29 Mart 2017 Çarşamba

Işık doğudan gelir (2)


"Şimdi ise, doğuda ışıksız kalanlar, batıya giden ışığın, uzaktan kendilerine vuran  yansımalarına muhtaçlar...."
kelimeleri ile bitirilen konuya kaldığı yerden devam,
...
Bu arada sömürünün ilk geliştiği Cenevizlilerin, Venediklilerin, İtalyanların ve İspanyolların dolaştığı eski dünyanın denizlerinde Barbaros Hayrettin Paşa'lar korsanlığın, çapulculuğun önüne geçmiş, Osmanlı o günkü koşullarda batının doğuya sömürüsüne gücü dahilinde set çekmiş, böylece Akdeniz ve Doğuda  korsanlık ve sömürü azaldığından, aç kalan sömürücüler yeni sömürü alanları bulmak için, (keşifler çağı) benzer seferleri batıya doğru yapmaya başlamışlar.

Amerikayı ilk keşfetmeye gidenler Avrupanın ipsizleri, hırsızları, katilleri değil miydi? Amerikanın kuzeyinde de güney kısmında da yapmadıkları soykırım, katliam, vurgun, soygun, yıkım kaldı mı?
O toprakların eski medeniyetleri yer ile yeksan oldu. Yeni dünyanın tüm hazineleri yeni batıdan orta batıya (Avrupa'ya) aktı. Sömürü ile zenginleşince  de zengin hammadde kaynaklarını hızla işleyebilmek için, tesislerde çalışacak insan gücü ihtiyacı oldu. Köylerde yaşayan derebeylerinin selfleri, kentlerdeki üretim tesislerinde hayvanlardan beter şartlarda üretime katkı sağlamaları için kıyasıya çalıştırıldılar. Ancak o kadar çok hammadde geliyordu ki yetmiyordu insan gücü. İlk buhar gücü ile çalışan makinalar, lokomotifler. Depolar, Hindistandan gemilerle gelen bedavaya yakın maliyetteki pamuk ile doluyordu. Bir çare bulunmalıydı, hız için serilik için, depoların boşaltılıp yeni pamuklara yer açabilmek için.  Böylece pamuk eğirme, dokuma makinalarının gelişmesi sanayi devriminin fitilini ateşledi. Buharlı lokomotifler, demiryolları, buharlı gemiler. v.s. geliştikçe gelişti.
Ama sömürülen fabrika çalışanlarının isyanı da büyüyordu. Onlarda ezile ezile teşkilatlandılar. Düşük ücretlerle çalışmayı durdurmak, çalışma saatlerinin sınırlandırılmasını sağlamak için, insan olarak yaşamak için çalışanlar birleşerek seslerini yükselttiler. Güçlendiler, nice acılarla sendikaları geliştirdiler. Muhteris tüccarların dükkanlarında fahiş fiyatlarla satılan ürünleri uygun bedellerle satın almak gayesini de taşıyan kooperatifleri geliştirdiler.

Sanayinin ilk geliştiği yerlere bakılınca demir ve kömürden oluşan bir ada diye tarif edilen İngiltere'ye pamuk balyaları yığılınca, sadece bir kıvılcım gerekiyordu. (Kıvılcım; Altın ve para idi.Bedava gibi  pamuk, kömür, ateş, eriyen demir, makina...daha çok servet, zenginlik)
Orta batı; -yani Avrupa- yeni dünyayı,( Yani her iki Amerika,) güneydeki Afrikayı, Ortadoğuyu Uzak doğuyu denizyolları ile kendine bağladı. O kıtalardaki medeniyetlerin ışıklarını söndürdü, odlarına ocaklarına baykuşlar tünedi, ocakları dağıldı, yıkıldılar. Ancak bunları sahip/efendi olarak kabul edenler kaldı.

Farklı yerlerde, değişik yöntemlerle, ya da sebeplerle bunlara dur demek isteyenler, karşı çıkanlar, isyan edenler tabii ki vardı. Sonları Amerikan kızılderilileri gibi, Aztekler ve aklıma gelmeyen niceleri gibi olanlar da, Cezayir gibi kendi dilleri olan Arapçayı unutup Fransızcayı ana dili gibi konuşan topluluklar da oldu.

Bir yönüyle bir noktaya kadar Osmanlıyı ve fakat  özellikle 1919 Kurtuluş Savaşını bu açıdan değerlendirmek gerekiyor.

Hindistanın İngilizlerle mücadelesinin kahramanı Gandi'nin, Kurtuluş Savasımız hakkında, "Ben Türkler İngilizleri yeninceye kadar tanrının bile İngiliz olduğunu düşünüyordum."diye bir sözü varmış.

Bu mücadelenin, yeniden - ilk dönemindeki anlamına uygun olarak- devam etmesinın lüzumuna yürekten inanıyorum.

"Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar"ın kalan dişini de, tırnaklarını da  sökmek/en azından tesirini azaltmak için sınırdaki son kalede mücadele devam etmeli.

Bazen, bir kısım dostlardan dünyanın ücra bir köşesinde huzur içinde sakin bir hayat sürmek düşüncesini duysak da, burada kalmak uğraşmak, en azından mücadele edenlere manevi destek olmak düşüncesindeyiz..






28 Mart 2017 Salı

Işık doğudan gelir (1)

Pencereler.

Batıya iyice eğilmiş akşamüstü güneşi, çalıştığımız odanın kuzey tarafındaki pencereden görülen eski binayı aydınlatıyor. Eski binanın  beyaz boyası üstüne vuran ışık, bir aynanın yansıtması kadar olmasa da odayı etkiliyor.

İyi ki Allah güneşi yaratmış da bizi katran karanlıklardan kurtarmış. Güneş olmasaydı biz olur muyduk. Dünyanın türlü çeşitler içindeki nimetlerini ve güzelliklerini nasıl farkederdik.

Rahmetli Cemil Meriç "Işık doğudan gelir". diyordu bir kitabının adında. .Ben de - nazire olarak-  " soğuk kuzeyden gelir." diyeceğim.
"Işık doğudan gelir" fiziki bir gerçeğin basit bir anlatımı gibi görünse de, mecaz olarak bilimin aydınlığının  -bir zamanlar- doğudan geldiğini ifade ediyor.
Ateşin tutuşabilmesi için gerekli olanlar ne ise, bilim ışığının yayılmasının da gerekleri vardır.
Kaos, şiddet, yoksulluk,cehalet, baskı  v.s. insanların düşünmesini engelliyor. Barış, huzur, sükunet, özgür ortam, maddi endişelerin azalması/olmaması gibi etkenler de  bilimin gelişmesini olumlu etkiliyor.
"Işık doğudan gelir" ifadesi, eski zamanlarda doğunun daha huzurlu, müreffeh, zengin,  bilime değer veren bir uygarlığa sahip olduğunu; bu nedenle bilimin ışıltısının batıdakilerin gözlerini kamaştırdığını, sonra da ışığa ulaşmak için  papaz Piyer Lermit gibilerin önderliğinde yoksulları,  haydutları, çapulcuları bir araya toplayarak, batıdan doğuya, ışığın geldiği yere "haçlı seferleri adıyla "saldırılar düzenlediğini hatırlatıyor bana. Aç sefil karanlık çağdaki batının sürüleri doğuya doğru, ışığa doğru ilerlerken neler yaptıklarını tarihler yazıyor.

Ve sonra o barbarlar elinde doğunun ışığı sönmüş, söndürülmüş...Bazen ışığı yakma gayretinde olanlar bulunsa da ya fazla üfürmekten, ya da uzak batıdan gelen suni rüzgarlardan bir türlü istenilen şavkı verememiş.
(Bir de kendi içinde oluşan iç kargaşanın etkisiyle bilimin ışığının yanması gecikmiş de gecikmiş.)

Ardından aynı sürüler, kanlı ellerinde  ganimetlerle eski yuvalarına dönmüşler ve nice bedeller ödeyerek, ellerindeki közleri üfüre üfüre geliştirmiş kendi ışıklarını yakmışlar.

Şimdi ise, doğuda ışıksız kalanlar, batıya giden ışığın, uzaktan kendilerine vuran  yansımalarına muhtaçlar....



26 Mart 2017 Pazar

Ritim, sürü, çoban

Sabahın köründeyiz. İşe geleli yirmi dakika olduğu halde hâla  içim uyandığım andan  beri pır pır edip duruyor. Karnımı doyurduğum halde, açmışım gibi midemin üst tarafı kıpırdanıp duruyor. Acep nedendir? Hormonlarımda veya vücudumun bazı organlarında bugün olağan üstü bir hareketlilik var. Vücudum teyakkuzda. Allah sonunu hayra çıkarsın.
Nabzımı saydım. Sayarken kalbimin tıklayışlarının düzenli olmadığını farkettim.Bazen sık bazen normal atıyor. Kalp ritim bozukluğu teşhisi  koydum kendime.

Ritim deyince;

Ritim, hayatın da bir ritmi vardır, eğer o ritme uyamazsan geri kalırsın ve mutsuz olursun, herkes ritmini tutturup kendi mutluluk türküsünü söylerken, sen ayarsız ayarsız gerilerde ritim ayarlarıyla uğraşır durursun. Bir de hızlı ritim tutturanlar vardır. Veyahut doğuşlarından gelen bir ritim hızları vardır kimselerde olmayan, ya da hayatın herkese farklı sınavlar sunan döngüsü içinde yüksek ritimli olmak zorunda olanlar da vardır.  Sürünün içinde kıpır kıpırdırlar, her işe burunlarını sokup kendi bildiklerince düzeltmeye uğraşırlar. Sürüdekiler ittire süse rahat vermezler ve rahat etmek için öne çıkarlar belki de.

Bu yüksek ritimli olanlar da hızlarından yüksek ritimlerinden dolayı uyumsuz olduklarından sürünün önüne çıkarlar herkesten evvel. Ve bir tehlike geldiğinde bağırırlar "kurt geliyor, canavar geliyor, ilerisi uçurum" diyerek geriden gelen normal ritimli olan sürüyü ikaz ederler. Sürünün içinde bazıları inanırlar ve tehlike geçinceye kadar hızlarını biraz azaltarak  köpeklerin ya da çobanın  yanına yaklaşırlar. 

Ancak, sürüde tedirginliğe sebep olduğu için, önde giden hızlı ritimlinin ikazlarına kızan  sürünün koçu da "-beni takip edin öndeki de kim oluyormuş, buranın koçu benim" der kapris, ego yapar. Kaprisli koça uyan koyun oğlu koyunların ( burası biyolojik gerçeğe uymasa da söz öyle denk geliyor) bir bölümü  ise  inanmaz öndekine, mel mel bakarlar sakince, koça uyarak  aynı ritimle giderler ileriye doğru. Sonları iyi olmaz ya bir uçurumdur, ya da bir kurt sürüsünün rızkıdır onlar artık.

Bu arada, günlerden bir gün, önden giden  öndeki tehlikelerden  haberdar eden, kaça kaça yıllarını harcayarak yorulan, hızlı ritimli de sonunda kaptırır kendini kurtlara. 
Ona "-sen misin bu sürünün koçu, sen misin köpeği, sen misin çobanı, bu sürüyü tek başına sen mi kurtaracan" dediklerinde başını öne eğip melemesini kesse de, o genlerinden gelen bir dürtü ile bir gün başına gelecek olanı bile bile, yine hep öndedir.

 Ancak içimden, önden gideni  ve tehlikeye karşı sürüsünü ikaz edeni takdir etsem de, -hangisi iyidir? diye sorsanız,

 "Sürüden ayrılanı kurt kapar" derim.

*** Karahisar kalesi türküsünü yakan halk ozanının ;  "sen bir koyun olsan ben de bir kuzu, meleyi meleyi getirsek yazı" dediği gibi Anadolunun dağlarını, yayla yayla dolaşan çobanları, koyunları ve kuzuları da anımsamadan geçmeyelim.

24 Mart 2017 Cuma

Rüzgarlar ve Bayraklar

Radyoda -pardon- bilgisayar media playerinde Ayşegül isimli bir ses sanatçısının sıtma görmemiş net sesinden türküler dinliyorum.
Birim sorumlumuz dünden beri görev başında olmasına rağmen işyerinde sükunun hakimiyeti devam ediyor. Altı kişilik kadronun üç kişisi muhtelif sebeplerle mevcuda dahil değil. (Kazan mevcudundan düşüldü derler eskiler.) Bir arkadaş eşiyle Ankara da. Diğeri yakınlarını memlekete geçirmek için, bir diğeri bel ağrısının tedavisi için izin aldılar. 
(Bu arada Tolga Çandar dan bir türkü ile -İrmeden gel irmeden- devam ediyor müzik ziyafeti)
 Bir kısa iş vardı, bilgisayarda hallettikten sonra ya internette gezecektim. Ya da bugünlerden bir kayıt olsun diye blog sayfalarına harfler döşeyecektim. İkincisini seçtim.
Her zaman olduğu gibi gözüm havalarda, Manisa dağının Şehre bakan kuzey kısımlarında baharın havaya yansımış parlaklığı, gök yüzünün ne zamandır görmediğimiz derecede göz kamaştırıcı maviliği, dağın bize bakan ama uzak ufuklarında yeşil ve mavinin buluşmasının getirdiği renk harmonisi ancak seyredilerek idrak edilebilir. Kelime dağarcığım yetersiz bu ışıltıyı tarif etmekte. O ünlü mobilya firmasının reklamındaki kelimelerle " anlatılmaz yaşanır"
İşyerinin önündeki şeftali ağacı ise açtığı pembe çiçekleriyle, gelecek güzel havaları müjdeliyor. Şeftali ağacı güney kısmında bulunan  devasa binanın gölgesinden kurtulmak ister gibi yeni açan çiçekleriyle, yeni fışkın veren dalları ve minicik açık yeşil yapraklarıyla güneydeki binanın gölgesinden dolayı umudu kestiği güneyden, kuzeyinde kalan güneş ışığına duyduğu hasretle uzanıyor. O ağacı ve kuzeye doğru umutla uzanan dallarıyla ve güzel çiçekleriyle gördükçe içimiz hoş oluyor.

(Bu arada bilgisayardan Rahmetli Özay Gönlüm 'ün "Asmam Çardaktan" Türküsü Tolga Çandar yorumuyla, odayı şenlendirmeye devam ediyor. )

Binanın doğuya bakan masamdaki oturuşuma göre sağda kuzeyde kalan yüzyıllık pencerelerden görülen bayraklar ise rüzgar olmadığından, hatta azıcık bir yel bile olmadığından durgun. 
...
Acaba Arif Nihat ASYA Rahmetli "Ey mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü" diye başlayan o her okuduğumda ve dinlediğimde içimi ürperten, bazen gözlerimin pınarlarını etkileyen şiirini yazarken, yine böyle rüzgarsız bir meydanda durgun hareketsiz bayrakları gördüğü için mi yazmıştı ?

Belki de yılgın bayraklar. Her seçimde, referandumda     " vatan millet için diye diye asılmaktan , sallanmaktan yoruldular turşuları çıktı. Bu gidişle bir gün gerçekten Bayrakların gölgesi altında toplanmamız gerektiğinde bayraklarımız her basit olayda kullanılmaktan / sömürülmekten bize heyecan veremeyecekler diye üzüntü içindeyim. korku tedirginlik içindeyim. Birileri kendi şahsi menfaatlerini memleket elden gidiyor sosuna bulandırınca daha çok satış yapacağını düşünüyordur, ama yazık, bütün değerlerimizin böyle meydanlarda herc-ü-merc edilmesine...


Bıktık artık her şeyimizin bir kaç oy uğruna suistimal edilmesinden. 

( Edip Akbayram aldı bilgisayardaki müzik sırasını; "Umutsuz caresiz sallanan eller kavuşulmamayı anlatıyorlar... Gece kar yine pencerelerde acı türküsünü mırıldanıyor... Arkadaşlar bakmayın gözlerime, bu milyonların gerçek öyküsüydü..." diyor efkarlı sesiyle...)

...


Allah her daim samimiyetten ayırmasın bizleri, ama sorumlularımızı da ayırmasın. 

21 Mart 2017 Salı

Boşvermişlik

Yaklaşık onbeşgünden bu yana blog sayfalarına yeni yazılar ekleyemiyorum. İnsanın gönlünde oluşan elle tutulamayan tarif edilmesi mümkün olsa bile tam tamına anlatılamayacağına inandığım sebeplerden dolayı, yazamadım işte... Ne bir özür, ne de bir pişmanlık var içimde ifade edebileceğim. Gönlümün, iç dünyasına  ifade ettiklerini ortaya çıkarmaya çalıştığımdan tembelliğim kimseyi de fazla ilgilendirmezdir diye bir boşvermişlik içindeyim.
Boşvermişlik, akışına bırakmışlık, yakasını bırakmışlık ne denirse öyle işte...

Ancak insan olarak bir sorumluluğumuz var. Yaratılmış olmanın bilinciyle diğer yaratılanları düşünmek ve eylemlerimizle düşündüklerimizi realize etmeye çalışmak durumundayız diyor içimdeki derinlerden gelen ve gitgide kuvvetini artıran  bir başka fısıltı.

Ünlü yazar Milan Kunderanın "Varolamın dayanılmaz hafifliği"ni arama motorlarında araştırırken "Tıpkı kişiler gibi toplumsal önyargılar da eninde sonunda kararsızlığa ve "varolmanın dayanılmaz hafifliği"ne mahkûmdur ne de olsa." ifadesiyle karşılaştım, 

Ardından bu defa   teknik buluşların dahilerinden Nikola Teslanın "eserlerinden özenle derlenmiş "Varolmanın dayanılmaz ağırlığı" isimli bir seçkinin  internet tanıtım sayfasında  "Nefretiniz elektriğe dönüştürülebilseydi bütün dünyayı aydınlatmaya yeterdi." "Bütün canlılar evrenin çarkında iç içe geçmiş dişlilerdir." sözlerine rastladım.

Esasında aramalarımın amacı, bir önceki ifademde geçen iç fısıltılarıma  destek olacak unsurları bulabilmekti.

Bulduklarım acaba yazıyı nereye taşıyacak diye düşünürken mesainin bittiğini ve herkesin işyerinden ayrıldığını farkettim.
Dışarıda da 21 Mart'ın, Nevruz'un adına uygun bir ışıltı, bir canlılığın cazibesi çekiyorken, tuşları bırakıverd  i   m.   

6 Mart 2017 Pazartesi

Medeniler- Bedeviler

Geçen Cuma sabahı şeker ölçümü yaptırmak ve rapor uzatmak için devlet hastanesine gittim. Bilgisayara hasta kaydı yapan görevliye doktorumu sordum. O gün yokmuş. Ben de kendisinin tavsiyesine uyacağımı, uygun gördüğü bir dahiliye uzmanına sıra numarası vermesini rica ettim. Sistemden tahlil girişlerini yaptığını gördükten sonra alt kata inerek açlık kan şekerinin ölçülmesi ve diğer tahliller için sıra numarasını alarak beklemeye başladım. 

Değişik yapıda genç ihtiyar insanlar bir gözleri laboratuvar girişindeki güvenlik görevlisinde banklara oturmuş bekliyorlar. Sıra numarası yaklaşan yavaşça kalkıyor kapıya geliyor, elindeki kağıdı gösterip içeri giriyor. Camdan küçük tahlil tüplerini alıncaya kadar içerde herşey düzen içinde gidiyor. Ancak kan alacak sağlık görevlilerine yaklaştıkça ortam gerilmeye başlıyor. Çünkü beş ya da altı koltuktan aniden boşalan hangisi olursa, önde bulunanın çabucak oraya gitmesi gerekiyor.
Öndeki, boşalan koltuğu farkedemeyince, arkadaki hemen fırsatı değerlendirip atılıyor ve oturuyor. Boşalan koltuğu farkedemeyen -yani sırasını kaptıran- kızıyor. Söyleniyor, tartışıyorlar. Çabuk davranıp sırayı kapan açıkgözün savunması; "zaman geçiyor koltuk boş kalmasın diye hızlandım" cümlesi oluyor. Demek ki sırayı takip etmek içinde bir görevli olmalı. Biz vatandaşlar olarak kendi kendimize, centilmence sıra bekleyen diğer bireylerin öncelik haklarını bile  takip edemiyoruz. Arkadaki öndekine "şurası boşaldı, siz öndesiniz, hakkınızı kullanın, buyurun kanınızı verin" demiyor.

Sonra -kendim de dahil - olmak üzere yeri geldiğinde haktan, adaletten, eşitlikten, Allah korkusundan, insaftan, izandan bahsedip mangalda kül bırakmıyoruz.
İyi yönetilmediğimizden, yalanın, torpilin, rüşvetin, iltimasın, kayırmacılığın alıp başını gittiğini bu gidişle memleketin iflah olmayacağını söyleyip siyasetçilere kızıyoruz. Rahatlıyoruz. Oysa ki onları bu hale dürte dürte  kendimiz getiriyoruz. ( Neye layıksanız öyle yönetilirsiniz) 

Cuma günü de cami önündeki bir fakire bir kaç  lira attık mı görevini layıkıyla yerine getirmiş insanların halet-i ruhiyesi ile müsterih olarak,  evimize gidip rahat huzur içinde derin (!) uykularımıza dalıyoruz. 

Bir toplumda medeniyetin geliştiği,  güzel elbiseler giyip, sadece son sistem birkaç elektronik cihazı kullanıvermekle değil, öncelikle karşılıklı haklarımızı gözetmekle  belli olur diye düşünüyorum.

Diğer türlü (son sistem cihaz kullanabilme kabiliyeti olan bedeviler) olarak sınıflandırılabiliriz kendimizi.

Ziya Paşa yüzyıl öncesinden "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" diye söylerken elbette bir bildiği vardı.

2 Mart 2017 Perşembe

Vefasız Dostluklar

Hindistanda ineklerin serbestliği hinduizm inancındaki öneminden kaynaklanıyor. 

Yüce kitabımızda da köpekler  hakkında (yedi uyurlar / Ashab-ı Kefh ve Kıtmir) bahsi bulunmaktadır.

"İslâm dünyasının, birçok âlim ve edib tarafından üstünde durulan, halk arasında da her zaman sevgi ve saygıyla yad edilen en kutlu köpeği, hiç şüphesiz, Ashâb-ı Kehf’in vazgeçilmez yoldaşı Kıtmîr’dir.
(İRVİN CEMİL SCHİCK http://t24.com.tr/k24/yazi/islamiyetin-en-kutlu-kopegi-kitmir,/ Erginer (2003); Porter (2008). )"

Kıtmir'e olan saygımızdan ötürü, onlara özel önem verdiğimizden  yerleşim yerlerinde serbest dolaşım  hakkı bulunmaktadır diyebilirmiyiz?

Necip Fazıl Kısakürek Rahmetlinin  Kaldırımlar şiirinde Yalnızlığını ve isyanını ifade ederken kullandığı "Tak tak ayak sesimi aç köpekler işitsin" diye bir dizesi vardır.

Reşat Nuri Güntekin'in "Gamsızın ölümü" adlı öyküsünde ilkokul yakınlarında sokaklarda yaşayan Gamsız isimli bir  köpeğin dramı hikaye edilir. Altı yaşlarındayken küçük oğluma  okuduğumda araya bir söz karışmış hikayeye devam edememiştim. Birkaç dakika sonra oğlum dudakları buruk boğuk, ağlamaklı bir sesle "sonra ne olmuş baba" derken gözlerinde yaş pırıltılarını görmüştüm.

Yine yetmişli yıllarda lessie, jo diye isimleri olan eğitimli akıllı köpekleri Amerikan dizilerinden, filmlerinden anımsıyorum.

Her ne kadar Jack London da "Vahşetin Çağrısı" kitabında terbiyeli kızak köpeklerinin zulüm göre göre nasıl vahşileştiğini anlatıyorsa da - müşahade ettiğim kadarıyla- memleketimiz böyle değil çok şükür.

Bulunduğum şehrin sokaklarının bir kısım kaldırımları da edebiyatın değişik dallarına konu olan  bu hayvanlarla istila edilmiş.

Kendilerince stratejik buldukları noktalarda gelişigüzel sereserpe yayılan bu hayvanların insanoğlu ile yazılı olmayan sözleşmeleri var sanki.

Keyiflerinin yerinde olduğu, salladıkları tüylü kuyruklarından ve o kadar kalabalık  sokaklarda üzerlerinden atlayanlara rağmen derin uykulara dalmalarından anlaşılıyor. Gerçekten öyle mi?

Geçişe engel olduğunda hoşt diyemediklerinden olsa gerek, mecburen üzerinden atlayanlar, etrafından dolananların yanısıra, köpeğin başında durarak meraklı gözlerle incelemeye çalışan ancak annesinin çekiştirmesiyle boynu köpeğe dönük olarak  uzaklaşan çocuklardan başka, yattıkları yerde ilgilenenleri yok gibi.

İlkokul üçüncü sınıf ile ortaokul ikinci sınıflar arasındaki yaş grubunda bulunan çocukların da ilgi alanındadır. Bir kaç arkadaş anlaşırlar ve sokaklarındaki köpeklere soğukta korumak için barınak yaparlar. Eski halılardan, paspaslardan yatmaları için zemin hazırlarlar,  Evlerden artan yemekleri getirirler. Sıcak yaz günlerinde su kapları koyarlar. Sonra gezdirmek isterler köpeklerini. Eğer uyumlu bir hayvansa boynuna takılan ip parçası (veya tasma) ile o birkaç çocukla dolaşırlar. Uyumlu oldukça mükafatları artar. Çocuklar köpeklerini diğer arkadaşlarına annelerine babalarına gösterirler. Ve köpeklerinin özellikleri üzerine sohbetleri uzar gider. Hele bir de hava karardıktan sonra,  onlar uykuya dalmadan önce bir kaç defa etrafa havlarlarsa, sahiplenen çocuklar daha keyifli mutlu ve huzurlu uyurlar. Çünkü köpekleri mahallelerini korumaktadır.

Zaman geçer ve başka ilgi alanları geliştikçe bu çocuklar yavaş yavaş onu unutmaya başlarlar. Köpekse unutmamıştır. Onlardan birisinin yakınından  geçerken gözlerine bakar, kuyruk sallar, sallar ama nafile, tepki gelmeyince gitgide o da umudunu yitirir eski dostlarından. Yavaşça öne eğer burnunu ve uzatır kafasını kaldırımlara doğru. Ve tepki vermez olur. Ama yeni bir nesil yetişmiştir, bu defa yeni küçükler çıkar ortaya, bir süre onlarla idare eder. Yeni nesil de büyüyüp dünyanın başka meşgalelerine dalınca, yine eski tavırlarla karşılaşmaya başlar, kuyruk sallar umutsuzca, tepki verirken, vermez olur zamanla, yeni neslin, ilgisi kaybolmuş, eskimiş dostlarına da.
Eğer dişiyse bir zaman yavrularıyla uğraşır, Çocukların desteğiyle büyütmeye başlar. Yavruları geliştikçe enikler eksilmeye başlar. Bazılarını çocuklar köye götürmüştür. Bazıları çalınmıştır. Gitgide yavrular eksilir. Bir gün belediye ekipleri gelip kulağına bir etiket takarlar. Çünkü şehirde asalak hayvanların sayısının sınırlandırılması lazımdır. Artık ana olamayacak, yavrularını sevemeyecektir. 

Böyle böyle yıllar yılları kovaladıkça içinde bir tepkisizlik, kayıtsızlık gelişmeye başlar. Büyüyüp geliştikçe vefasızlığın, içtenliğin gitgide kaybolduğu bu insan denen canlı türüne, yaşamak için katlanmak zorunda olduğunu  öğrenir.
...
Sonra, birgün yol kenarına atılmış cansız bedenini, belediye temizlik işçileri çöp kamyonuna taşırken görür,  son model aracının içindeki eski vefasız dostlarından biri.

Kamyon, arka hazneye atılan köpek ölüsüyle diğer çöpleri hidrolik sistemi ile sıkıştırır sıkıştırmaz ilerlerken, eski dostu (!) -cenaze aracı takip eder gibi- bir süre ardından zorunlu olarak  aracını sürer. Kavşağa geldiklerinde çöp kamyonu sol sinyalle bir yöne, eski dost sağ sinyalle diğer yöne

basar gider...



Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...