" vecizesi yazardı.  İşte o ömür bitiren yollarda yalnız başına kendi bedenin dışında dört bedeni daha arabanın koltuklarına oturtup bazen kamçıyı da yanlarına bırakarak önde koşturmak, zaman geçtikçe güç gelmeye başlamıştı zatıma.
Yoruldum, şükür ki yavaş yavaş yükümü üzerimden almaya başladılar.

Geçen yıllarımdan aldığım derslerden biri de; gecikmeli de olsa ailece ortak karar almanın  ve aile bireylerine sorunları anlatmanın/göstermenin işleri kolaylaştıracağını, bilerek duyarlı hale gelen bireylerin sorumluluk alarak çözüme daha çok katkı sağlayacağını -geç de olsa-anlamamdı.


21 Ağustos 2017 Pazartesi

Kavak

İşyerindeyim. Sabahın ilk saatleri ve hala akşamdan tamamlayamadığım uykumun esiriyim. Bir an başımı çalışma masama koydum. O sırada bir arkadaşım internetten " Eklemedir koca konak ekleme "türküsünü dinlemeye başladı. Ben de o türkünün sözleri üzerinden ilk çocukluk çağlarımın geçtiği   güneşli güzel sabahlarıyla hatırladığım Salihli anılarına daldım. 

İnşaatı devam eden evimizin güneyde kalan duvarlarının arkasında sıra sıra kavaklar vardı. Babamın kavakçılar diye bahsettiği bir aile yaşardı. İşleri evlerin çatıları  damlar için kavak satmaktı. Ve kavaklıkları da vardı. Kavaklıklarının şehre en yakın kısmı bizim evin güney duvarında sona eriyor, öğle güneşi şehrin güneyindeki zirveleri karlı Bozdağlar üzerinden batıya yönelirken kavakların küçük yapraklı hareketli gölgeleri evimizi serinletiyordu.

Bahçedeki tulumbamızda sabah güneşinin ışığı altında yüzümüzü yıkarken, öğleden  ikindiye kadar ise serin kavak gölgeleri altında tulumbamızı kullanıyorduk. İkindiden sonra ise evin sağında - batı kısmında- kalan bölümündeki asmanın yaprakları gölgeliyordu. 

Avlumuzun tulumbaya kadar gri çimento ile kaymaklanmış parlak pürüzsüz bir zemini vardı.Tulumbadan öte tarafında birkaç sebze ekilebilecek toprak kısım ile duvar kenarında bulunan dört küçük  kavak  ben doğduğumda dikilmişti. ( Sonra 11 yıl daha büyüdüler ve 1974 senesinde sünnet masraflarım  için kesilip satıldılar.)

Güneyden vuran öğle güneşinin, kavak yapraklarında meydana getirdiği gümüş rengi pırıltı, balık pullarının gümüşi pırıltısını andırıyordu. Balığın kavağa çıkması sözü ile belki de bu benzeyiş vurgulanıyor.

Uzak şehirlere yolculuklar esnasında kıvım kıvrım dolaşırken Anadolunun yollarında, bir su kenarında, bir evin bir damın kenarında, uçsuz bucaksız bozkırı gece gündüz beklerken de görebilirsiniz.

Ressamlar bozkır resmi yapmak için tuvalin başına geçip ellerine fırçayı aldıklarında, kavak o resmin mütemmin cüzüdür.

Bir evde insan yaşadığını bacasından çıkan duman  belli ederse; huzuru sükunu o topraklarda insanın yaşadığını ya da ara sırada bile olsa uğradığını  ancak o resimdeki kavak belli eder.  Kavak olmadan bozkırı, köyü resmederseniz bir şeyler eksik kalır.

Kavak yelleri de vardır baharın sonuna doğru esen, esip de tozu ile gözleri göğüsleri burunları doldurup tıkayan kavak yelleri.

Gençlerin başında, ilk deli çağlarında esen yellerin adı da "kavak yelleri" olarak geçer. Anlatılabilemez. Sezen Aksu bir şarkısında bahsetmiştir. Bu yelin esintisini ancak çarpılan bu yele tutulan bilir.

Biz beton binalar arasında yaşadığımızdan göremesek de kavak hala eski evlerin çatı aralarında bulunmaya devam ediyor.

Şehirlerde apartmanların çatı katlarında yapılan ahşap pergüleler için estetik olmadığından kullanılmasa da, kavun karpuz satıcılarının kurduğu geçici çardakların üst kısımlarında brandanın altında rastlanabilir.  Köylerde yine damların ahırların, eski ahşap binaların çatıları altında, duvarın üst kısmından uçlarını görebilirsiniz. Kabukları alel acele soyulmuş fazla dokunulmamış, ana gövdesini zedelememeye özen gösterilerek sayaların altlarına yerleştirilmişlerdir.Çünkü zaten hafif ve sağlam olmayan yapısıyla bel vermeye hazırdır. Fazla yüke gelmez, azıcık fazla yük ve biraz nem onun esnemesine bel vermesine kamburlaşmasına yol açar.

Kırılmaması çökmemesi için  uygun yerine bir dayak destek konmalıdır. (21 Ağustos 2017 Pazartesi)

4 Ağustos 2017 Cuma

Taşın Altı

Yaptığı hayırlı bir eylemden sonra olumlu bir ruh hali içinde olmalı insan.
Ama gücü yettiğince imkan dahilinde tüm yapılacakları yerine getirdikten sonra, önlemlerini aldıktan sonra, olumlu bir ruh hali içinde, olumlu sonuçlar beklemenin ümidi içinde olmalı.

Yoksa pasif, hareketsiz edilgen bir durumda otur havaya bak ve dua et. Olumlu ümitli, hayırlı dualar et. işe yarar mı? İhtimal düşük. 
Ama amacın için çalıştıktan sonra daha alnında terler kurumadan ellerini açmasan dahi içinden geçen yakarışları duyar Rabbimiz. 
Ve amaca ulaşmak için yapılan eylem/gayret istek sahibinin isteği konusundaki samimiyetini göstermektedir. 
Pasif edilgen durum içinde güzel amaçlar besleyen kişi -dünyanın en acıklı nidasıyla niyaz etse dahi- samimiyetini eylemle ortaya koymadığı için  -amacı için ortaya yapıcı eylem koyana göre- geridedir. 
Yetersizdir. Bu olmayacak duaya amin demektir. 

Olabilecek bir istekse biraz da isteyenin elini taşın altına sokması lazım değil mi?

(Eskilerin deyimiyle " armut piş ağzıma düş.")

Gerçekten muhtaç olanları tenzih ederek; Toplumumuzun bir bölümünün, son zamanlarda yukarıda olumsuzluklarını saydığımız durumda olduğu müşahade edilmektedir.

Özellikle sınırlı kaynakları ile ancak hayatını sürdürecek durumda olan bir kısım zevat sadece kendilerine yapılan sosyal yardımlar için sosyal hizmet kurumlarının kapılarını aşındırmaktadır. Sınırlı kaynaklarının daha da geliştirilebilmesi için imkanlarını genişletecek faaliyetlere girişmemekte ya da  vaz geçmektedirler.

Çünkü üretmek; emek, gayret ve risk içerir. Onun  yerine hayatının beilli bir standardın altında olduğunu resmi olarak ispatlayabildiği takdirde, kendini sosyal devletin şemsiyesi içine atabilmektedir. Bu durumda herhangibir risk kalmamaktadır. Bu gibi kişiler için gelirin artması risk oluşturur. Eğer gelirinin arttığı resmi kayıtlarda belli olursa sosyal yardım çıtasının üstüne çıkacağından yardımsız kalabileceğini düşünerek pasif kalmakta ve devletin kesesinden beslenmeye devam etmektedir. Bu defa devletin elinde sosyal yardım için ayrılan payın artması neticesi kalkınmaya, eğitime  ayrılacak kaynak azalmaktadır. Bu kısır döngü ise tüm halkımızın topyekün fakirleşmesine yol açmaktadır.

Devletin çalışmayı teşvik ederek, çalışanı onurlandıracak ve daha net kriterlerle ihtiyacı olanları ayırabilecek formülleri ortaya koyarak (bir kısım memnuniyetsizlerin oy vermeyeceği endişesiyle) ertelemeden tavizsiz uygulaması gerekmektedir.

3 Ağustos 2017 Perşembe

Yorgunluk

Yılların yorgunluğunu gönlümde hissetmesem de vücudumdaki azalarda hissettiriyor kırgınlıklarım. Sabahları işyerinin kırk kırkbeş adım olduğunu tahmin ettiğim yüz yirmi yıllık mermer merdivenlerini çıkarken daha iyi anlıyorum yorgunluğumu. 

Bir de eski günlerde çevik bir panter gibi her olaya atıldığım gibi atılmıyorum. Önce bakınıyorum, etrafı süzüyorum. Olayı düşünüp yorumluyorum. Harekete geçmemin faydası olacağına kanaat getirirsem eyleme geçiyorum. Yani gücümü daha rasyonel kullanıyorum. Çünkü azaldı.

İşyerine benim çalışmam için tahsis edilen masanın yanında bulunan koltuğa oturduktan sonra ihtiyacım olmasa akşama kadar kalkmayacağım.

Suratımdaki gülümsemeye yarayan kaslar gitgide işlevini yitiriyor, yukarıya doğru gerilemediği için asık suratlı bir şahıs olarak algılanıyorum beni tanımayanlarca. Ama öyle değil desem kim inanacak, bir gülümsemeye bile bahaneler bulan benim gibi bezgin birine.
İçimden bir ses biraz daha sık dişini diyor. Biraz daha. Sanki ne değişecekse. 

Cengiz Aytmatov Rahmetlinin Gülsarı romanında baş kahraman yaptığı "Gülsarı" isimli ihtiyar atın karlı tipili soğuk bir kış günü at arabasını zorla çekerken, sahibinin de arabayı arkadan iterken atının eski günlerini hatırlaması gibi, o yorgun ata benzetiyorum kendimi. Ama o at doru bir kısrakken başkaldırmış, zincirlerini kırmış zaptedilememiş ve Aytmatov'un romanına baş kahraman olmuş.  Ben öylemiydim de kendimi özdeştiriyorum.

Ama ne olursa olsun nefes alıyorum ve tuşlara basacak gücü kendimde buluyorum. 

Buna da şükür.

2 Ağustos 2017 Çarşamba

Çorba

Gecenin ilk saatleri... İşten eve geldiğimde içtiğim kahvenin üzerine, yemekten sonra arkadaşım Cihangirle kahvede konuşurken bir bardak çay daha ekleyince,  uyku uzak şafaklarda bekler oldu beni.

Gecenin ilk saatlerinde yatağımda uykuya dalma gayretindeyken büyük oğlum yanıma geldi. annesi uyanmasın diye sessizce kulağıma fısıldadı.-"Baba köye gitmek istiyoruz. İzin verir misin.?" Yaşı yirmiiki olan iki çocuğum ve yaşı onaltı olan küçük oğlumun taleplerine nasıl hayır diyeyim.  Ve artık hayatta kendi başlarına inisiyatif alarak bir şeyler yapmalılar diye düşünerek, her ne kadar bütçe eksilerde dolaşsa da "gidin ama dikkatli olun" dedim. 

Üçü de hızlı bir hazırlık safhasından sonra çantalarını alıp ellerimizi öpüp vedalaştılar. Onlar asansöre biner binmez eşim ve ben aceleyle balkona koştuk. Yukarıdan aracı seyretmeye başladık. Çantaları bagaja yerleştirdiler. Kızım öne, küçük arkaya, abisi direksiyona geçti. Tırıltıyla çalıştırıp yavaşça ilerlediler. 
Alalı daha bir hafta olan yeni beyaz aracımız karanlığın arasında arkada kırmızı ışıklarının silüetini yaya yaya gözden kayboldu. Sabah saat beşe doğru bir mesaj geldi kızımdan; "baba köye vardık." 

Her sabah kesintisiz aynı saatte çalan cep telefonunumun alarmını bazen duymadan kalktığım da olur. Ama bugün yorgunum. Zorlanarak kalktı yılların yorgunluğunu taşıyan vücudum. Eşimde gecenin bir vaktine kadar ayaktaydı ve dün Ayvalıktan teyzesini ziyaretten gelmişti. Yorgundu. Kıyamadım. Dolapta akşamdan kalan tarhana çorbasını ısıttım. Kuru ekmekleri bastıra bastıra çorbanın içine gömdüm. Biraz acı biraz tuz. yanında bir parça peynir. Ve kaşıklıktaki en büyük kaşık elimde. Çorbayı içmeye başladım. 

O anda hatırıma,  Babam 1968 li yıllarda Manisa Tekstil Fabrikasına sabah 07 vardiyasına yetişmek için hazırlanırken, Annemin hazırladığı yer sofrasında tıka basa kuru ekmekle doldurduğu  ekşi tarhana çorbasını telaşla ve hohlayarak kaşıklaması  geldi. 

Yıllar sonra ben de aynı durumdayım. Ancak beni takip edecek ve ileride benimle aynı sofrada yediklerime şahitlik edecek hatırlayacak gençler uzaklarda.

İşyerindeyim saat 10.07 olmuş ve karnımın keyfi yerinde. 
Ne yersen ye ama çorba bir başka tad, bir başka keyif ya da ilaç.


(02.08.2017)

28 Temmuz 2017 Cuma

Beklemek

Beklemek. Gelecek olan bir müjdeyi, bir haberi, kaybolmasın diye bir nesneyi beklemek. Anlamından da anlaşılacağı üzere duraganlık pasiflik içerir. Özellikle de sabır vardır beklemenin muhtevasında.

"Sabır; ruhun umulan oluşa verdiği mühlettir." diyordu bir kitabının satırları arasında Sezai Karakoç doğrudur dediği, öyledir.

Bir ağacın gövdesinin kökleriyle sarıldığı toprağın üstünde,  gökyüzünün altında durup büyümesi, yaşantısını devam ettirmesi gibi, bir ağaç gibi beklemek. Bir asker gibi sınırların dikenli tellerin yanında gelebilecek bir tehlikeye karşı beklemek. 

Sağlık kurumunun acil servisinde gelecek hastaları beklemek. Ya da uzaklara gönderdiği bir yakınının gelişini beklemek. Akşam olduğunda işten çıkıp eve gelecek olan babasını beklemek. 

İçinde özlemin, hasretin, kavuşmanın, barışmanın hayallerini saklayan ve gülümseyen yüzlerde uzaklara dalgın bakarken derin bir iç çekişle anlaşılabilen mutlu geleceği beklemek. 

Doğumevinin kapısında endişe, sevinç, tedirginlik içinde ne yapacağını bilemez bir telaşın girdabında adımlayan, içerden gelecek bir bebek ağlaması sesini, baba olmanın ilk heyecanı ile bekleyen eş .

Üniversite sınavının  sonucunda aldığı puana göre, sıraladığı isteklerinin tutup tutmadığını yerleşip yerleşmediğini öğrenmek için sonuçların açıklanacağı günü, anı dakikayı gitgide artan bir heyecan içinde beklemek. 

Genelinde isteğinin gerçekleşme umudu içinde, ancak olamayabileceğini de ihtimal dahilinde tutan bir düşüncenin sonucunda yaşanan karmaşık duygularla beraberdir, sessizce oturarak,  ayakta durarak, düşünceli ama yavaş adımlarla ileri geri yürüyerek o anın gelmesi beklenir.

Beklenen geldiğinde haber olumluysa sevinç çığlıklarının ardından bir mutluluk sağanağı dökülmeye başlar bazen gözlerden. 

Eğer beklenen ümit edilen olmadıysa bu defa durgun bir yüz, sessiz bir hıçkırık ve  bir hüzün selidir aynı gözlerden dökülen.

Karlı dağların başında,
Salkım salkım olan bulut,
Saçın çözüp benim için,
Yaşın yaşın ağlar mısın? Yunus Emre

Allah dileyen herkesi beklediklerine, özlediklerine  tez zamanda kavuştursun.
28.07.2017

27 Temmuz 2017 Perşembe

Talep ve Nasip


Üniversite sınavına giren büyük oğlum aldığı puana göre bir yere yerleşme ihtimalinin yüksek olduğunu söyledi geçenlerde. Ve yaklaşık üç yıl kaldığı İstanbuldan bıktığını bu nedenle dışarıdan değil, Manisadan bir bölüm seçmeyi düşündüğünü ifade etti. Ancak yerleştirme sonrasında okula kayıt için diplomayı alması gerektiğini bu nedenle İstanbula gidip gelmesi için biraz bütçe hazırlamamı istedi.

Ben ise; Araba derdindeyim. Hiç bir yere uzanamaz oldum sanki. Sanki kanatları kırılmış göçmen kuşlar gibi, yukarıdan geçen kuş sürülerine bakar gibi, arabayla geçenlere bakıp duruyorum.

Temmuz ayının başlarında on iki yıldan beri zahmetimi çeken cefakar otomobilimi satmıştım. Meğer ki otomobilli yaşama alışmışız. Yeni bir araç arasak da hemen denk gelmiyor. Araç çok ancak elimizdeki maddi imkanlarla alabileceğimiz araçlar beklentilerimizi karşılamıyor. Gönlümüze uygun düşen bir vasıta denk getirmeye çalışıyoruz. İnşallah denk gelir de aldığımız vasıtayı hayır için yararlı işlerimiz için kullanırız.

Bu arada büyük oğlumdan bir teklif geldi. İstanbul Avcılar daki okuluna gidip diplomasını almak, aldıktan sonra da fırsat bulursak araç bakmak fikri ortaya çıktı. Aile meclisi toplandı. Erkekler komisyonu olarak İstanbula gitmenin diplomayla beraber hem seyahat anlamında, hem de araç bulma anlamında ve gençlerin yetişmesi bakımından da yararlı olacağı görüşü ile seyahat oluru alındı.

Ben izin alamazsan oğlan tek başına gidecek önce okulunu sonra fırsat bulursa araç bakma işini yapacak. Beyenip seçtiğinde de ben parayı eft yapacaktım.( Bu niyeti aile meclisine açmadık gizliydi) Oğlanda arabayla gelecekti.
Bu niyetle pazartesi Müdür Beyle görüştüm uygun gördü. Ama Ömer Bey "bir gün git gel pestil olursun, yapamazsın" deyince, yeniden görüşerek sağolsun Müdür Beyden iki gün izin aldık.İyi ki Ömer Beyin önerisini yapmışım yoksa çok zor olurdu.

Biz kafamızda araç derdinin dalgınlığı ile uğraşırken, hem diplomayı alıp hem de biraz gezebiliriz saf niyetiyle   işyerinden iki gün izin alıp büyük oğlan, küçük oğlan ve ben bir pazartesi geçesi İstanbul istikametine yola çıktık. Sabah hedefe ulaştığımızda diploma işinin olamayacağını anlayınca, üzüntü ve gerginlik içinde hedefteki diğer konuya odaklanarak durum değerlendirmesi yaptık. ( Bu sırada yaşanılanları ve karar sürecini kapalı tutmak istiyorum (!)

(...Zaten günlerdir internetteki araba satış sitelerini tarayıp duruyordum. Geçen Cumartesi akşamı arayıp tararken bir kaç araca denk gelmiştim.  Biri Ispartada 2008 model chevrolet 88 00 km de benzinli, lpg li. Diğeri İzmitte  Dacia Sandero 2013 model 120 00 km de. Dizel. Bir diğeri de Turgutlu da 2010 model  Renault Sembol idi 22.500, dizel. Ancak kaç günden beri sitedeydi. Beklemesinin bir sebebi olabilirdi. O sıralarda kaportacı arkadaşın işi olduğundan aracı incelemeye gidemedik.Demek ki bazen bir şeylerin denk gelmemesinde de bir hayır oluyor. Önceki İkisi beklentilerimize uygun idi.( Kızın fikrini aldım.Beyaz renk olduğu için Daciayı beyenmişti....)

Yakın hedef olarak birkaç telefon konuşması derken nihayetinde İzmitte amacımıza ulaştık. İçimde nelerle karşılaşacağımızı bilememenin getirdiği belirsizlikten olduğunu tahmin ettiğim bir kıpırtı, heyecan vardı. Zaten her değişim anında hafifte olsa yaşadığım bir duygu bu heyecan. Emektar yeşil periyi satmaya giderken de öyle idim. (Sonunda kızın beyendiği oldu. Ama diğerleri de -sağolsunlar- aracı görünce olumluydular.)

Değişim anında yaşadığı bu heyacanı yönetebilirse insan, yeni ufuklara açılabilir diye düşünüyorum.
Bu düşünceler ve hatıralarla Salı gecesi eve geldiğimizde yorgun ama amacına ulaşmış insanların rahatlığı vardı. İnşallah işin mali boyutundaki ayarsızlıklar ve tutarsızlıklar bir şekilde aşılacaktır. 

29 Haziran 2017 Perşembe

Ramazandan Sonra

Ramazan biteli dört gün oldu. Dün de bayram bitti. Ve dünden itibaren hayat -Ramazan öncesi- bıraktığımız yerden devam etmeye başladı. 
Sabah işyerine tam zamanında geldim  ve personelinin yarısı izinli olan büroda beklemeye başladım. Diğer birimlerde çalışanlar birbirinin geçmiş bayramlarını kutluyorlar... 
Sistemde yeni gelen ve hemen bitecek  bir görev olmadığından internette araştırma (!)  yapıyoruz.

Ancak mesai saatleri ilerledikçe havanın sıcaklığı artmaya başlıyor.  
Gün devam edip güneşin ışıkları batı yarım kürenin sonuna yaklaştığında, işyerinden ayrılıyorum. Güneş gözlerimi kamaştırmasın diye şapkamı öne doğru eğdikten sonra bisiklete binip çarşı içinde devamlı kullandığım  yoldan  eve doğru gidiyorum.

Evde herkeste bir bezginlik, sıcaktan kurtulmak için serin yer arayışı, ama nereye gidilirse gidilsin nafile, sıcak her yerde .
Ev; en üst, en son kat olduğundan, güneşi her yönden alıyor. Davetsiz misafir gibi ya camlardan ışığıyla ya da kızgın duvarlardan ısısıyla, hararetiyle evimize giriyor. Bu kadar sıcak ve samimi bir misafir evde yaşayan bizleri sıkıyor, terletiyor, Bir an evvel gitmesini bize uygun uzaklıklardan sadece bir kuru selam vererek geçmesini istiyoruz. Her şeyin aşırısı zararlı.

Güneş de sonunda istenmediğini anlamış olacak ki sessizce  ve bizlere farkettirmeden evden ayrılarak batıdaki  dağların ufuklarından sesleniyor ışıklarına ve biraz bize küskün bir edayla terkediyor şehrin ufuklarını. Dalga dalga azalan ışık, merhale merhale loşluğa ve ardından gelecek karanlığa hazırlıyor bizleri.  
Akşam yavaş yavaş çöküyor. Karanlıkla beraber bir efkar yayılıyor yalnız, hassas kırılgan gönüllere. 
Gün başka diyarlara göç etsede ardında duvarlara yollara, vasıtalara görünmez bir yapışkan mayi gibi bıraktığı sıcaklık durmaya devam ediyor. O gecenin bir yarısına kadar bizlerle yaşamaya hemhal olmaya devam ediyor. 
Gecenin bir yarıısnda bizlerin haline her daim acıyan Rabbimiz hafif bir yel estiriyor şehrin sokaklarına.
Ve Temmuz sıcaklarında bu şehrin içinde yaşamaya çalışan bizler, ancak o saatten itibaren bir nebze ferahlayabiliyor ve yarı baygın halde uykulara dalabiliyoruz.(29.06.2017)

9 Haziran 2017 Cuma

Oruç Tut Sıhhat Bul"

Ramazan ayında iradesi imkanı olanlar, sağlığı yerinde olanlar, canları istiyorsa oruçlarını tutuyorlar.
Bu ay yaklaşırken içimde gelişen tedirginlik oruca başlayınca gitgide azalıyor. Bir süre sonra yeknesaklaşıyor. Günlük aktivitemin standart bir eylemi haline geliyor. Unutuyorum. Vücudum da unutuyor, akşam sofraya oturuncaya kadar. 

Sofraya oturunca çocuklarla beraber ezanı top sesini beklerken gitgide geriliyoruz. Top patladığında yarışta depar atan sporcu gibi hırsla saldırıyor çocuklar. İster istemez o yarış havasına kendimi kaptırdığım zamanlarım oluyor. Benim için kötü. Beklemeli sakin bir şekilde yemeğimi yemeliyim. Çünkü hızlı yemek doyduğunu anlamamaya yol açıyor. Bu da daha fazla kalori  ve yemek sonrasında şişkin mideyle sıkıntılı sıkıntılı beklemek demek . 

Sonra sahura kadar, gidebilirsen teravih, ardından evde tv izlemek gecenin bir yarısında uykuya dalmak, yine gecenin bir başka zamanında  eşimin veya çocukların seslenmesiyle davul gümbürtüleri arasında uyanmak. 

Yine sofraya oturarak kahvaltı türü hafif yiyeceklerle donatılmış masada birşeyler atıştırmak. Ne olur ne olmaz, hava sıcak olabilir suyu bir bardak daha fazla içeyim. Acıkabilirim. Şimdi sahur bitti topu patlayacak çabuk olmalıyım, Bir parça daha yesem zararı olmaz, Ne de olsa akşama kadar bir şey yemeyeceksin, Tedbirli ol v.s gibi iç düşünceler arasında yine sofradan biraz (!) fazla yiyerek kalkmak, Sonra öğleye kadar doğurma zamanı gelmiş büyükbaş hayvanlar gibi sıkıntılı sıkıntılı dolaşmak. Bazı günler böyle oluyor. 

Ekseriyetle diğer günlerde ise sakin, ölçülü, dengeli, kurallara uygun geç acıktırıcı ve enerjiyi dengeli bir sekilde akşama kadar sürdürmeye yarayacak gıdalarla beslenerek devam ettiriyorum orucumu. Böyle günler daha sakin huzurlu geçiyor.  

Dengeli olmak hayatın her anında aşamasında gerçekten en  önemli insani hususiyetlerden. Eskilerin deyimiyle itidalli olmak.   

Hayatın içinde gelişen olaylarda ve olaylarla ilintili yeni süreçlerde her zaman dengeli olmak soğukkanlı olmak bizim sorunları daha kolay çözebilmemizi sağlayacaktır diye düşünüyorum. 

Orucun biyolojik yapımıza yararları yanında akılcı düşünebilmemize de katkıları olduğunu düşünüyorum.Çünkü gücünü kaybettiğinin farkında olan insan, gücünü sınırlı bir zaman içinde dikkatli kullanarak (pilini bitirmemeye özen göstermesi) yaşadığı ortamdaki sorunları daha akılcı, rasyonel, pragmatik ve en önemlisi etik olarak çözmek zorundadır. ( çünkü ibadet yapıyor.) 

Bir ay boyunca midesini boş tutarken zihnindeki kirlilikleri de temizleyebilirse insan, Ramazan sonrası hayatı çok daha olumlu hale gelir. 

Her  oruç tutan bu olumlu değişimi gerçekleştirebilse, toplum yaşadığı o güzide ayın güzelliklerini içine sindirmiş olarak bir sonraki Ramazana kadar aklen ve manen daha da gelişebilir. 


Oruç, midemizin ıslahından çok zihniyetimizin davranışlarımızın ıslahına vesile olursa amacına ulaşmış olacaktır diye düşünüyorum. (09.06.2017 Cuma)

2 Haziran 2017 Cuma

2017 Ramazan 6 gün

        2017 senesinin Ramazan ayının altıncı gününün de sonuna geldik çok şükür. Oruç tutan arkadaşlarda halsizlikle bağlantılı bir sükunet hakim. Bu sükunet diğer oruç tutmayan arkadaşları da etkiliyor sanırım. Ya da şahıslara ve Ramazana saygılarından dolayı sükunet onların davranışlarını da belirleyen ana unsur oluyor belki de.
           Ayrıca gündüzleri özelilkle sabahın ilk saatleri ortalık süt liman. Çünkü iftar teravih, teravih sonrası sonhbetleri ve sahur ardından sabah namazı derken uykusuz ya da az uykulu geçen zamanın ardından ramazan sabahları sessizleşiyor, sakinleşiyor.
        Akşama doğru  iftar saati yaklaştıkça yeniden hareket başlıyor. Evine yuvasına yetişmek isteyenler, iftar saatinde sofrada bulunmak isteyenler, eve yiyecek alma telaşına kapılanlar ortalığı ister istemez velveleye veriyorlar. Olsun. O kadar da olsun.
        İnsan bünyesinde ise öğleden sonra gitgide halsizlik artıyor, enerji azaldıkça hareketler kısıtlanıyor.
        Öfke, masallarda geçen ulaşılamayan kaf dağlarının zirvelerinde karanlık bir mağaraya saklanıyor.Hırs'ın nerede olduğunu da Ramazan boyunca kimse bilmiyor. Zaten öğrenmek de istemiyor aklı eren insanlar.  Öfkeyle beraber nice muzır hal ve davranış varsa onlarda öfkenin önderliğinde aynı mağaradalar sanırım. 
        Ramazan ayı sona erdiğinde enerjiler kaloriler vücutta artmaya başlıyor. Tüm o kafdağına saklananlar yeniden bir virüs misali ruhumuzun cidarlarını sarmalamaya başlıyor.
          İnşallah bu yıl kaf dağındaki o mağaranın ağzı kapanır da hayatımızı ve huzurumuzu bozan muzırlar içeride mahsur kalıp dışarı çıkamazlar. 

               Yanımıza gelemezler.
(2 Haziran 2017)

24 Mayıs 2017 Çarşamba

İşgünü

Bu yıl Ramazan ayı 27 Mayıs 2017 ilk oruç için ilk sahura kalkmamızla başlayacak. İnşallah o güne sağlıkla kavuşur ve oruçlarımızı tutabiliriz.
İş yerinde bir süredir sessizlik, gerginlik, durgunluk değil benim için işsizlik hakim. Sisteme kaç zamandır iş düşmüyor. Her sabah geldiğimde bilgisayarı açıyorum. Sisteme giriyorum. Yapılacak iş sayısı sıfır gösteriyor.
Beklemek özellikle başıboş beklemek bir süre sonra insanda kayıtsızlık boşvermişliğe yol açıyor. Uyurgezer gibi mesainin son dakikasına nasıl geldiğimi anlamıyorum. Belki de emekliliği doldurmuş olmamım da bu kayıtsızlıkta etkisi vardır.
Sadece bende mi bu boşluk diye etrafa göz gezdirdiğimde benim kadar olmasa da bir sukunet var. Her kes birşeylerle meşgul oluyor. Yanımdaki masadaki değerli arkadaşım geçen gün müdürün yere düşürerek bozduğu radyoyu düzelttirdi ve arasıra kendi keyfince müzik açıyor. Dinliyoruz.
Kaç zamandır müdürün odaya telaşla girip işlerin akibetini sorduğunu göremiyorum. O da odasında bilgisayarda birşeylerle meşgul, misafir ağırlamakla meşgul.
Saat 16.59 ve bugünlük kapanış. (24.05..2017)

9 Mayıs 2017 Salı

Rüzgar

09/05/2017

İki günden beri güneybatıdan bazen sert, fırtına olarak bazen de  yel gibi esen rüzgarlarla beraberiz şehrin sokaklarında. Tozla dolu gözlerimiz, kulaklar ve burun deliklerimizle işimizin peşinde koşturup duruyoruz.
Ve şehrin keşmekeşi içinde hepimizde bir sersemlik bir uyku hali var. Mutena bir köşede kediler gibi büzülüp şu rüzgarlar geçinceye kadar dinleniversek ne iyi olur.

Rüzgarlar fırtınalar ardından gelecek olanların ya habercisidir ya da müjdecisi. Çünkü bahar geçip mevsim yaza döndüğünde gelen bulutlar ya sel olup taşar gider bir yerleri yıkar gider. Ya da dolu olup bağları bostanları gülistanları fidanları çiçekleri dalları yaprakları kırar gider. Yani yaz yağmurları Nisan yağmurlarına benzemez sert olur felaket, korku taşır bilenlerin gönüllerine.
İnşallah bu defa yazdıkların saçma bir düşünce yumağı olur da güzel sakin yağmurlarla karşılaşırız.

İşyerinin penceresinden gördüğüm çam ağacı, esintiyle  yapraklarını bana doğru eğip," saat 17.00  oldu haydi evine git" der gibi sallıyor.
Bilgisayarı kapatıp gitme zamanı. Bisiklete binme zamanı, evde uzanma zamanı geldi.

10/05/2017

Sabah işe gitmek amacıyla evden çıktığımda dünkü hava yoktu. Sukunet vardı. Oradan oraya savrulup esmekten bitap düşen yorulmuş rüzgarların şehrin içinde bir kuytu bulup dinlendikleri zamanlardı.

Bir gün önce hava tahmin raporlarına güvenerek geleceğinden ve yağacağından tedirgin olduğum yağmur, bulutlarını şehrin üzerinde biriktirmemiş olsa da, güneydoğu yönünde yüksek irtifalarda görülen  kuzguni renkli bulut kümeleri öğleden sonra yeni bir hareketin başlayacağını belli ediyordu.

Hareket için gerekli basınç değerleri oluşuncaya kadar rüzgarlar kayıtsızca dinlenebilirlerdi.

Artık güneş kış dönemindeki gibi değil. Daha sıcak daha parlak. Bu  sıcaklık ve parlaklığı farkeden gözlerden gönüllere bir mutluluk sevinç ışınımı gidiyor sanki.

Daha iyi hissediyor kendisini  insan daha moralli, daha pozitif, daha neşeli.

15/05/2017

Beklenen yağmur gelmedi. Hava tahminleri gerçekleşecek diye bir şey yok ama yine de insan çoğunlukla tahmin ettikleri çıktığı için beklentiye giriyor. Bu kez de öyle oldu.Yağmur yok. Ancak memleketin bir yerlerinde kara yağmur bulutlarının dolaştığı bazı yerlerde yağmur olduğu dün gece yarısından itibaren havanın serinlemesiyle beli oldu. Hava hafif esintili ve serin. Yol ortasındaki palmiye ağaçlarının en tepedeki dalları  rüzgarın esintisiyle uğuldayarak bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorlar.
İş yerinde ise bekliyoruz. İş bekliyoruz. Burasının adını artık işyeri demesek de işsiz yeri desek daha uygun olacak. Dışarıda kahvehane önlerinde sandalyelerde kaykılmış bedenleri ayak ayak üstündeki bacaklarıyla ileriye doğru boş mu düşüncelerini baktığı anlayamadığım bir kısım insanlardan farkımız sadece sabah işe gelmemiz. Onlar dışarıda biz içeride oturuyoruz. Bekliyoruz...

Tasarruf

Tasarruf kelimesi toplumun nice zamandır  unuttuğu ya da önem vermediği kelimelerdendir. Çünkü bu kelime; iradeyi, az harcamayı,çalışmayı, zevklerden, keyiflerden, isteklerden vaz geçmeyi hatırlatır.
İnsan nefsinin doyumsuzluğu nedeniyle tasarruf yapmak zor bir iştir, mücadeledir. 

Ama sabrederek tasarruf eden ve çalışanların yaşadığı meşakket; biriktirilenler arttıkça,  gözle görülür etkilerini belli etmeye başladıkça,  tasarruf yapmaya canla başla devam edebilirler. 

Zihinlerinde yarın diye bir kelimesi, gelecek beklentisi olmayanlar ise vur patlasın çal oynasın havasında vurdumduymazlığı kendine şiar edindiklerinden, isteklerinin sınırlandırılmasını hazmedemez, kabul edemezler, sabredemezler.  Oyuncağı elinden alınmış çocuklardaki mızmızlanma benzeri sert tepkiler hiddetler, öfkeler başlar.

Daha sonra da o memleketin insanlarının sonu iyi olmaz.;

"Çalışmadan üretmeden rahat yaşam yollarını itiyat haline getirmiş milletler önce haysiyetlerini sonra istikballerini daha sonra da istiklallerini kaybetmeye mahkumdurlar."(K.Atatürk) 

O nedenledir ki geleceklerini düşünen insanlar daha güzel bir geleceğin ancak çalışmayla ve tasarrufla inşa edilebileceğini bildiklerinden  tesir edebildikleri insanlara tasarrufu gayreti ve çalışmayı  önerirler. 

Sabır, fedakarlık, kanaat,irade, idare, tasarruf birbirini tamamlayan güzel kelimelerdir. 

Tasarrufun ters anlamlısı ise harcamadır, savurmadır, tüketmedir... Ve sevimsizlik barındırır, Ölçüsüzlük barındırır. 

Olumsuzluğu anlatabilmek için eski insanlar "Harca harca nereye kadar!" "Nerede bu yoğurdun bolluğu" , "mirasyedi "  "hayatını harcamak"  gibi darbımeseller tamlamalar kullanırlardı.

Ne mirasyedi gibi , ne de varyemezler gibi olmalı..

İnsanın hayatını sağlıklı devam ettirebilmesi için çalışma, tasarruf ve harcama dengesini kurabilmesi gerekir.

Böyle olursa hayat daha anlamlı, keyifli ve mutlulukla dolup taşar  diye düşünüyorum.


3 Mayıs 2017 Çarşamba

Kağnı.

Çocukken yaz tatillerinde Kütahya Gediz İlçesine yakın olan köyümüze giderdim. Temmuz ayının kavuran sıcakları geldiğinde tarlalarında biçilen ekinleri  yükledikleri, önde iki öküzün yavaş yavaş çektiği tekerlekleri gıcırdayan ve gıcırtıları uzaklardan bile duyulan kağnılar dikkatimi çekerdi. Gece gündüz harmanyerine  taşırlar, ardından harmanyerinde işibiten dövülen ayıklanan buğdayları ve samanları ambarlara taşırlardı. Günler geçtikçe o seslerle yaşamaya alışır, her an kulağımıza gelen ağlamaklı iniltileri kanıksar ve dikkate almaz farketmez olurduk....

Büyük iki tekerlekli, yapımında sadece ağacın kullanıldığı el yapımı araçlardı. Yokluktan, ihmalden ya da beceriksizlikten yağlanması geciktirilen tekerlekler bağlantı noktasındaki ağaca sürttükçe, yağı azaldıkça gıcırtısı artardı. 
...
İlkokul üçüncü sınıftaydım. Öğretmenimiz Hasan Hoca Türkçe dersinde  bir konuyu okutuyordu. Biz de hem dinliyor hem de kitaptan takip ediyorduk. "Millet malıdır" başlıklı ders konusu kısa yazıyı sınıfa okuyan arkadaşım bir ara yutkundu sustu nefes aldı ve yeniden okumaya başladı,  Ancak sesinde bir burukluk oluştuğunu farkedince yakınında olduğumdan parmağımı kaldırdım. Okuyan sıra arkadaşımdaki değişikliği öğretmenimiz de farketmişti ve hemen bana eliyle sen devam et diyerek işaret etti. Arkadaşıma  dokunarak durdurdum ve  hemen kaldığı yerden devam ettim. Fakat konunun içine dalarak o kadar etkilenmişim ki biraz sonra aynı boğukluk bana da sirayet etti.  Sesim tıkanmaya başlarken, bu defa öğretmenin diğer sıradaki kız arkadaşa okutmaya başladı.

Kitabı okuyan kız arkadaşıma bakarken bir ara sınıf öğretmenimizle göz göze geldik. Gözlerinin altındaki yeni kabarmaya başlamış, damlamaya hazırlanan pırıltılar vardı. Sınıfta arka sırada oturan haylazlar grubu bile susmuştu. 

Hepimiz etkilenmiştik.
Şerife Bacının Kağnısı ve bacının çocuğunun soğuktan titremesini anlatan bir kitaptan alıntılanan  kısa bölümdü. Ama hepimiz o soğuğu, çaresizliği,vatan için yapılan fedakarlığı hissetmiştik.

(..."Şerife Bacı, Kurtuluş Savaşı'nda yaşlı kadın ve erkekler ile birlikte İnebolu'da bulunan cephaneleri Ankara'ya götürülmesinde çocuğu ve kağnısıyla yer alırken kış şartları nedeniyle Aralık 1921'de donarak öldü... Anlatılan odur ki, cephane ıslanmasın diye battaniyesini cephaneye sarmış bebeğine de sarılıp onun donmaması için uğraş vermiştir...


http://fotogezi.blogspot.com.tr/2011/02/kurtulus-savasnn-kadn-kahramanlar_16.html")


1919-1920-1921- 1922- 1923 ardı ardına yazılan bu rakamların o günleri bire bir yaşayan Anadolu için büyük önemi,anlamı vardı. İstila - İşgal - Zulüm - Birlik - Mücadele - Azim / Gayret - Kurtuluş - Zafer ve  Cumhuriyet kelimelerinin de...
...
1973 yılı idi ve  Cumhuriyetin ellinci yılının 29 Ekimini Hükümetle Hatuniye Camisinin arasındaki tören alanında (şimdi park) yeni kutlamıştık. Aylar öncesinde şiirler şarkılar belletmişti öğretmenimiz. Hasan Hocamız 1928 doğumlu idi, ama seneler boyu çektikleri yüz hatlarındaki derin çizgilerle belli oluyordu. Ve bu bayrama hazırlığı diğer bayramlara göre daha farklıydı. Daha telaşlı, daha yerinde duramaz, daha heyecanlıydı. "Müjdeler var yurdumun toprağına taşına,  erdi  Cumhuriyetim elli şeref yaşına" diye başlayıp devam eden marşlar ezberlemiştik günlerce.

Ve o beklenen  gün geldiğinde şehrin tüm okullarının pırıl pırıl siyah önlüklü öğrencileri ve en güzel elbiselerini giymiş  öğretmenleri ile alanın doğu tarafında sağ eli havada üzerinde takım elbisesiyle bize bakan Atatürk heykelinin karşısında sıradaydık. Öğretmenler uzakta kendi aralarında muhabbetteyken yem bulmuş serçe sürüleri gibi cıvıldaşıp duruyorduk.
Büyükler kürsüye çıkıp uzun nutuklar çekiyorlardı. Biz ise durmaktan, ayakta beklemekten sıkılıyorduk. 

Bir ara okul müdürümüz öğretmenleri çağırdı. Öğretmenlere birer paket verdi. Telaşla sınıflarının yanına koşuşturdular. Öğretmenimiz de sınıf başkanını çağırarak bir şeyler tembihledi ve elindeki paketi verdi. Başkan en öndeki öğrencileri elindekileri paylaştırdı. Öndeki öğrenciler geriye doğru tek tek dolaşmaya başladılar. Merakla sıranın bize gelmesini bekliyoruz ama sıradan çıkmaya da çekiniyoruz. Çünlü öğretmen gözetliyor. Bizi daha okuldayken uyarmıştı. Alanda şımarmak yok yoksa cezalandırırım demişti. Oynayamıyoruz. Sonunda elindekilerle başkan bizim sıraya geldi.Sağ elinde bir iğne, sol elinde  kırmızı beyaz renkli bir kağıdı  siyah önlüğümün sağ üst cebinin üzerine tutturuverdi. İçe dönük beş ayın içinde bulunan tek yıldızlı bir arma, kağıt rozet. 

Cumhuriyet Bayramı kutlamaları -çocuklarımın katıldığı törenler hariç- daha heyecansız idi.  Zaman geçtikçe kuruluşun ve kurtuluş heyecanı da azalıyor mu acaba?

Çocukluğumuzda Kurtuluş Savaşını yaşayan büyüklerimiz vardı etrafımızda. Konu açıldığında anlatırlardı. Masal havasında dinliyor olsak da ilk kaynaktan yaşananları dinlemek ve kitaptan da okumak pekiştiriyordu.

Şehrin kurtuluş günü  olan 8  Eylül de şenliklerle kutlanırdı, 

Fener alayı düzenlenirdi. Ellerinde yanan meşalelerle askeri birlikler uygun adım yürüyüşle batı kışladan İzmir caddesinden kırmızı köprüden Mesir camisinin önünden geçerek hükümet alanına doğru şehri dolanırdı.
Meşale; bir metrelik sopanın üzerine tek bir çivi ile çakılmış küçük bir teneke konserve kutusuna kül doldurulur ve içine gaz dökülerek yakılır.Aynı hizadaki askerler sağ elleriyle tutarlardı.
Ellerindeki meşalelerle ve coşkulu marşlarla, uygun adım rap rap yere vuran postal ritmiyle, gecenin karanlığında az aydınlatılmış İzmir caddesi üzerinde  yürüyen askerleri seyreden halk kurtuluşu daha iyi idrak ederdi.

Özellikle uzaktan trompetlerin o düzenli ve davulun sıralı vuruşunu duyunca, anneler babalar evde kim varsa apar topar evlerden caddeye koşmaya başlardık.

Gaz dökülerek yakıldığından ateşle beraber kara bir duman da çıkaran meşalelerin uzaktan görüntüsü ateşin kızıllığı, askerin marşları, uygun adım yürürken postal sesleri ve askeri bando/ trompet takımının katıldığı marşların şatafatını inşallah birgün sizlerde görürsünüz. O zaman ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

Tören kıtasında yürüyen askerler yanımıza geldiğinde  yer sarsılırdı, titrerdi. Ve o an biz kopardık. İçimizdeki çoşku ayyuka çıkardı. Tren geçerken demiryolunun yakında bulundu iseniz o sarsıntıya benzer sarsıntıyı bilirsiniz.

Şimdi birkaç film, açık oturum, bir kaç basit tören ile iş geçiştiriliyor sanki. 
O heyecan ve coşkuyu -ne yalan söyleyeyim- arıyorum.

Ama -yok-

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...