30 Mart 2018 Cuma

Düğme

-Aşağı yukarı her altı ayda bir geliyorsun ceketinin kol düğmelerini değiştiriyorsun.Tamam eskidiğinden değiştiorsun, vre kuzum neden sadece senin kollarındaki düğmeler eskir? Anlamiş değilim? Ne yapıyorsun ki? Dağlarda taşlarda kürek mi sallorsun da bozarsın? Bankada muhasabe şefisin. Tamam ben alirim masrafımı ama merak ederim. Neden olur bu? deyip sözlerini bitirdi terzi Agop.
Yandan merdivenli batar katlı küçük dükkanın girişinde camekana doğru çevirdiği kollu iskemlesinde bacak bacak üstüne atmıştı. Elinde, oğlunun düğününde giymek için takım elbise ısmarlayan çabuk bitirmesi için sıkıştırıp duran Kömürcü Rasim Efendinin ceketi vardı. Sol eliyle kumaşın alt tarafını tutarken sağ elinin parmağında takılı duran yüzük ile kumaşa batırdığı iğneyi ittirerek hızlı teyelliyordu ceketin yakalarını. Arasıra dışarda esen hafif rüzgarın içeri getirdiği ütü dumanının kokusu genizlerini yaksa da, her ikisi de hallerinden memnundular. 
Bankada Muhasebe şefi olarak çalışan Hüseyin Efendi ise  sessizce bıyıkaltından gülümseyerek dinledi bu eleştirileri.
-Senin Amcan yüzünden dedi.
-Ölmüşün arkasından konuşma vre dedi Agop. O iyi bir adam idi, Seni de bankaya o aldırmış idi. Ayıp.dedi gülerek. 
Hem ceketinin, gömleğinin kolları yıpranmasin diye iki tane siyah kolluk vermiş idi sana. Parasız pulsuz genç bir İstanbul uşağı idin. Amcam çalışırken seninle  ne düğmelerin ne de gömleklerin, jeketlerin eskir idi.  Amcam öldükten sonra sana bir şeyler oldu. Şef oldun artık makamın artti, böyüdün.
-Hayır. Modası geçti Ağop.
-Nedir moda. Eskitmek mi moda vre?
-Amcan ile benden başka kolluk takan kalmamıştı bankada. Amcan emekli olduktan sonra ben biraz daha devam ettim takmaya. Ama genç memurlar "şefim artık takma, bak  gelen zengin ve züppe müşterilerin istihza dolu bakışları ve gülüşlerini görmüyor musun?" deseler de, devam ediyordum kollukları takmaya. Bir gün lisede okuyan kızımın arkadaşının babası geldi. Biraz sohbet ettik. Bir kaç gün sonra sofrada kızımın suratı asık. 
-Ne oldu kızım, neye üzüldün? 
-Hiç bir şeye. deyip surat asmaya devam edince tekrar sordum. 
O da 
-Baba üzülüyorum senin haline dedi.
-Neden kızım, ne var halimde?
-Geçen gün sınıf arkadaşımın babası gelmiş seni kolluklu görmüş. Kızına, hangi asırda yaşıyoruz, hala kolluk takanlar var demiş, Arkadaşım bunu diğer sınıf arkadaşlarımla otururken anlatınca, utandım ve üzüldüm baba dedi.
O sabah bankaya gittiğimde kollukları takmadım. Hınçla çöpe attım. 
-Vah vah, demek temiz durmak eşya eskitmemek zül olmuş artık vah vah dedi Terzi Ağop.
-Ama düğmeler neden eskir Hüseyin Efendi?
-Sol elimle metal  köşeli klasörleri açarken ya da defterdeki yazıyı takip ederken bir yandan da sağ elimle  facit makinada hesap yapardım. Sol elim devamlı masaya ve klasörlere sürter dururken, sağ elim hep bir karış yukarda, facit'in kolundadır. 
-Kollukları attıktan sonraki günlerde oldu bu yıpranmalar. Alışkanlık icabı, çalışırken  sürte sürte sol kolumdaki  düğmeler çizilir yıpranır, masada da çizik izleri meydana gelir. Herkesin masası tertemiz, elbisesi tiril tirilken hesaplar tutsun,kimseye zimmet olmasın derdindeki benim elbiselerimin düğmeleri işte böyle olur. 
diyerek ceketinin incecik kalmış sol kol düğmelerini göstererek, derin bir nefes çekti. 
-Hadi sana kolay gelsin bana müsade.
 diyerek yavaşça yerinden kalktı, sessiz adımlarla dışarı çıktı.

teyel:seyrek ve eğreti dikiş
facit makina: Eski model kollu mekanik hesap makinesi.

12 Mart 2018 Pazartesi

Arabacı Şahap

   Sabah evden çıkıp işe doğru yürümeye başladı. Kuyualan Camisine geldi.Caminin köşe çaprazındaki kasap dükkanının önünden, elinde bastonuyla Karaköy'e doğru yürürken  onu,  Arabacı Şahabı gördü. Yine aynı, ciddiyetle bakan kızgın ya da kırgın havasında asık bir yüzle sağ elindeki bastona her adımda yüklenerek yürüyüp gidiyordu.
     ...
    At arabalarının yolların hakimi olduğu eski zamanlarda Karaköy pazaryerinin batı köşesindeki  kahvenin ön kısmı, pazartesi günleri hariç at arabacılarının toplanma yeri  idi. Arabalar, renkli boyalarla çok değişik tabiat manzaralarıyla süslenirdi. Uzun yeşil kavakların arasından kıvrıla kıvrıla akan dereler, tarlalar  arasından döne döne yalçın dağların yamaçlarında  gitgide küçülerek gözden  uzaklaşan yollar; arabaların dört bir yanındaki  tahta kenarlıkların, kapakların üzerinde inceleyenlere bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Bu hikayenin mini resimlerle anlatılabilme anlaşılabilme kabiliyeti ne kadar yüksekse o araba boyacısı da o kadar muteber idi. Bu bölgede şimdi bir kısım gençlerin şahin ya da doğan otomobillerine tuning merakı o günlerde at arabacılığı yapan atalarından genetik olarak geçmiştir. 
   Atlar ise, üzerlerindeki koşum takımlarıyla, zilleriyle, renk renk boncuklarıyla, bazen örülü kuyruklarıyla ve özelllkle heybetleriyle kendilerini belli ederlerdi. 
     Arabacı taifesine gelince, sabahları arabanın ön tarafında sivri burunlu arkası basık ayakkabılarını gösterir gibi bacak bacak üstüne atarak altta kalan  ayaklarıyla da oka basıp  oturan,  yaka bağır açık, üsten dört düğmesi özellikle iliklenmemiş,  kolları sıvalı gömleğinin  üzerine giydiği yine önü açık yeleğinin rengindeki  kasketi yana devrilmiş  burma bıyıklı arabacı  ise tüttürdüğü sigarasının dumanını savura savura meydana girerdi.
Yunan işgali sırasında yanmış yıkılmış yıpranmış yeniden toparlanmaya çalışan, bu eski ve yaralı şehrin arnavut kaldırımlı sokak aralarında, dış yüzeyine kamyon lastiklerinden incecik kesilerek  rapdedilmiş tahta tekerlekleri üzerinde sarsıla sarsıla yürüyen bu arabaların, kendine özgü sesleri vardı.
Bir de lastiksiz demir tekerlekli, arka tekerlekleri öne göre daha büyük olan eski model arabalar vardı. Bu araçlarla uzun yola çıkmak yolcuları çok yıpratırdı. Çünkü süspansiyon olmadığından yolcular yer yüzünde yollara birakılmış her türlü eşyanın büyüklüğü hakkında fikir sahibi olurlardı. Büyük bir taş üzerinden geçerken araba önce yükselir ardından yükseldiği kadar mesafeden aşağıya inerdi. Ha taşa düşmüşsün ha bu arabaların içindeyken taşın üzerinden  geçmişsin, aynı etkiyi gösterirdi.
 Lastik tekerli arabaya ilk defa  binenler eğer bir de asfaltta gidiyorlarsa o konforu ne fayfonla ne de mercedesle kıyaslayabilirlerdi. Çünkü mercedesi sadece uzaktan, yolda ilerlerken görmüşlerdi.
 Arabayı çeken atların zillerinin ve boncuklarının şıngırtısı ve nallarının tıngırtısı da farklıydı. Araba sahibinin yakınları, dostları, haşır neşir oldukları kimseler o seslere aşinaydı. Ne zaman duyabilecek kadar uzaktan bir at arabası gürültüsü gelse bilirlerdi.
Heyecanla kapıya  pencerelere çıkanlar ise, genellikle yeni evlilerin eşleri, çocukları ya da yavuklularıydı.
Eğer biraz aksi bir gençse arabayla gelen, evdeki annesi gerginleşmeye başlardı. Yine ne muzırlık çıkaracak diye endişelenirlerdi. Bir an evvel baş göz olsa da hayırlısıyla başımdan telaşı azalsa diye hayıflanırlardı.
 Arabacılar kahvesinin güney kısmında pazar meydanına  doğru bakan dükkanlarda nalbantlar vardı. Birkaç semerci, eyerci de nalbantlarla aynı mekanı paylaşarak çalışırdı .Sol karşıda samancı vardı.
Önceleri samancı denilirdi, daha sonra yemci de denilmeye başladı. Saman ve samanın içine karıştırılacak yulaf ezmesinden arpa ezmesine, buğdaya  kadar  türlü türlü yem mevcuttu. Zaman geçtikçe at arabaları azaldıkça fabrika yemleri de satılmaya başladı. Kuşçular için, tavuklar için hayvanlar için yem çeşitleri gitgide arttı ama at ve at arabası sayısı da gitgide azaldı.Onların yerini vitrinlerinde süslü köpek eniklerinin dolaştığı pet shoplar aldı.
 Daha ileride çırpı pazarına doğru meydanın kuzey kıyısında Arap Sabahattin'in at araba imalathanesi vardı. Yeni araba ihtiyacı olanlar pazarlık ederek sipariş verir. Arabası arızalananlar, oku kırılanlar, tekeri bozulanlar tamir için arabalarını bırakırlardı.
...
    İşte Şahap o günlerde delişmen genç bir arabacı idi. Alçak boyluydu. Yüzü hep asıktı. Güldüğünü hatta gülümsediğini gören yoktu. Kararmış ekşimiş suratında doğuştan çatık duran kaşları ise onun ciddiyetini, melanetini  daha da arttırıyordu.
Üst sokakta yapılan evin temelleri için çakıl lazım olduğunda inşaat sahibi, eski dostu Kelterci Osman Efendinin oğlu Şahaba yarın bir araba çakıl lazım olduğunu, namaz dönüşü eve çıkarken kapıdan rahmetlinin eşine söyleyivermişti.
Şahap, bir gün öncesinde aldığı kum/çakıl siparişi üzerine sabah arabasını hazırlayıp,  evlerinin iki kanatlı bahçe kapısını açıp da  kapı önüne çektikten sonra, annesi kapının kanatlarını kapayıp arkasından tırkazladı. Arabaya atladı.( binmezdi atlardı.) Heybetle kaykılırken  sol eline dizginleri alır, sağ elinde kırbacını/kımçağını atının sırtına şaplatırken deh diye bağırıp, atıyla ileriye  fırladı.           
Evlerinin bulunduğu  dar sokakta yürüyen ihtiyarlar onun hızla ilerleyen at arabasını  görünce ya da arabanın tekerleklerinin çıkardığı gürültüyü duyunca  la havle çekerek nerden çıktı bu delişmen, bir gün birimizi altına alıp ezecek Alimallah diye söylene söylene biribirlerini tutarak duvar kenarına yanaşırlardı.
Manisa şehrinin içinden batıya doğru ilerleyen İzmir yolu  Uncubozköyü ve Keçiliköy mezarlığına da geçip Keçiliköy doğusundan  sola güney  istikametine döner. Şehrin güneybatısındaki dağ yamaçlarından döne döne  Sabuncubeli üzerinden Bornovaya ve İzmire doğru çıkan yolda Keçiliköy'ü geçtikten sonra birkaç köprü vardır. Bunlardan birine Karaçay köprüsü denir. Çay, Gediz ovasına doğru başka ova yollarıyla kesiştiğinde de üzerine yapılan köprüler de Karaçay köprüsü olarak adlandırılır. Ta ki nehre varıncaya kadar. Kısaca Karaçay, süzüle süzüle akıp Gediz nehrine ulaşmaya çalışan bir çaydır. O, dağların  yamaçlarından yatağına dökülen  yalçın kayaların kara taş haline gelmiş kara parçalarını çevire çevire ve ufalaya ufalaya  ovaya kadar getirir. Bahar sonuna doğru eski sürükleme gücü kalmayınca da ovanın bir yerlerinde sürüklediği bu kara taş parçalarını çakıl ve kum olarak bırakarak nehre doğru yoluna devam eder.Uzaktan bakanlar, baharda yeşilliklerin, yazın sapsarı ekinlerin arasında kıvrıla kıvrıla akıp giden bu suya -içindeki taşların renginden dolayı- Karaçay derler.
Şahap, Karaçay'a inşaat çakılı almaya giderken, bağ yollarında altında deli gibi koşan atı ve arabasıyla, ardında toz bulutuyla karışık bir kaos bırakarak ilerleyip hızla geçer giderdi..Her çukura girişinde arabasının altına iliştirilmiş kova ise bir o yana bir bu yana farklı tınılarda sesler çıkararak çarpmaktan kenarları ezik büzük olurdu.
Karaçay'ın köprüye yakın bir yerinden çaya iner,  yeni sürüklenip gelmiş çakıl yığınlarının bulunduğu her yeri karalar içindeki kümelerden birine arabasını yaklaştırır ve arabada bulunan  küreğini alıp ya bismillah diyerek avuçlarına tükürürdü. Yavaş yavaş arabasına çakıl ya da talebe göre kum doldururdu. Gün öğleye yaklaştıkça hem kendinin hemde ovanın harareti arttıkça çayın şırıl şırıl akan suyuna eğilerek susuzluğunu giderirdi. O zamanlar çevre kirliliği bilinmezdi. Öğleye doğru işi biter indiği yerden biraz zorlanarak arabayı yola çıkarır,  dönüşe başlardı.
Bağcılık Araştırma Enstitüsünün güneye bakan  kapısının önünden geçer, sağ tarafında kalan çam koruluğuna doğru ilerler, çam gölgeleri altında bir süre gittikten sonra sağa dönen yol onu köy meydanına yaklaştırırdı. Meydana bakan birkaç kahveden gölgesi bol olan herhangi birine yanaşır yanaşmaz arabanın altında tıngır tıngır sallanıp duran galvaniz kovayı alır, tulumba kolunu çeke çeke tulumbadan doldurur ve atının önüne bırakıp ıslık çalarak atını sulardı. Bu arada kahveci, tanıdığı, bazen de keşke tanımaz olaydım dediği  bu aksi ve öfkeli genci görür görmez orta şekerli kahvesini cezveye sürerdi. At sulanıp başını kovadan kaldırınca kovada kalan suyu tahta tekerleklere dökerdi ki ıslanınca şişip çakıl/ kum yükü  altında gıcırdayan arabanın sesleri kesilsin.
Sandalyesine oturduğunda kahvesi de hemen masasına gelmiş olurdu. Gecikirse Şahab'ın iğneleyici sözleri nedeniyle akşama kadar öfkesinin dinmeyeceğini bilen kahveci "bir an evvel içsin de defolsun" diye hemencecik kahvesini yollardı. Kahve sırasını bekleyen  müşterileri olsa bile Şahabın özelliğinden (!) dolayı önceliği vardı. Bazen bunu bilen kahvede oturanlar "neden bizim kahveden önce ona gönderdin" diye sitem ederek,kahveciyi dürterlerdi. Ama "Karaçaydan gelmiştir. Karaköye çıkacak biraz insaf be mori, sizin gibi kahvede pineklemiyor be susaklar" diye cevaplardı.
O zamanlar Horozköy'e doğudan göç henüz başlamamıştı. Horozköy nüfusu mübadele ile gelen muhacir ağırlıklıydı. Mübadele ile giden Rumların boşalmış evlerine yerleştirilmiş bu muhacirler zamanla yeni hayatlarına adapte olmuşlar ve kendi düzenlerini oturtmuşlardı. Köy merkezinden geçerek istasyona yönelen ana yol boyunca her iki tarafında taştan yapılmış, çift kanatlı yüksek pencereli,  yoldan bir kaç basamak taş merdivenlerden  çıkılarak girilen eski Rum evleri sıralıydı.  Bu evler yeni sahiplerince 2014 yılına kadar imar izni verilmediği için ilk hali ile kullanıldı. Ancak imar değişikliğinden itibaren çok katlı binalar sıralanmaya başladı. Horozkentin(!) ana caddesinin iki yanı boyunca. Horozkentin batı yakasında doğudan geldikten sonra otuz yıllık iskan sürelerini doldurarak(!) müteahhit olan yeni sakinlerince sıra sıra inşaatlar yapıldı. Binalar dikildi. Böylece doğudan gelen yeni sakinlerinin katkılarıyla Horozköy, Horozkent oldu !
Ancak Horozköyün o sakin, samimi ve sessiz ortamı, yüksek binalarını arasında kaybolup gitti. Bazı sakinlerince aranıp durulsa da artık çok geç.
Horozköy adı olan ancak kendi varlığını kaybetmiş, bir köyden kent parçası haline de anlamına uygun nitelikleriyle döndürülememiş bir eklenti. Ne köy havası ne de kent havasını soluyamadığınız, göçerlerin gelişigüzel kurdukları çadırlar gibi ama betondan yapılarla donatılmış bir çadırkent.

 ...
   Arabacı Şahap  yolun sağ tarafına geçerek camiden yukarıya doğru adım adım uzaklaştı.  O uzaklaştıkça zihninde canlanan eski hatıraların onun ardından silinmeye başladığını farketti. Şahap, Kuyualan camisinin güney kısmındaki sokağın köşesinden batıya, güllü bahçeye doğru dönerek gözden kayboldu. Gitgide, aksayan adımlarının tıkırtıları da azalarak duyulmaz oldu.Belki de uzun yıllar önce gençliğinin hatıralarını sarmaladığı pazaryerindeki kahveyeydi bu ağır aksak yolculuğu.
     
      O ise Caminin kuzey köşesindeki 1313 isimli kasabın  önünde kısık gözlerle Şahabın gittiği yöne doğru. bir süre daha uzun uzun baktı.
 
   Düşündü. "Anı yaşayanlar, hayatın koşuşturmaları arasında değişimi farkedemiyor, ya da kanıksıyor. Şimdi geçmiş yılları şöyle bir toparlayıp süzünce anlaşılıyor, o sakin sade zamanların bir film şeridi gibi değişiminin ne menem bir şey olduğu."



7 Mart 2018 Çarşamba

Düşman Yeniden Gelirse.

"Düşman gelirse, önce  sizi ben vururum."(*) 
Böyle diyormuş. Eşimin ömrünün son zamanlarını Manisa Hacıhaliller köyünde geçiren büyük dedesi.
Sadece yakınındakilerin anlayabileceği düzeyde mırıltılarla anlatırmış derdini. Köyün sokaklarını  başı önünde dalgın adımlarken düşündüklerini  -o anda aklına gelen her ne ise-   kendi kendine mırıldandığı, kendi kendisiyle konuştuğu, belki de önceki zamanlarda yaptıkları ya da yapamadıkları hakkında çevresine açıklayamadığı meseleleri çözmeye çalışırmış. Bilinmez.
...
1910 lu yıllara kadar yaşadıkları Selanik Serez Nevrakop bölgesi, Balkan harbinden sonra  ikiye ayrılıp Bulgar ve Yunan ellerinde kalınca, Balkan ellerinden kalkan göç kafilesinin bir kısmı Sındırgı'da kalmış, bir kısmını da Manisa Gediz Ovasının doğusunda Gediz nehri yakınında bir köye sürüklemiş.

Yunan sonunda Manisa'ya da gelip dayanınca çeteye katılmış. İşgalci Yunana karşı, Manisa'da cezaevindeki mahkumları yemin ettirerek direniş çetesi kuran eski gardiyan, hemşerisi Serezli Parti Pehlivan'ın kızanı olarak önceleri Çerkez Ethemle beraberlerken daha sonra Kuvayı Milliye adına Demirci Akıncılarıyla beraber Manisa'nın, İzmir'in, Balıkesir'in, Kütahya'nın dağlarında Yunanla çarpışmış.
O günlerde gördüğü vahşetler ve yaşadığı acılar, zihninde unutulmayan travmalar oluşturduğundan işgal yıllarının acı darbelerini Milleti kurtarmak gayesiyle karşılayan vücudu ve psikolojisi, (yoksulluğun da getirdiği bitkinlik içinde)  günden güne  tükenmiş.
...
Teyzelerinin küçüklüklüklerinde köyde elektriğin televizyonun radyonun internetin(!) olmadığı eski zamanlarda, camlarının üst kısmı isli gaz lambasının verdiği yetersiz ışık altında kurulan yer sofrasında yenen akşam yemeğinden sonra, ocak başında otururlarken konu bazı günlerde dönüp dolaşıp İstiklal Harbine gelirmiş. Çünkü, öksüz yetim çocukların perişan halleri, eşlerini harp yıllarında kaybetmiş kadınların ah-u vahları, yanık kokusu kalmamış olsa da acı günlerin izlerini taşıyan yanık çatılar, yıkılmış yer ile yeksan olmuş hanüman  kalıntıları,  o tarihte dahi işgalin izleri, hatırlatıcıları olarak, hâlâ şehirde ve muhtelif sokaklarda  göze çarparmış.

Dede, çocuklarının ve  torunlarının anlattığı, bir bölümü doğru ama bir kısmı da abartma, yanlış, uydurma olan Kurtuluş Savaşı ile ilgili sohbeti oturduğu yerden sessizce dinler, çocukları seyredermiş. Ancak kendi yaşadığı ve gözlemlediği / şahit olduğu bir noktaya gelince düzeltmek için  söz alır, sanki o dehşeti yeniden yaşıyormuşcasına bir heyecan içinde uzun uzun anlatmaya başlarmış. Elindeki baston, anlattığı ve etkilendiği konunun  heyecanıyla bağlantılı olarak kah ileriye kah havaya kalkarken, bazen de zemine tak tak vurdukça hasırı zedeler, zemindeki toz tabakasını havalandırırmış. Odadakiler, dedelerini dikkatle dinlemek istediklerinden zaten mırıldar gibi çıkan sesi yüzünden iyice yanına sokulduklarından hareketlenen bastondan dolayı tedirgin olurlarmış.  
Teyzesinin anlattığına göre, dede kolları yorulup nefesi kesilir gibi olduğunda, bastonu bacaklarının arasına alıp,  konuyu kapatmak için diline pelesenk olan hep aynı sözü söylermiş;

-Allah o günleri bir daha göstermesin! Ama düşman yeniden gelirse sizi onlara bırakmamak için onlardan önce  sizi ben kendi ellerimle vururum.  diyerek sözünü tamamlar, torunlarının şaşkınlıkla açılan gözlerindeki derin endişeyi, korkuyu farketmeden oturduğu yerden yakınında bulunanların yardımıyla kalkar, uyumak için bastonuna dayana dayana yatağının bulunduğu odaya doğru gidermiş. Torunları (merak etseler de); -neden vuracaktın bizi, bizi vuracak kadar mı korkunçtu?  diyemezlermiş.

Ama bir gece, torunların içinde biraz daha yaşı olan büyük dayısı dayanamamış;
-Dede, "düşmanın bir daha  gelmemesi için ne yapacağız."  deyince, torununun başını şefkatle okşayarak, kısık sesiyle;

Vücuda mikrop girince hastalık meydana gelir tehlike başlar, tedavi zor olur. 
Düşman da milletin içine giren mikroptur, Düşman geldi mi çıkarmak söküp atmak çok zordur, İşte benim hayatım, işte halim. O yüzden düşman gelmesin diye çalışın, gayret edin, tedbir alın, uyanık olun, yani mücadeleyi baştan  yapın, sağlam yapın. diyerek yavaş yavaş odasına yürüyüvermiş.

Gerçekten tedbir alıyormuyuz?
Yoksa "müstevlilerin siyasi emellerini" görmezden gelerek ekonomik, kültürel, stratejik isbirliği mi yapıyoruz? Gerçekten hakimiyet kayıtsız şartsız Milletin mi?
Cevabı, en azından bilgilerin/istatistiklerin mukayesesi ile bulunabilir.


(*)Yazar Zeki Sarıhan'ın   Demirci Kaymakamı İbrahim Ethem Akıncı'nın Demirci Akıncıları hakkındaki hatıralarından derlediği "Düşman eline geçmektense" başlıklı yazısında; 6 Mart 1922 günü akıncılardan beş kişilik bir keşif kolu Bigadiç bucağının Bozyük köyünde Yunanla çarpışınca yerleri belli olur ve etrafları çevrilir. Akıncılar ve aileleri düşmana teslim olmamak için düşünürlerken Parti Pehlivan’ın kayınbabası:“Böyle bir durumda kızımı önce ben öldüreceğim! Siz merak etmeyin,” diye konuşur. İşin tuhafı bu konuşmayı duyan kadın ve çocukların da: “Gâvura teslim etmektense bizi siz öldürün!” diye yalvarmalarıdır.(İbrahim Ethem Akıncı, yayına hazırlayan Baki Vandemir., Demirci Akıncıları, Ankara, 1978, Türk Tarih Kurumu Yayınları) 
Bu ifade ile yazıda anlatılan dedenin sözü birbirini teyit etmektedir. Onun Demirci Akıncılarına bağlı Parti Pehlivanla beraber çarpıştığı anlaşılmaktadır. ( Cümlesini Allah Rahmet Eylesin.)







Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...