27 Kasım 2017 Pazartesi

Aplik

İkibinonyediyılının yirmiiki kasımında gün öğleyi aştığında çalıştığı işyerinin alt katına inme gereği duydu. Binanın tam orasında bulunan eski ama, eski olduğu kadar da muhteşem beyaz mermer merdivenlerden inerken, iki kanatlı heybetli güney kapısının üstünde bulunan küçük camlardan ikindi güneşinin altın rengi ışıltısı solundaki duvarın yukarı kısmına  yansımaya başlamıştı. Açık krem renkli  duvarda, pencereden sığdığı kadarıyla uzayıp giden gün ışığının kapladığı alanı, ince kıvrımları olan  bir gölge azaltıyordu.


Hava karardığında merdivenler aydınlansın ki böylece inen memurlar ile çay ocağına giden hademeler ellerindeki çay bardaklarıyla düşmesinler diye o muhteşem kapının her iki yanına sarı dökümden imal edilmiş aplikler takılmıştı.
Sabah güneşin  ışığı  bu küçük pencerelerden ıçeri girdiğinde önce sağ taraftaki duvarı aydınlatır gün dönmeye başladığında duvara vuran ışıklar önce kaybolur. Öğleden sonra yavaş yavaş sol duvarı aydınlatmaya başlardı.
Tarihi binayı  yüksek tavanlı geniş odalar, yüksek kapılar, uzun pencereler, kalın kavisli korkuluklarıyla mermer merdivenler tamamlıyordu. Tadilat yaparken eskinin zarafetini kaybetmemeye özen gösterip yenilikleri de binanın ruhuna uygun aksesuarlarla düzenlemeye çalışmışlardı.

Apliğin öğleden sonra duvara vuran ışığı engelleyen varlığının gölgesiydi bu. Işığa bakan tarafı sarı rengini  göz kamaştıracak bir canlılıkla yansıtırken, gölgesi de krem rengi duvarda kıvrım kıvrım bir hoş şekil oluşturuyordu. 

Gözleri bu altın rengi ışıltıya bakarak memnun memnun ilerledi. Eski bir binada mermer merdivenlerden inerken antika süsü verilmiş apliğin altın rengi ışıltısının cazibesi ruhuna  ayrı bir gönenç veriyordu.

Kapının üstündeki küçük camlardan biraz ilerideki tuğla rengi caminin beyaz minaresi göze çarpıyordu.  Yine güneşin sabahtan akşama dolaşıp durduğu gökyüzünden gönderdiği huzmelerin minarenin sağına soluna çarptığında meydana getirdiği cümbüşü de  ilave etmek gerekir.

"Her mevsimin bir rengi vardır görebilene !" dedi.

İşini bitirdikten sonra beyaz merdivenlerden adım adım çıkarken yine bir gözü sağ taraftaki ışık oyunlarında olmak üzere  odasına gitti. 
..
Ertesi gün öğleden sonra saat onbeşotuz sıralarında yine bir haceti sebebiyle alt kata inmek durumunda kaldığında, aynı ışığın ve apliğin binanın yüzyıllık tarihiyle kendisine ek bir anlam katan gölgesini seyrederek yine memnun ve mesrur aşağıya indi. Yanından geçen iş arkadaşları ondaki gülümsemenin kendilerine bir tebessüm olarak algılayıp tebessümlerle karşılasalar da,  O'nun tebessümünün sebebi  içinde saklıydı.

Bir kaç günlük hafta sonu tatilinden sonra işyerine gelip sabah ihtiyacı için aşağıya inerken gayri ihtiyari  merdivenin iniş yönünün solunda kalan, içini gönendiren o apliğe  yine baktı.
Ama bu defa puslu bir gölge karşıladı onu. Dışarda hava bulutluydu, yağmur yağacaktı. Işık ve güneş bulutların üzerinde idi. Apliğin net olmayan dağınık gölgesine bakarak durgunlaştı. 
"Her şey zamanında yaşanmalı, değişim hayatın değiştirilemez gerçeği, yaşadıklarının tekrar yaşanabileceğinin garantisi yok, akıllı insan anın kıymetini bilmeli !" diye tefekkür etti.

O anda yakınından geçenler; " Acaba neden asıldı suratı ve durgunlaştı?" diye düşünmüşlerdi belki de.

21 Kasım 2017 Salı

Cesaret

Havada yağmayı bekleyen kurşuni bulutların durgunluğu onu tedirgin etse de, ıslak zeminde parlayan gökyüzünün her tarafa yansıyan ışıltısı bazen gözlerini kamaştırsa da kararlıydı. Bu kez ne yağmur ne de soğuyan hava engel olamayacaktı ona.

Ne zamandır kafasında kurup da gidemediği o yere gidecekti. Yeter artık dedi yeter. Her gün aynı plağın cızırtılı sesini  ya da  beynini ağaç kurdu gibi yiyip bitiren o sesi dinlemeyecekti. Yeni sesler, nefesler,hevesler, heyecanlar aramak için yola çıkacaktı.Özgürlüğün hakkını verecekti. 

Bir elinde öğle yemeği için sabah yanına aldığı, öğleyin içini midesine boşalttığı yemek kabının bulunduğu poşet olduğu halde, ayakkabıları ile  su birinkintilerine basmadan hızlı hızlı yürüdü. Caddelerden geçti. Işıklarda bekledi. Çamurlu su birikintilerinden sakındı. Sokakları adımladı.

İlerledikçe yorgunluğu artıyor, iş yeri kapısındaki kararlılığını hırsını gitgide kaybediyordu. Yoruldukça kendi kendine bugün gitmesen de olur. Günlerin suyu mu çıktı diye mırıldanıyordu. Güneye doğru yokuş yukarı uzanan sokağa döndüğünde sırtındaki  teri hissetti. Bugün de olmayacak  dedi. Akşamın alacakaranlığında çamurlar içinde nasıl gideceksin ki. Olmaz.

Güneye yukarı dönmekten vazgeçerek batıya giden diğer sokağa doğru  yönünü değiştirdi. Yürüyüşünü yavaşlatarak devam etti bir süre, ancak sırtındaki ter, kürek kemiklerinin arasından yavaş yavaş akmaya başlamıştı. "Yaşın ellibeş oldu hala neyin peşindesin." dedi. Biraz daha yavaşladı.

Sonunda, ciğerine dolan serin havanın boğazındaki ekşiliği ile nefes nefese ulaştı, yemek poşetini sol eline aldı.  Sağ eliyle arka cebinin üstündeki kemer kopçasına taktığı anahtarı çıkardı. Kapıyı açtı. merdivenleri döne dolaşa basamak basamak çıktı. Ayakkabısının zor çözülen bağcıklarını sık sık sönen merdiven ışığı altında alelacele çözdü. Elinde tuttuğu anahtarların içinden en büyüğünü seçerek daire kapısını da açtı.

Odaya girdi. İçerisi boştu, her taraf loştu. Ama sürekli oturduğu, oturmaktan süngeri çöken o yere oturmadı. Başka bir koltukta, başka bir yönde ve diğer elinin parmakları ile bastı televizyonun kumandasına. Odaya televizyonun aydınlığı dolunca  ortamdaki kasvetli loşluk kayboldu. Her zaman seyrettiği kanal çıktı karşısına ve hemen elindeki kumandanın tuşuyla  başka bir kanalı seçti. Ekranda yeni bir kanal yayına başladı. Kravatını gevşetti. Gömleğinin yakasını araladı.

"Oh" dedi. "Sonunda istediğimi yaptım."

16 Kasım 2017 Perşembe

Dar geçit ,bütçe açığı, zor geçit

"Kasım ayının onüçü oldu. iki gün sonra maaşı alacağım." dedi. İkibin TL kredi kartları, kalan ile iki çocuğun üniversite harçlıkları, lisede okuyan küçüğün küçücük masrafları ve hanım sultanın istekleri ile elektrik su doğalgaz telefon taksitleri ödenecekti. Yaklaşık bir yıldan beri hep bir sonraki ay düze daha da yaklaşıyoruz umuduyla sabretmişlerdi.
Ödeyebilecekleri iyimserliği ile arabalarının modelini de yükseltmişlerdi. İyi de olmuştu ama her ay bir türlü başabaş noktayı bulamıyorlardı. Hep bir sonraki maaştan avans çekerek ayı tamamlıyorlardı. Evet kredi kartındaki borçlar gitgide azalıyordu. Ama artık sabrın sınırlarını zorluyorlar gibi geliyordu ona. Yumuşaklıkla kimseyi incitmeden hepsinin isteklerini azar azar yerine getirmeye gayret ediyordu.
E posta adresine gelen iki bankanın kredi hesap özetlerini inceledi. Birkaç taksit bitiyordu. Bu sonraki ayın daha rahat olacağını belirtiyordu.Eğer ekstra bir masraf olmaz ise avans almadan ayı geçirebilirdi.
Yıllar önce mecburen işini değiştirirken mali durumu iyiydi. Çocukları üniversiteye başlamadan ek gelir getirecek yatırımlarını yapmaya çalıştı.Bunu büyük oranda başardı da. Artık kızının okulunun son senesi, büyük oğlu bitirdiği iki yıllık okuldan sonra yeni üniversiteye başlasa da, küçüğün daha iki yılı vardı. Allahın izni ile çocuklarının okulları bitirebileceği güne kadar eğitim harcamalarını karşılayabileceği kanaatindeydi. Bu arada ek bir iş yapsa daha iyi olacaktı. Fakat uzun yılların alışkanlığı ile hareketli bir ortama girmek, ek sorumluluklar almak onu korkutuyordu.

Kafasında cevapları tam yerine oturmayan soruları sonraya bırakarak, "Hayırlısı olsun" diyerek konuyu kapattı. 

Yazmış olmak için

İşlerimi bitirdikten sonra, sistem üzerinden yeni bir görev gelmeyince, internette gazetelere bakmaya, değişik siteleri incelemeye başladım. 

Sıkıldığımı hissedince dışarıda biraz adımlayarak rahatlamaya karar verdim. Yine alışkanlıktan mı nedir gözüm Manisa dağının zirvelerindeki hareketlenmeye kaydı. 

Güney doğudan, kuzey batı yönüne sıralanmaya başladığını görünce,  bulutların, Akdenizin kuzey doğu kıyılarındaki rutubeti toplayarak uygun bir rüzgarla Manisa şehrinin üzerine getirebileceğini ve yağmur bırakabileceğini düşündüm. Ancak sol kaval kemiğimde şu an itibarıyle hala sızlama olmadığından tereddütlüyüm. 

Şehir aydınlık, ancak güneş ışığının çarptığı eşyaların arka kısmında, gölgelerin sınırları belirsiz. (fotoğrafçıların ışığı azaltmak için kullandıkları bir beyaz  perde ile filtrelenmiş gibi)

Çalıştığımız büronun  pencereleri  kuzeye doğru olduğundan, güneyimizde bulunan dünyanın göklerinde güneşin ve bulutların neler yaptığını, ancak   ışık oyunlarına göre  tahmin edip, hava durumunu takip edebiliyoruz. 

Saat onyedi olduğunda işyerinin kuzeye yönelik kapısında bulunan  merdivenleri inip meydana çıktığımızda meteorolojik olaylar hakkında daha kesin bilgilere sahip oluyoruz.

Akvaryumda bulunan süs balıkları gibi dört bir yanımızda bulunan percerelerden akşama kadar - işimiz elverdiği ölçüde- bakıyoruz. Balıklardan farkımız;  onlar cama bir şey yanaştığında korkarak geri kaçarak tepki verirler. 

Biz ise tepkisiz anlamsız bakmaya devam ederiz.  (07.03.2017-16:25)

Hep Aynı

"Saat 16.00 olmuş." dedi. Yine her akşamüzeri yaptığı gibi mi yapmalı, alışılmışın dışına çıkarak başka bir yönden başka bir zamanda ve zeminde bulunarak mı eve gitmeli? diye düşündü."Hep aynı " dedi, "her şeyim, her anım her günüm aynı", diye hayıflandı. 

Alışılmışlığın, mutad yaşantının ezbere geçen otomatik davranışları içinde, düşünmeden öylece geçiveren zamanlar anlar. Bu zamanlar bu anlardan anı hatıra nasıl çıkarılır. Seri basılan günlük gazete nüshası sayısı gibi birbirini takip eden takvim yapraklarının çevrilişi, sofrada yenen bir kaç lokmanın tadı, çeşnisi. Akşam önceki hafta kaldığı yerden heyecanla dizi beklemek. Sonra aynı saatte, aynı yatakta uykuya dalıp  sabah aynı işleri dünkü bıraktığı yerden devam ettirmek  üzere uyanmak.

Belki de başkalarının arayıp bulamadığı, özlediği bir düzen içinde yaşadığı halde nedense sıkılıyordu. 

"İnsanoğlu böyledir işte" dedi içindeki filozof. "Hep mutluluk arayış içindedir. Bulduğu ile yetinmez, daha iyiye ulaşma gayretiyle bazen elindeki güzellikleri de yitirir. Ama hayıflansa da denediği için belki de mutludur. En azından denemiştir. Hayat hikayesine yeni maceralar eklemiştir. Bir gün nasip olur da torunlarını kucaklarsa anlatacak hikayeleri de olmalı insanın." dedi.

Dünyada olup biten nice vukuatın, beyaz cama yansıyan görüntülerindeki insanları hüznüne, korkusuna, ızdırabına, bakarak kayıtsızca izliyordu.

Bazen de kütüphaneden seçtiği emanet kitapların birini eline alıyor okumaya başlıyor. Eğer sürükleyici bulursa gece gündüz, yemek iş güç demeden  sayfalar arasına dalıp  gidiyordu.
Kitap sayfaları arasında geçmeye başlayan o anlarda yaşantısındaki tekdüzeliği bir nebze unutuyordu.

15 Kasım 2017 Çarşamba

Gülüm Benim-Yemen Türküsü

1980 yılında sanat okulundan mezun olduktan sonra fırıncılık yapmaya başlamıştı.  1980 Kasımdan itibaren ortaokul arkadaşı Necdetin davetiyle Necdetin abisinin elektrikçi dükkanında çalışmaya başladı. Karaköy Çırpı Pazarındaki kasaplar sokağındaki dükkanda elektrikçilik yaparken aklından fabrikada çalışarak sigortasının devamını sağlamak geçti. Organize Sanayi Bölgesinde Mostaş mobilya fabrikasına elektrikçi alınacağını öğrendi. Mülakata girdi, kazandı ve Kasım 1981 de fabrikada çalışmaya başladı. O sırada fabrika Libya'ya hazır kapı ihraç ediyordu. Ayda belli bir sayıda kapı üretmek ve gemiye yetiştirmek zorunda olduklarından zamana karşı adeta yarış halindeydiler. Nisan 1982 de Libya ya yapılan iş sona ermiş, yeni sipariş de bulunamadığından fabrika krize girmişti. Bir kısım personele zorunlu izin verildi.

Fabrikada yapılan toplantılarda pazarlama yapılamadığından yeni siparişler bulunamadığından Ankara'da Tepe Mobilyanın Iraktan aldığı siparişleri için numune kapı imal edilerek gönderildiğini ancak Tepe Mobilyanın üretilen numune kapıyı beğenmediğini öğrendi. Ardından üretim durduruldu. Ve bir gün fabrikanın iflas ettiğini öğrendi.

Askerlik yaklaşıyordu. Bir yandan da önceki yıl girdiği ÖSYM birinci aşama sınavını geçtiği için ikinci aşamaya girmeye hakkı vardı. Bu hakkını kullanmaya karar verdi. ÖSYM 2.basamak sınavına girdi. Sıralama yaparken uzun uzun düşündü. Fabrikanın iflas etmesi onu üzmüştü. Kendisinden çok evli abilerinin, yuva kurma  hazırlığındaki arkadaşlarının, iflas kararını öğrendiklerindeki ruh hallari onu daha çok üzmüştü. Bu "pazarlama" denilen işin önemli olduğuna karar verdi. Koca fabrikalar onun yetersizliğinden batıyordu, insanların hayatları olumsuz etkileniyordu. Sıralama yaparken Pazarlamayı da ekledi. Aylar ayları kovalamadı yalnızca iki küsür ay sonra askerlik şubesinde muayeneye gireceği gün postacı İrfan Abi elindeki zarfı sallayarak "Müjde! Üniversite kağıdın geldi. Zarfın durumuna göre sanki kazanmışsın bir yeri" dedi.

Zarfı açtı. Ege Üniversitesi İşletme Fakültesi Pazarlama Bölümünü kazandınız yazıyordu. Sevinsin mi üzülsün mü bilemedi bir an. Kabullendi. Sevinmiş gibi yaptı, gülümsedi. Ama kafası karışıktı. , Aklına geleni yazmıştı ve pazarlama çıkmıştı işte. Piyango çeker gibi, kazanmıştı. Sonra okulun adının değiştiğini öğrendi.YÖk kararıyla İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İİB Fakültesinin İşletme Bölümü olmuştu. Okula kaydoldu.

Ancak maddi sıkıntıda idi.Dört kardeşi vardı.Babası tekstil işçisi olduğundan zaman zaman maddi sıkıntılar çekiyordu. Hafta sonları çalışıyor. kazandığı ve biraz da evden aldığı harçlık ile okul hayatını devam ettiriyordu. 1985 yılının Haziran sınavları esnasında bir arkadaşından aldığı borcu ödeyemeyince üzüntüsünden babasına okula devam edemeyeceğini ifade etti. Ancak babası devam etmesini istese de çok ümitli konuşmadı. Çünkü durumu belliydi.
Sonunda yaz bitti. Okul yeniden başladı. O ise hem okula gidiyor hem de okulla beraber devam edebileceği bir iş arıyordu.

Bir gün Alsancak tren istasyonunun karşısında köşedeki kilisenin yanında bulunan İş ve İşçi Bulma Kurumu İzmir Şubesine  işe yazılmak için sıraya girdi. Kuyruk uzundu ve ümit kırıcıydı. Sonunda sıra kendisine geldi. Elinde bulunan lise diplomasını ve kimlik kartını gösterdi. Memur; -" Haftaya Türkiye Elektrik Kurumu İzmir Bölge Müdürlüğünde teknisyen sınavı var girmek ister misin?" -"İsterim" dedi.

"Düzenli bir iş olsun da okulu sonra düşünürüz." dedi. 1985 Kasım ayında Bornova TEK deki sınava girdi. Yazılı ve sözlü sınavları kazandı. İzmir Fuar 34,5/10.5 Kv İndirici Trafo Merkezinde tablocu olarak işe başladı.Vardiyalıydı. Okula da gidebiliyordu. Maddi yönden rahatlamıştı. İşyerinde ise tek başına nöbet tutuyordu, sakin bir ortam vardı. Telsizle ve telefonla gelen emirleri yerine getiriyor. Saat başı ampermetre ve voltmetrelerdeki değerleri listeye yazıyor. Arıza olduğunda rapor düzenliyordu. Derslerini çalışmak için de fırsatı oluyordu.
Günler geçtikçe işine daha da alıştı. 
...
O zamanlar Ağustos ayı gelip İzmir Fuarı açıldığında Türkiyenin  popüler sanatçıları da bir aylığına şehirdeki eğlence mekanlarında yerlerini alırdı. Şehir Ege Bölgesinin insanlarını ağırlamaya başlardı. 
İki kutuplu dünya ve kapalı ekonominin getirdiği sınırlamalardan dolayı dünyadaki gelişmelerden fazla haberi olmayan insanlar ülke pavyonlarını görerek şirket sergilerini gezerek yeni gelişmelerden bilgi sahibi olurlardı.İstanbul'a gidemeyen imkanları sınırlı yöre halkı, hasat sonrasında cebine giren parayla çocuklarını İstanbula götüremese bile İzmir'e götürüp gezdirebilirdi.
Bu potansiyeli farkeden eğlence sektörü de bir aylığına İzmir'e karargah kurardı. Günün ünlü sanatçılarıyla bir aylığına mukavele imzalayarak, bölge gazetelerine verdikleri alay-ı vâlâ ilanlarla  sanatçıları İzmir'e getirdiklerini  haber verirlerdi.. Popüler sanatçıların halkla kontak kurmasına bahane olan fuar, hem sanatçılara maddi ve manevi moral olur, hem de ünlüleri görmek sevdasındaki yöre insanlarının tatmin olmasını sağlardı. Ve gazino patronları ile otelcilerin ceplerine giren paraların onların mutluluğuna etkileri de hesaba katılmalıdır.
...
Çalıştığı Fuar Trafo Merkezinin hemen arkasında lunapark vardı. Lunaparktaki hareketi hemen yanı başında bulunan Lunapark Açık Hava Gazinosu da  İstanbulda bir aylığına transfer ettiği ünlü sanatçılarla tamamlıyordu. O yıl assolist olarak İbrahim Tatlıses gelmişti. Gençlerin ağzında düşmeyen "Gülüm Benim" sarkısı ile programına başlıyor ve gecenin bir vaktine kadar değişik şarkılarla devam edip gidiyordu. Hıncahınç dolu gazinonun içi ve sahnesi trafonun üst katından görülüyor, kulakları rahatsız edecek derecedeki müzik sesleri ile her yer inliyordu. Ancak kapıları ve camları kapatırsa bir nebze rahatlıyordu. 
Bir aylık zaman zarfında program her gün ilk olarak "Gülüm Benim" şarkısı ile başlıyordu. Ve o şarkı başladığında gazinodaki dinleyiciler coşuyorlardı. 
Fuarın açıldığı ilk bir kaç gün trafonun kuzeye bakan arka penceresinden ilgiyle dinledi. Fakat sürekli her akşam " gülüm benim" dinlemek -Tatlısesten bile olsa- git gide yeknesaklaştı, sıradanlaştı. Artık yerinden kalkmıyordu bile. Oturduğu yerden camları, kapıları kapatsa bile her akşam o saatte "gülüm benim" kulaklarının içinde çınlıyordu.
"Her gün aynı şarkıyı dinleyerek neden bu kadar coşuyorlar" diye düşündü bir an. Sonra yine kendi cevapladı. "Sanatçı, gazino personeli ve burada oturan ben sabitiz ama dinleyici / müşteri hergün değişiyor. Coşkunun sebebi bu olmalı" diye düşündü.
...
28 Eylül 1986 (*) da İzmir ve Manisanın da dahil olduğu beş ilde milletvekili ara seçimleri yapılacaktı. O yıllarda babası da siyasete girmişti. Yeni dönemde fabrikadaki bazı arkadaşlarının da ısrarıyla IDP ye kaydolmuştu. Babasının tuttuğu siyasi parti beş ilde, adaylarıyla katılmıştı. Bölgeye yurdun dört bir yanından gelen partililerle yığınak yapmıştı. Şehir şehir köy köy bucak bucak Milleti uyandırmak için faaliyetteydi.

"Neden böyle küçük parti ile ilgileniyorsun, ANAP varken ?" diye sorduğunda babasının "bir kaç yıl bekle oğlum, yıllar sonra çıkarlar üzerine alelacele kurulan bu köksüz partinin yüzyıllar içinde saman alevi gibi gelip geçeceğini ben görmesem de sen göreceksin."sözlerindeki haklılığını yıllar ona ispatlayacaktı.
Babasının ısrarıyla hatırı için bazı zamanlarda  katıldı çalışmalara. TES-İŞ Sendikasına üye olan bir işçiydi ve işçinin siyasi bir engeli de yoktu zaten.

O gün müsaitti ve "Gel seni de gezdirelim hem İzmir'i de daha iyi tanımış olursun, bize de yardımcı olursun." önerisiyle seçim aracına bindi.  Otobüs, üzerindeki hoparlörlerinden Yemen Türküsüyle ve anonslarla İzmir'in bir çok semtinde dolaştı. 

Konak, Alsancak, İtfaiye, Çankaya, Cumhuriyet Meydanı ve Efes Otelinin, Basmanenin dar  sokaklarında Milletim Uyan, Eskileri de gördün Özal'ı da denedin. Artık Yeter, Söz Milletin anonsları ile sadece Yemen Türküsünü seslendiren bir kadın türkücü çınlattı duyan kulakları ve etkilenen  gönülleri.

Otobüste , bazen koltuk aralarında dolaşan bazen de koltukta oturarak çalışanları sessizce seyreden  Balçovadan bindiğini sandığı bir küçük yolcu da vardı. Araca gezmesi amacıyla bindirilmiş ve tembihlenmiş diye düşünerek   kabullenmiş, ancak yıllar sonra bir sohbet esnasında o küçüğün anne babasından habersiz  kaçak yolcu olduğunu ve o gün kayboldu sanılarak arandığını öğrenmişti.

Otobüsün içinde, Fuar Trafo Merkezindeki 15.00 da başlayan  nöbet saatine kadar   anonsçulara, emektar şoföre yardımcı oldu. 

İşte otobüs  ile dolaştığı ve nöbet tuttuğu o gün,  lunapark gazinosu tarafından gelen ve assolist sahneye çıktığında duyduğu coşkulu seslerden sonra hep ilk söylenen"Gülüm Benim"in  söylenmediğini farketti.

İbrahim Tatlıses o gece gazinoda her zaman yaptıklarını yapmadı,mutadın dışına çıktı.

Sevenlerini hayran eden sesiyle ilk ve son defa "Yemen Türküsü"nü söyleyerek başladı gazinodaki programına. 

Sonraki günlerde yine "Gülüm Benim"


(*) Açıklama: 1986 yılı siyaset kazanının çok ısındığı renkli bir dönemdi. Örneğin BANAP Özal'ın damadı, kızı Zeynep'in eşi  davulcu Asım 'ın jaguar otomobiline nisbeten Demirel'in kurdurduğu bir parti idi. Amblemi davulu delen bir jaguardı. Esasında Asım'ın kimseye birşey dediği yoktu. Kendi halinde bir insandı. Maalesef siyaset böyle bir çirkinliği de kapsıyor. Bir çok siyasi partinin katıldığı o dönem ki seçimler gerçekten çok renkli idi.
Güneydoğu anadolu Projesinin sonlarına gelinmişti. Büyük partiler bu projeyi kendi hanelerine puan yazılması için polemik yapıyor ve Özal ile  Demirel GAP-GAP gaptırmam diyerek atışıyorlardı. TRT parti çokluğundan üç büyük parti hariç diğerlerine 45 saniyelik adil (!) sürelerle propaganda mesajı yayınlaması izni vermişti.  45 saniyelik TRT mesajlarından birinde  bir lider "Köprüleriniz ve barajlarınız sizin olsun sayın Demirel ve Özal, mezarlara gömdürdüğünüz beş bin gencimizi bize geri verin"demişti. .O söz IDP li lider Aykut Edibali'nin idi. Anarşi yıllarını yaşamış bir genç olarak,  babasının desteklediği siyasi partinin akılcı doğru bir karar olduğuna kanaat getirdi.

14 Kasım 2017 Salı

İşgal ve kölelik üzerine

Saat 11.06 olmuştu. İçeride arkadaşları birbirleriyle sohbet ediyordu. ortalıkta bir ses karmaşası uğultu vardı. Anlatılanları anlamakta zorluk çekiyordu. En iyisi susmak.
Sol kulağındaki çınlama devam ediyordu. 
Yazıya devam etmek için klavyenin tuşlarına dokundukça çıkan sesi dinliyordu bir yandan da. Eski daktiloların harflerinin kağıda geçmesi için parmağıyla hızla ve sert dokunduğunda daktilonun sert metal harfinin kağıda vururken çıkardığı tak sesini hatırladı. 
Ne kadar seri yazılırsa o kadar çok takırtı sıralanırdı. Ses, odanın boş duvarlarından geri dönerek kulaklarında yankılanırdı. Eski büroların kanıksanmış sesleri arasındaydı. Büronun ne kadar iş yükü olduğunu, içerden dışarıya vuran takırtı sesleri belli ederdi. Bu ses nedeniyle bürodan sorumlu olan yetkili, memurun yanına gitmeden uzaktan denetleyebilirdi. Gürültü yoksa "bir şey mi oldu?" diye büroya gelirdi.
Daktiloların bir asra yakın süren işgalinin ardından, bürolar yavaş yavaş  bilgisayarlar ile cırcırları her yeri kuşatan nokta vuruşlu yazıcıların hakimiyetine girdi. Mürekkep püskürtmeli yazıcılar sessizlikleriyle ve lazer yazıcılar hızları ve baskı kaliteleriyle ortaya çıktılar. 
Ancak daktilolardan başlayarak her cihazın üzerinde anlaşılamayan dilde sözcüklerden oluşan markalar vardı.Yabancı dilde  kullanma kılavuzları vardı.Türkçe dışında her dil olurdu bu kitapçıklarda. Garip garip bakılırdı. Eğer şekillerle tarif ediliyorsa deneyerek yanılarak çalıştırmayı başarabilirlerdi. O da ancak anlayabildikleri fonksiyonları kullanabilmelerini sağlardı. Hatta nice kurumda muhtelif cihazlar hiç kullanılamadan depolarda tozlanıp çürüdüğüne gazete haberlerine konu olurdu.
Etiketleri incelendiğinde Türkiyede montaj bile yapılmadan dışarıdan  yurt dışı fabrikalarda üretilerek memleketin  bürolarını doldurduğu anlaşılıyordu. "İşgal sadece bazı düşman devletlerin askerleri ile memleketi zapt-u rapt altına alması mıdır? " diye düşündü. 
Acaba kölelik, efendisinin her direktifini yerine getiren, hiç bir kişisel hakkı olmayan hayatını sadece efendisine adayan insanları tanımlamak için  kullanılan bir tarif midir?
Acaba modern çağlar denilen bu zamanlarda kölelik, gelişmiş ekonomilerin maksimum verim minimum maliyetle seri olarak ürettiği ürünlerini alıp kullanarak kıt kaynakları onların ceplerine aktarmak mıdır?
Acaba Cengiz Aytmatov Rahmetlinin mankurt olarak tarif ettiği, gelişmiş ekonomilerin ( kültürel teknik ekonomik askeri v.s.) her şeyine içtenlikle, hiç hicap (utanç) duymadan (hatta kıvançla) itaat edenler de, köle olarak adlandırılabilir mi? 
Ceket yakalarına takılan ayyıldızlarla, vatan memleket demekle işgal sona erer mi?"

Soruları kafasını meşgul etti bir süre; "Sırbistandan et gelen, Bulgaristandan saman gelen memlekette neler düşünüyorsun !" diyerek kızdı kendine.

Ardından oflayarak tuşlara dokunmayı birakıverdi.

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...