27 Şubat 2017 Pazartesi

Bu Sabah

Sabah evden çıktığımda hava yine  pusluydu. Yükseklerde,durgun rüzgarsiz bir hava hakimdi, mavi gökyüzü ile yeryüzünün birbirini görmesine engelleyen, açık kurşuni renkli bir pus yayılmıştı.  Sabah ilk görevlerimden olan günlük ev artıklarının doldurulduğu poşeti çöp bidonuna attıktan sonra aracımın yanına geldim. Çalıştırdım. Doğu caddesi üzerinden işyerine doğru yola çıktım. Artık gün erken doğduğundan Ocak ayı başındaki alacakaranlık sabahlarda koşuşturanlara rastlanmıyor. Trafik normal seyrinde. Günlük, mutad işlerinin telaşında gibi insanoğlu. 

Hiçbir zaman unutmadığım, araca bindiğimde ilk yaptığım işlerden olan emniyet kemerimi taktıktan sonra kontak anahtarını çevirdim. Akgün mahallesi, Ulupark, Kuyumcular Çarşısı üzerinden Şehitler Ortaokulunun kuzey tarafında ulaştım ve  uygun bir yer bulup park ettim. Yol tarafına denk gelen sağ aynayı kapattım.

Elimde, öğleyin atıştıracağım bir kaç parça yiyeceğin bulunduğu naylon torbayı sallaya sallaya  kırk basamaklı olduğunu tahmin ettiğim merdivenlerini tırmanarak , yüzon yıllık binaya -işyerime- geldim. Yine, yüksek tavanlı geçmiş dönemin ihtişamı ile acılarını, duvarlarının sıvalarında dahi barındıran geniş koridordan yavaş yavaş yürüyerek sol tarafta bulunan kapıya vasıl oldum. 

Sonrası, her zaman yaşadıklarım, otomatik olarak yaptıklarım. Yüzon yıllık kapıyı sağa doğru aç, Selam ver, pardesüyü çıkarıp kapının solundaki elbise askısına as, yiyecek poşeti ile kasketimi oturacağım masanın arkasındaki dolaba yerleştir. Koltuğa otur, bilgisayarı aç, sisteme gir iş durumunu kontrol et....

Ardından  o eski kapı yine açılır. Kısık sesiyle, biraz zordan yaptığını hissettiğim tebessümüyle nazik tavır ve mimikleriyle kibarlığını belli etmeye çalışan erkek müstahdem içeri girer ne içeceğimizi sorar. Siparişleri lüks restoranların garsonları havasında ve endamında alarak gider.
Biraz sonra çaylar gelir, kimi açık kimi duble çaylarını alır, bazen o kadar sipariş alıp kimin ne içeceğini tesbit etmesine rağmen , dalıp unuttuğu için  "-Abi sana biraz sonra getireyim" diye hafifçe sırıtarak çıkar gider.

Erkek müstahdemin orta boyu ve sağa sola hafif yalpalayarak yürüyüşüne, güçlü vücuduna bakınca zamanında pehlivanlık yaptığını tahmin edebilirsiniz. Bir zamanlar sormuş idim. Vakti zamanında boksla uğraştığını söylediği hatırımda kalmış.

Bayan müstahdem ise Tekel İdaresinde işe girmiş, Tekel kapatılınca bu işyerine tayin olmuş. Ve 4/c dedikleri bir statüde ekmeğinin peşinde koşuşturuyor. Yuntdağı köylerinden olduğu halinden ahvalinden, konuşma ve aksanından anlaşılıyor. Güleryüzlü, ancak güleryüzünün içten geldiği hissediliyor. Erkek müstahdeme göre daha  doğal bir davranış ve tavrı var. İşyerinin bir çok noktasında bu 4/c denilen statüde çalışan arkadaşlar var ve bulunduğumuz işyerinin -statü olarak- en alt tabakasındalar. Hindistandaki kast sisteminde parya olarak tasnif edilen- sınıflandırılan- bir kesim gibi her türlü geri hizmet onların mesuliyetinde.
Ekseriyeti doğup büyüdükleri köyde (pardon mahallelerde) yaşıyorlar. Her gün köye gidip geliyorlar.

Bulunduğum işyeri toplama birlik gibi. Kapatılan belediyelerden, Tekel İdaresinden, Araplara satılan Türk Telekomdan, Özelleştirilmesi düşünülen T:C.Ziraat Bankasından, Özelleştirilerek Gediz Elektrik isimli şirkete devredilen TEDAŞ tan gelenlerle, başka kurumlardan geçici olarak görevlendirilenlerden meydana gelen bir birlik. İşler bir şekilde olup gidiyor.

İdari kısımların bir ikisi hariç, sıkıntı stres heyecan telaş bu müessesede çok fazla barınamıyor.

Öyle kendine has,müstesna bir kurum...

(28.02.2017 Salı 12.02)

17 Şubat 2017 Cuma

Tütün Dumanı


Üzüm ve Zeytin dışında, eskiden bir de tütün meselesi vardı. "Piyasa şu gün açılacak, eksper tütünü beyenmedi. Benim balyaya baktı içinden seçti, şansıma güzel çıktı. Koçan şöyle balyalar böyle." sözleri duyulurdu köy kahvelerinde. Tütün seçme zamanı eksperler o köylerin kralıydı sanki. Tekel müdürü deseniz ayrı bir devletin idarecisi gibi bir başka havadaydı.

Devletin bitmez işlerini bitirmeye uğraşan, tek dertleri aldıkları maaş ile ev geçindirmek olan   memurların, öğleyin saat 13.00 de radyoda ajans haberlerinde geçen  "Ege ekici tütün piyasası açıldı, baş fiyat şu oldu" anonsu Tekel memurları hariç diğerlerinin hiç ilgilerini çekmezdi. Öğle aralarında dairelerinden çıkıp şöyle bir çarşıyı gezmek istediklerinde ortalıkta sessizce, elleri cepte dolaşan köylülerden canları sıkılırdı. Her öğlen pastra oynadıkları kahveler dolu olurdu. Suratları asılır, bir şey demeden birbirlerinin gözlerine bakarlardı kızgın kızgın...

Yılın belli zamanlarında, tütün alımı yapan şehir merkezindeki acentaların önünde ve yakınlarında durgun, başı öne eğik, düşünceli sıkıntılı olduğu hallerinden ve köyden geldikleri üst başlarından anlaşılan bir kısım insanlar bekleşirdi.  Tütün piyasanın açılacağı, başfiyatın açıklanacağı günlerde hükumet binasının yakınında bulunan acentalar nedeniyle çarşının bu bölgesi tütün ekicileriyle dolardı. Tütünün  fiyatının netleşeceği o günlerde, sıkıntıyla arşınlarlardı sokak aralarını... Hepsi masal oldu. Her yer yabancı sigara ile doldu. Tütün ekicilerinden genç olanlar köylerden şehirlere indi. İhtiyarlar boşalmış damları bekler oldular. Bulabilenler asgari ücretli fabrika işçisi oldular. Yarı aç yarı tok yaşıyorlar. Ne değişti? Sorgulanmalı, ama sorgulayacak zaman da yok, dinçlikte yok, düşünce de yok. Ekmek derdi, borçlar, kiralar, yetmeyen imkanlar arasında, sınırsız istekler arasında nasıl sorgulanacak ? ( Şimdi tütün ekicilerinin yeni nesilleri iş için müracaat ettikleri  fabrika kapılarında elleri cepte iş bekliyorlar. Etrafta kahve de yok. "Ne zaman paramız verilecek yavv!" diye bağırdıkları,çay ısmarlayacak tütün acentesi görevlisi de yok İstersen bağır, hemen kapının önüne, çalışacak başka adam mı yok.) 

Cumhuriyetin ilk yıllarında Tekel neden, ne amaçla  kuruldu? tekel işlevini tamamladı mı. Tütün köylüsü abad olduğu için mi Tekel kapatıldı. Yoksa dünyadaki uluslararası tütün şirketlerinin hedeflerini engellediği için kurban mı edildi?

Pamukta geçmişte kalan, mazi olan telaşlardan...

Hasat sonrası

Manisa Dağının zirvesinde, kuzeydoğudan gelen yüksek irtifadaki bulutların, güney batıya doğru hızlı geçişleri devam ediyor. Bu  hava akımı soğukların biraz daha devam edeceğini belli ediyor.

Bulutlar bazen hızla akıp geçse de güneş kendisini çoğunlukla gösteriyor. Ama sadece gösteriyor. Bir yere gidenler, bedenlerini soğuktan korumak için, imkanlarına ve zevklerine göre giyinmişler, kimi halis yün kabanlara, kimi de kat kat pamuklulara bürünüp sarınmışlar.İşi olanlar fazla üşümeden bir an evvel varabilmek amacıyla telaşla adımlıyorlar şehrin caddelerini.

Ancak işi gücü dışarda olanlar ne yapsın. Vücutlarını sıcak tutmak için devinim içinde olmalılar.

Manisa Ovasının bereketli topraklarından ürün elde etmek ümidiyle, soğuk kış günlerinde sıcacık yatağından kalkıp, traktörleriyle yola çıkan bir kısım kahraman ise, sağ taraflarından yüzlerine vuran kış güneşinin   etkisiyle, yarı uykulu yarı uyanık sarsıla sarsıla ilerliyorlar arazilerine doğru. Uzaklarda, ovanın hafifçe yükselme başladığı dağ yamaçlarında zeytin ağaçları arasında, ya da Gediz çukurunun orta yerlerinde bir  bağ arasında pulluklarıyla toprağı deşmeye  uğraşıyorlardır. 

Belki de budama zamanıdır  makaslarla, desterelerle   asmalar, zeytinler arasındadırlar. Ağustos Eylül ayları  içinde üzümlerden kurtulmuş asmaların, uzamış dalları,  yapraklarını döktükten sonra, bir ara kesilir. İhtiyacı olan bu çırpıları toplayıp yakmak üzere evine getirir.

Zeytin ağaçlarının da verimsizleşenleri, kuruyanları budanır. İyice gitmiş, içi çürümüş ağaçlar dibinden kesilir. Kazmalarla kökleri çıkarılır. Tam kurumadan kıtır kıtır olmadan kesilmeli çünkü  kurursa kesmek çok zordur.

Zamanında kesilen yağlı zeytin kütükler, sobaya girecek şekilde doğranıp bir köşeye istiflendikten sonra, soğuklar gelip çatınca soba /ocak önce çırpılarla tutuşturulur. Çırpıların ardından yanmaya başlayan zeytin kütüğü ısısını hemen kaybetmez, -hemen geçmez-, uzun süre evi sıcak tutar. Bu yüzden zeytin kütükleri kıymetlidir.
Zeytinliği olanların evlerinde farklı bir bereket vardır. Yağlar, zeytinler kışın yakılacak çalı çırpılar, kütükler.

Ancak sadece o işten geçinenler için, ümidini zeytin hasadına bağlayanlar için durum her hasat döneminde streslidir. Sıkıntılıdır. Toplayıcı bulmak, toplatmak, çürütmeden yağhaneye göndermek gelen yağı değerlendirmek için ne yapılacağı düşünülür. ( Hemen satılacak mı, piyasanın daha yükselmesi ihtimaline karşı beklenecek mi? Mali durum beklemeye elverişli mi?)

Başka imkanları olanlar ise daha soğukkanlıdırlar. Çünkü (b) planları vardır. Çaresiz değillerdir. Bu durum kişinin daha akılcı düşünmesine yol açar ve ümidini yalnızca zeytin hasatına bağlayanlardan daha iyi bir kazanç elde etmelerine yol açabilir. Böylelerine tok satıcı derler. Çünkü kendinden, malından ve takip ettiği için piyasının durumundan emindir.

Benzer durum kuru üzümde de aşağı yukarı geçerlidir. Sadece bakım yöntemleri, kurutma yöntemlerinde farklar vardır.  Ağustos ayında üzümler olgunlaştığında, kesimci, kelterci, bandırmacı, serici dertleri, nereye serilecek, bağa yakın serecek yer bulma sorunu, üzümlerin kurumasına yakın hırsızlık korkusu gibi  meseleler her yıl yaşanır.

Her şey bitip  ürün istenilen fiyattan satılıp para cebe girince  sıkıntılar, zorluklar geride kalır. Bir borcu da yoksa, o zaman değmeyin keyfine zeyincinin de, bağcının da....

15 Şubat 2017 Çarşamba

Çırpı Dumanı

Bu şehrin, alçak çatılı, kırmızı kiremitli,  bacalarından ince dumanların tüttüğü, tekkatlı evlerden başka yüksek binaların bulunmadığı,
Biraz yükseğe çıkıldığında  yirmiyedi tane minare sayılabilen  eski günlerinde,
Taş döşeli sokakların arasından tıkır tıkır yürüyen, biraz hızlanınca etekleri zil çalan neşeli kızlar gibi atların ve arabaların çınlamaya başladığı, sakin zamanları hatırlıyorum.
Akşamüzerleri ovadan eve dönen bu at arabalarına mevsimine göre çeşitli yükler sarılırdı. Üzüm çuvallarının geldiği  Eylül ayından sonra kış hazırlığı için bağ kütükleri, asma çubukları yüklenir eve getirilirdi.

Bağ arasındaki çırpıların ne zaman toplanacağını unutalı çok yıllar oldu. Küçükken, atlarının kayışları üzerine iliştirilmiş minik çıngıraklarıyla yaklaştıklarını haber veren at arabalarıyla, tırıl tırıl çalışan traktörlerin  kasalarıyla gelen çırpıların ev önlerine yıkılıp, annelerin babaların ve hatta okuldan  sonra çocukların tırpanlarla doğradığını, kırdığını biraz hatırlıyorum. İndilince hemen kırılmaz (çünkü esnek olur yaştır) biraz kuruması beklenir, kuruduktan sonra kırılır ve ıslanmayacak bir yere istiflenir. Bazı komşular ise istiflemez öylece bir yığın halinde bırakırlar, ihtiyaç halinde ocağı  sobayı tutuşturmak için, azıcık alıp elleriyle şöyle bir kıvırıp, çıtırdatarak kırdıktan sonra içeriye götürürlerdi. Bu komşuların evlerinin önü devamlı karışık, dağınık olurdu. Pulluklar bir yanda, mibzerler diğer yanda, yağmur altında dura dura kasası çürümüş römork en münasebetsiz yerde göz zevkini bozardı gelen geçenin. Nedendir bilinmez. Ya evlerinde hayvandan, işten güçten fırsat bulamazlardı. Ya da Rahmetli Anamın deyimiyle ırıpsızlardı.

Ramazan yaklaştığında mahalleli kadınların birkaçı toplanırdı. Kerpiç duvarların içine örülmüş, eski ocakbaşlarına birkaç taş üstüne veya  sac ayağı üstüne yufka sacı kurulurdu. Ocağın altında ise o çırpılar yakılırdı. Çırpı, çabuk tutuştuğu için sacı hemen kızdırırdı. Kabarmış hamur parçaları tek tek alınır un serpilir. Üzerine oklavayla yayılarak inceltilir, açılırdı. Oklavalarıyla yufkayı açan teyzeler anneler, yengeler, halalar, elden ele yufkayı, ocak dibinde oturan nineye uzatırlardı. Nine, bir yandan sağ elindeki çubuğu veya oklavasıyla sac üstüne yufkayı yayar. Bir yandan da daha önce kendi konumuna göre ayarladığı çırpı yığınından  çırpı alıp, ateş azaldıysa sol eliyle ateşe çırpı sokuştururdu. Hemen pişen yufkayı çevirirdi. Çevirmeyi  geciktirirse  (önce benek benek, sonra koyu kahve renginde) kavrulurdu. Böylece yufka çabuk pişerdi. Bu iş tecrübe isterdi. Bu işi bilen en kıdemli ve yetenekli nine orada olurdu. Ve işin elebaşı oydu.   Sıcakken yenen yendikten sonra soğuyan yufkalar sertleşir ve kırılgan hale gelirdi. Ramazanda kullanmak için üstüste istiflenir evin mutena, sakin bir köşesine yerleştirilirdi.

Etrafa yayılan, gözleri de genzi de yakan  acı çırpı  dumanı arasında, pişmekte olan yufkaların kokusu sokakta oynayan çocukları cezbederdi. Kokuyu duyan, dumanı gören  içerde yakınları olan ya da nazı geçenlerin olduğunu gören çocuklar  koştururdu içeriye, biraz çökelek peynir konup dürülmüş sıcak yufkayı alan çıkardı. Ama bazı çocuklar süklüm püklüm beklerler isteyemezlerdi. Güngörmüş nineler hemen farkederdi bunları nasıl farkederlerse, çağırırlar, ünlerlerdi gelin alın diye... Çocuklardan ve sokaktan geçenlerden yemeyen kalmazdı. 

Bir de bulgur kaynatma  ve serme işi vardır ya onu da bilen bilir.

Ne öyle güngörmüş nineler kaldı, Ne de eski yufka başı muhabbetleri...

Hepsi hafızalarımızda yaşayan birer mazi oldu artık... 


14 Şubat 2017 Salı

Mültecilik

(14 Şubat 2017 Salı )

Mülteciler, ev bark, iş, güç ve en önemlisi vatan yok. Sevdikleri yok. Ve tüm yokluklara rağmen, soğuk bir kış günü, çoluk çocuğuyla bir yaban elde, hayatta kalma mücadelesi vereceksin. Senin sebep olmadığın, sorumlusu olmadığın bir savaşın faturasının ağırlığı ile... Ve bu yaban diyarda ayakta / hayatta kalmak için, artık ne ahlak, ne başka bir şey... Kaybeden insandan,  sadece hayatta kalmak derdiyle uğraşan insandan, insani değerler beklemek, bence fazlaca iyimserlik olur. 

İnsani ve vicdani açıdan bakıldığında yukarıdaki ifadelere katılmamak mümkün değildir. Ancak her ülkenin kendi gerçekleri vardır. Tahammül / taşıma / kaldırma sınırları vardır. Veya eski kelimelerle istihap haddi vardır.

Kaynak üretemeyen, katma değer üretemeyen, bulundukları ülkeye maddi manevi pozitif katkı sağlayamayan yabancı uyruklular, gittikleri ülkenin kaynaklarını paylaşmaya /emmeye başlarlar. Ve bu duruma halk bir noktaya kadar tahammül edebilir. O noktanın aşıldığı andan itibaren, ülke içten içe kaynamaya başlar. Mülteciler gittikleri ülkede kontrolsuz kalırlarsa olumsuz sonuçlara, reaksiyonlara iç çatışmalara zemin hazırlayabilirler. İç barış, iç güvenlik, istihdam konularında sorunlar çıkma ihtimali yükselir.

Bir kısım ülkeler bu ve benzeri sorunlar nedeniyle göçmen kabülünde bazı kriterler ortaya koyarlar. Bu kriterleri o kadar daraltırlar ki, neredeyse kimseyi almazlar. Göçmen kabülünü dış politikalarının bir argümanı haline getirebilirler. Hedefteki ülkenin istikrarını bozmak amacıyla kullandıkları ana yöntemlerden biri haline getirebilirler. Örneğin pkk'lı teröristlerin avrupanın aşağı yukarı her ülkesinde gördüğü destek. Aşırı islamcı, ne idüğü belirsiz  bir kısım teşkilatları "zamanı gelince kullanmak üzere" yıllarca koynunda besleyen , almanya, hollanda, fransa gibi ülkelerden aldığı destek. Rusya, yunanistan, ermenistan...Ve özellikle abd.

Biliyoruz neden böyle olduğunu. Çıkarları ve beklentileri için -adına ne derlerse desinler- özgürlük, halkların, inançların, etinisitelerin kaybolmaması v.s. bahanelerle.  Yıkmak, yok etmek için karanlık gizli mahfillerde bize göstermedikleri şark meselesi planlarını açıp her yıl güncelliyorlar. Bir türlü unutamadıkları İstiklal Savaşımızın, 1919' un kuyruk acısı var. O acı, ancak bizi (Allah Muhafaza) yıkarlarsa bitecek. Uyanık olmalıyız. Basit kayıkçı kavgalarını bırakıp  Gaspıralı İsmail'in (*) dediği gibi "dilde, fikirde, işde birlik" içinde olmalıyız. Safları sıklaştırmalı, birbirimizden ayrılacak teferruatları değil, ortak noktalarımızı bulup kaynaşmalıyız. Bu ifadeleri, günlük yurtiçi siyasetin slaoganlarıyla karıştırmadan Türk Dünyasının asırlardır bir türlü başaramadığı idealler adına samimiyetle kullanıyorum. Farklı siyasi düşünceler, farklı şekiller, inançlar, alışkanlıklarımız olabilir, ancak aynı vatanı paylaşıyoruz, aynı topraklarda kazanıp,  aynı sokaklarda yaşıyoruz, aynı havayı soluyoruz. Ve bu gemi batarsa hiç birimize yararı olmayacak.  O nedenle gerginliklerimizi, sıkıntılarımızı birilerinin kullanmasına izin vermemeliyiz, bir gün lazım olduğunda acilen kullanabilebileceğimiz, biribirimize açık kapılarımız olmalı. Bütün kapıları yüzümüze kapattırıp, bütün köprüleri yıkmamalıyız. Ve vatanımızı her yönüyle dünyanın en güzel ülkesi yapma idealinden vazgeçmemeli, o yolda yürümeliyiz.


(*) İsmail Gaspıralı:(20 Mart 1851 - 24 Eylül 1914) Rus İmparatorluğu'nda Türk ve İslam toplumlarının eğitim, kültür reformu ve modernleşmesi için mücadele eden, Kırım Türkü fikir adamı, eğitimci ve  yazar - yayıncı.

Yine  iç savaş çıkan / çıkarılan ülkedeki  nüfus yapısının kendi stratejik hesaplarına göre düzenlenmesi niyetleriyle bölgeden temizlenecek nüfusun düşmanı terör hareketlerine açıktan veya örtülü arka çıkılarak "etnik temizlik yaptırabilirler.  Bu çağda kendileri yaparsa insanlık dışı sayılacağı için taşeron örgütlerle bu işi kotarmaya çalışırlar. Yani kendi ellerini kana bulaştırmazlar. Eldiven ve ya taşaron kullanırlar. Olan, hedef mahalde yıllarca kardeşçe birlikte yaşayan yöre halkına olur. Aklıma geliveren; Balkanlar, Kafkaslar, Kıbrıs, Azerbaycan Hocalı, Irak, Suriye...Kısaca istkrarlaştırmak için her şeyi yaparlar. Makyavelizm in ana fikri olan "amaca ulaşmak için her şey mübah" tır onlar için.

Komşu sınırlarda meydana gelen savaş, tedhiş, sel, kıtlık v.s.sebeplerle göç baskısına maruz kalan ülkelerin, dış göç hareketlerini tanzim ederken hassas olmaları gerekir.  Çizgiyi aşmamalıdırlar. Devletler ve devleti yöneten idareciler, öncelikle kendi ülke meselelerine çözüm aramalı, kendi ülke dengelerini bozmadan, çalkantı yaratmadan, sorunlara, optimum formüllerle rasyonel  çözümler bulmalıdırlar. Bu da ülkede  yaşayanların katılımıyla,  yasal temsilcilerinin katılımıyla ortaya çıkacak kararlara göre olmalıdır. (Konsensus) Katılımla alınan kararlara uyarak  idareciler göç baskısının hem maddi hem de vicdani sorumluluğunu paylaşmış olurlar. Sonuç ülkede yaşayan herkes için -asgari müştereklerde birleşildiği için-  tatmin edici olabilir.

Devlet yönetmek sadece hisler, duygulara dayanırsa eksik kalır. Hisler sadece sorunlu kesimi görmeye ve çözümler bulmaya yönelterek, görülmeyen, gölgede kalan, sessiz kalan kısımlardaki diğer kesime karşı  eşit davranışta bulunmayı köreltebilir. Adaleti engelleyebilir. O nedenle yönetim, mantık ve bilim çoğunlukta olmak şartıyla duyguların da dahil olduğu bir karışımla dercedilmeli toplum bünyesine. Eskiler siyasetin bir bilim olduğunu ifade eden "ilm-i siyaset" demişler bu dengeye.
Bunu yapamayan, kararsız kalanların yönetim biçimine de  "idare-i maslahat" demişler. (durumu idare etmek)

13 Şubat 2017 Pazartesi

Şubat Soğuğu




Hava soğuk.

Kuzeyden esen rüzgar vücudumuzun açıkta kalan kısımlarına kışın hala bitmediğini hatırlatıyor.
Şehrin güneyinde dik yamaçları ve yalçın kayalıklarıyla her mevsim heybetini belli eden Manisa dağının zirvelerinde ise, kurşuni bulutların bir o yana bir bu yana kıvrak hareketleri gün boyu sürüyor. Kah kayalıkların aşağılarında saklanarak, rüzgarın başka yerlere gittiği anlarda kah zirvenin daha üstüne tırmanarak oynayıp duruyor. Dağın yüksekteki düz alanlarında ise beyaz bir örtü görünüyor. Kar mı? Kırçıl mı olduğu uzaktan bilinemiyor.
Şehirde bulunan bizler ise, işimizden gücümüzden arta kalan vakitlerde, aklımıza gelirse başımızı kaldırıp  tabiatın bu oyunlarını bir tiyatro gibi seyrediyoruz. 

Sokak hayvanları ise buldukları en azından esintisiz kuytularda bir çaput üstünde büzüşüp kıvrılarak sıcak günlerin hayali içinde soğuk günlerin gecelerin bitmesini bekliyor. 
Ocak ayının ortalarıydı sanırım. Karlı günlerin ertesindeki sabahların birinde işyerine geldiğimde dış duvarı aydınlatan  sarı renkli ledler hala sönmemişti.Sabahın alacakaranlığında merdiven basamaklarını çıkarken   küçük bir kedi yavrusunun merdivenin sağ tarafında bulunan lambanın üzerine büzüldüğünü farkettim. Başka bir gün, kumrunun aynı yerde gecenin soğuğuyla mücadelele ettiğin hatırlıyorum. Hayvanlar da kendi hayat sahaları içinde yaşamlarını devam ettirecek tedbirleri imkanları dahilinde alıyorlar diyebiliriz.

Dışarıda bulunan, bulunmak zorunda olan şehir eşrafı ise soğuğun gazabından kurtulmak için imkanına göre üzerine ne buluyorsa sarınıyor. 

Pazarcılar bir türlü akıl edemedikleri ya da alışamadıkları eldivensiz elleriyle bir kaç kasa kaldırıp indirdikten sonra avuçlarını hohlayarak ısıtmaya çalışıyorlar. Bazıları eski bir peynir tenekesine kırdıkları ağaç kasa parçalarını doldurarak yakıyorlar ve etrafında doluşup ısınıyorlar. Ateşin başında elleri alevin üzerine arasına uzatılıp çekilerek, sanki Afrika yamyamlarının gece ateş etrafında  dansı gibi, ısınan işine koşturuyor, üşüyen ateşe yaklaşarak ayrılanın boşalan yerini dolduruyor. Bu soğuk kış günlerinde  güneş yükselip müşteriler tezgahları dolduruncaya kadar devam eden bir merasim.

İnşaat işçileri, demirciler, betoncular, sıvacılar, su ve elektrik tesisatçıları içinde eğer pencereler takılmamışsa inşaata, aynı ızdırap karşılar soğuk kış sabahlarında.İlk saatler soğuğu çok hisseder işçiler. Çalışmaya başladıkça vücuk ısınır, soğuğun etkisi bir nebze azalabilir. Onlar da buldukları yanıcı maddeleri bir teneke içinde yakarak ısınmaya çalışırlar.Ya da ateşin psikolojik bir tesiri vardır.Çıtırdayan odunlar ve görünen alev soğuğa karşı mücadelede direnç verir çalışanlara.

Ovalar, bahçeler, tarlalar, soğuk mevsimlerde uğranılmaması gereken yerlerdir aslında. Çünkü toprak da donmuştur. Ağaçlar kış uykusundadır. Sadece budakçılar görünür yüzleri  poşularıyla kat kat sarılmış  ve ayaklarında uzun lastik çizmeleri, eski kaputları ve sırtlarında desterelerinin bıçaklarının, makaslarının  ve yiyeceklerinin bulunduğu  torbaları ile.

Şehrin kahvelerinde en mevki, en mutena  yer olan sobaların başına üşüşürler, hemen sargılarını çıkarırlar (çözerler mi desek acaba. Çünkü çıkarmak için bir kaç defa tersine çevirirler doladıkları sargıları poşuları ) Soğuk yüzlerine kavurmasın, soğuk boyunlarından göğüslerine inmesin diyedir çabaları.Ancak yine eller çatlak, bir eldiven düşünmezler genellikle. Eldiveni bir yana bırakın, çatlağı önlemek için bir krem sürmek biraz yağ ovalamak çabası da  yoktur. Çünkü elleri bakmak biraz kadın işi gibi gelir onlara...

Yine fabrikada çalışanların, servis yol güzergahlarında bulunan duraklarda araç beklerken, dışa vuran  bezginlikleri. Dünün yorgunluğu geçmeden, bugünün savaşına, kaldığı yerden uykulu uykulu devam etmek. Sıcak yatağından kalkıp, egzost dumanıyla karışık soğuk rüzgarlar estiren duraklarda uyanmaya çalışmak...

Uzun yollarda, ıssız dağ başlarında, karda kışta yük taşıyan kamyoncular, arkasında 45 - 50 yolcunun sorumluluğu ile araç kullanan otobüs şoförleri ve muavinler ise ayrı bir hikayenin başkahramanıdırlar. Tuzu kuru olan bizler televizyonlarda duyar görürüz. "Şu yol hava muhalefeti nedeniyle kapandı, araçlar yollarda kaldı." Haberlerdeki görüntülere duygusuzca bakar, sıkılırsak öbür kanala zaplarız. Elimizde sıcak kış çayı fincanını rahat rahat höpürdetecek başka bir kanal buluveririz...Ne yani tabii ki her işin bir zorluğu var. Ekmek parası kazanmak kolay mı?

Vatan nöbetine her şart altından devam eden yiğitler   ise, herşeyin menfaat dünyasına döndüğü ifade edilen bir devirde hala vatan için canını ortaya koymanın fedakarlığı peşindeler. Sadece Allah korusun, Allah kolaylık versin demekten başka bir ifade bulamadım. Çünkü yaptıkları hizmeti maddi olarak ölçemeyiz.

Denizler, gemiler, balıkçılar, vapurlar... Fırtınalı havalarda açık denizde olan küçük gemilerde görev yapan denizcilerin halini anlatacak kelime yoktur zaten. Allah en çok onlara kolaylık versin. Yine benzer ifade geçiyor belki aklınızdan. "Her işin sıkıntısı var"

Allah halden anlamayanlardan, empati nedir bilmeyenlerden, insafsızlardan korusun  memleketimizi...
(13 Şubat 2017 Pazartesi Saat 12.38)


8 Şubat 2017 Çarşamba

Yağmur Bulutu


"Karlı dağların başında
Salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim içün
Yaşın yaşın ağlar mısın?" Yunus Emre

(08 Şubat 2017 Çarşamba)

Erken çöken akşamın karanlığı, gecenin koyu rengine dönerken,  elimdeki kitap kayıverince dalıp gittiğim koltuktan kalkarak, yatak odasına geçtim. Sükunet bulduğum ender yerlerden biri olan yatağın yumuşak derinliğinde uykuya dalıverdim. Saat 22.10 du yatağı girdiğimde. Ansızın uyandığımda saat 02.35 i gösteriyordu. Gecenin bir vaktinde, yukarıda saç kaplı çatıdan gelen tıpırdılardı uykumdan eden.

Demek ki (daha önce ifade ettiğimiz) beklenen  "indir  "emrini almıştı bulutlar. Hangi açık denizlerden, ne tür sıcaklıklar içinde bekleyerek, nasıl topladıklarını bilemediğimiz buhar/ rutubet/ nemli yüklerini damla damla boşaltmaya başladılar şehrin üzerine.  Aşağıda olan bizler "indir" emrini "yağdır" anlamıyla algılamaktayız. "Yağdır Mevlam su" diye şarkılar düzmüş, yağmayınca yağmur dualarıyla çağırmışız Rahmet yüklü bulutları yöremize, yurdumuza...

Çoğu da felaket  azı da. Herşey kararında ve zamanında olmalı. Çok yağdığında sel olur, siler süpürür  önüne geleni. Kaybolur, boğulur gider nice canlar. Su altında kaldığında tohumlar, ekinler  çürür tarlalarda, balçıktan çamurdan geçilmez olur yollar. Köprüler kaybolur sular altında...

Her şey kararınca olmalı, dengesinde olmalı...

"Yağ" emri neden gelir de "dur emri" gelmez bazen?  Ya da "dur yağma" emri neden "yağ" emrine dönmez o sıcak, kuru günlerde, kavrulduğumuz zamanlarda?

Bir çok açıklama vardır bu konuda; eskiler toplumun yoldan çıktığını ve Yaratanın insanları cezalandırdığını söylerler kısaca. Bilim adamları dünyadaki verileri derleyip toparlayıp çarpar bölerler ve küresel ısınma diye bir kavram ile ifade ederler sebebini... 

Kim neye inanırsa. Ancak ister mistik öğretilere, isterse bilimsel verilere bakalım ana sebep insan. Yoldan çıkmış Ademoğlunun / havvakızının hırslarıyla daha çok üretim, daha çok kar, daha rahat bir hayat sürmek gayesiyle doğal kaynakların harcanması hırsı. Dengeli kullanılabilinse dünya  durdukça yetecek doğal kaynakları, gelecek nesillerinde kullanması gereken, onların haklarını/ istihkaklarını da bugün tüketmek.
Ya da standart dışı, aşırılıklar içinde, hazların zevklerin sınırsızlığına kapılıp kaybolan kirlenen hayatlarıyla,  ahlaksızlıklarıyla. ( Egoizm, benmerkezcilik, bireysellik, hazcılık bir sürü kavram )
   
Olanlar insanın kendi elleriyle işlediklerinin tezahürüdür, sonucudur kısaca...

["Zaten bilin ki başınıza gelen her türlü felaket kendi yaptıklarınız yüzündendir. Bununla birlikte Allah sizi bir çok musibetten de korur." ( Şura Suresi 30 ayet)]



7 Şubat 2017 Salı

Şafak ve Sabah

(07 Şubat 2017 Salı)
Sabahın 07.45 inde apartmanın  yönü batıya doğru olan cümle kapısından adımımı dışarı attığımda hava biraz aydınlanmıştı. Ancak gece sürekli eserek beni tedirgin eden lodos rüzgarının, nice zahmetlerle şehrin üstüne getirdiği, bir kısım kurşuni yağmur bulutları da gelecek bir "yağ" emrini bekliyorlardı.

Fakat bulutların arasından görülen gökyüzü, yığınağın yetersiz olduğunu belli ediyordu. Boşlukların dolması yığınağın tamamlanması için biraz daha zaman / rüzgar gerekiyordu.

Önce güneye doğru 30-40 adım attım sonra sokağın köşesinden sola, doğuya doğru çevirdim yönümü. Yağmur öncesi oluşan rutubetin havayı ılıklaştırdığı bir ortamda pardesümün önü açık olarak, hızlı ve emin adımlarla ilerlerken, sokağın her iki yanında yükselen apartmanların sınırladığı alandan doğu ufkuna baktığımda koyu kurşuni bulut kümelerinin uçlarından yansıyan parlak, açık nar rengi ışığı farkettim. 

Hoş bir renkti. Kış ve lodos sebebiyle hafiflese de etkisini sürdüren soğuğun kasveti ile yağmur bulutlarının kurşuni loşluğu  içindeki havaya rağmen, kendisi görülmese de güneş, ışığını bulutların kendisine yakın doğu uçlarına  yansıtarak açık nar rengi ile  var olduğunu bize farkettirdi. Ümit verdi, yaşama gayreti, mücadele azmi verdi.

Belki de morali bozuk, depresyondaki kişilere, ruh hastalığına duçar olanlara sabahı, şafağı ve güneşin doğuşunu seyrettirmek iyi gelebilir.  Yani, bir açıdan günü ayakta karşılamak günün dertlerini ilk andan itibaren yenmek diye de anlamlandırılabilir. 

Eskiler "sabah güneşi üzerine doğan kişi o günlük nasibini kaybeder" derlerdi.Ve öyle kişilere hayırsız gözüyle bakılırdı eski, çok eski masallarla geçen internetsiz, elektriksiz sakin ve sade zamanlarda... 

Yahya Kemal'in "Aziz İstanbul" şiirinde geçen "sade bir semtini sevmek bile bir ömre deger" dizesindeki gibi,

Şafaklar ve ilk ışıklar için de "sade bir şafağını seyretmek bile bir güne değer" diyebiliriz miyiz ?

(Saat 15.56 işyerinden kuzey tarafa meydana doğru baktığımda gökyüzünde bulut yığınağının tamamlandığını görüyorum. Hava bir hayli karardı. Koyu kurşuni renkli koca koca bulutlar kışlada ictima alanında sayım bekleyen eratlar gibi bekliyorlar.  Artık her an "yağ" emri gelebilir.)

Türkümüz Söylenir Dilden Dillere

07 Şubat 2017 Salı )
Yanlış değilse bilgim, bir  Erzincan türküsünün dizelerinde ;
"Bir güzelin aşığıyım Erenler, 
Onun için taşa tutar el beni, 
gündüz hayalimde gece düşümde" sözleri "kumdan kuma savuruyor yel beni" . diye devam eder gider, dinleyeni ve zamanında yanmışları bir daha yakarak...

Zor olsa gerek !
Sevmek ve sevilmek tamam da. karşılıksız sevilmek, hayallerle yaşamak, gerçekten kopmak, bir sevda uğruna , diyardan diyara savrulmak. Kelime anlamıyla değil yaşanarak ifade edilebilecek bir zorluktur bu. "Ne etkiliyor insanı da o hale geliyor?" diye nice bilim adamı incelemeler yapmış. Kimi, "bilmem ne hormonunun yükselmesi sonucu oluşan bir vak'a" olarak anlatıyor bilimin o soğuk ifadesiyle sevdayı... Acaba öyle mi diye zaman makinası olsaydı da bir Aşık Kerem' e bir Karacaoğlan' a bir Mecnun' a soruverseydik. Neler derlerdi, ne cevaplar verirlerdi acaba bilim adamına, ya da o yanıklardan sille yemeden sağlam olarak tekrar şimdiki çağımıza dönebilirler miydi?

Karşılıklı sevmek ise dünyanın en mutlu insanı yapar seveni ve sevileni, ama o zaman bu güzel hikayelerin kahramanı olur muydu? Bu güzel türküleri yakacak bir insan bulunur muydu? Onların yanmışlığı, hasreti, ızdırabı bizlere türkülerle ulaşıyor ve bizler de yüzyıllar sonra o aşıkların dertleriyle dertlenebiliyoruz.
Yani yare ulaşılmazlık hayal dünyalarına hapsetmiş onları. Sevdikleriyle gezip dolaşmışlar hayal dünyalarında  ve gerçek dünya tad vermez olmuş, yavan gelmiş onlara. Bir başka boyuttan bakar olmuşlar dünyamıza.

Muhlis Akarsu da ;
"Bir Seher Vaktında Düşsek Yollara
Türkümüz Söylenir Dilden Dillere
Anca Kavuşuruz Bizim Ellere
N'olur Gözyaşını Sil De Gidelim."derken iki ulaşılmaza kavuşma hayalini bir arada ifade etmiş. Sıla hasreti ve sevda.
Arada geçen " Türkümüz söylenir dilden dillere" mısrası özetler yukarıdan itibaren anlatmak istediklerimizin esasını.

Benim içimdekini, ancak benim gibi söyleyen,benim gibi anlayan ( ve ağlayan)  anlatır tüm içtenliğiyle.
Sizi bilmem ama efkarlandım .
Türkülere ve Türkçeye sevdam  daha da arttı.

Türkü dinlemek lazım.



2 Şubat 2017 Perşembe

Büyüklük

Büyük olmak. Büyüklük. Bir nesnenin diğer nesneden kütle ve ağırlık olarak daha fazla olması.İri yarı kemikli bir şahıs ile zayıf çıtıpıtı bir şahsın yanyana gelmesi durumunda kıyaslama sonucu daha uzun daha heybetli olana büyük denir. Yaş olarak yaşca büyük, Yanyana iki bina kıyaslandığında daha yüksek daha geniş olana büyük denir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak acaba bu şekilde büyüklük mü, yoksa "büyük adam"ifadesindeki anlamı gibi bir büyüklük mü?
Kocaman binalar yapılır, bir ucundan girildiğinde diğer ucuna ulaşmanın zaman aldığı, merdivenlerden çıktıkça son kata ulaşmada sıkıntı çekilen yükseklikte. Bunlara bakmak, gezmek, oturmak, yaşamak insana ne katkısı olur bilinmez. Dinlenilir, yaşanır ama; gönül huzuru,sükunet, dinginlik bulunmayabilir. Sabah uyanıldığında canlı ancak tadsız tuzsuz bir sabah  ve mutsuz. Nedir bunun sebebi? 
Binaların da ruhları var. Ya da binayı inşa eden mimarın, inşaat ustasının ruhundan, bilgisinden ve tecrübesinden harca karışan elle tutulamayan müşahade edilemeyen ama hissedilen bir başka katkı var. Yeni dönemlerde envayi çeşit kolaylaştırıcı ve güçlendirici malzeme üretilmiş olsa da hiç bir yapı marketinde bulunamayacak bir katkıdır bu.
Binalar, şehirler, yaşam alanları ve evler   toplumların temel değerleriyle örtüşen estetikte/simetride dizayn edilerek inşa edilirse uzaklara kaçan kaybolan o katkılar yeniden binalara gelebilir, o ruh yakalanabilir mi. Ya da bu konuda insanın maddi  ihtiyaçları ile manevi ihtiyaçlarının dengeye oturtulduğu bir optimum nokta bilim insanlarınca bulunup uygulamaya konulabilir mi ?
Sanki dünyada hiç yer kalmamışda bir tek o yaşanılan şehrin bulunduğu alan kalmış gibi üst üste binalar daireler, sık sık tesisler yapmakta çok mahir, halkın oylarıyla seçtiği (-nasıl seçtiği- rantçıların, müteahhitlerle ve emlakçılarla kolkola horonlar teptiği) belediye meclislerinde alınan  (halkın barınma ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kararlar bahanesiyle ) kararlar sonucu bu duruma gelindi. Her şehir birbirinin benzeri kübik yapılarla, sadece isim olarak ve mesafe olarak farklılaştı. Yerleşim yerlerinin nev-i şahsına münhasır hususiyetleri tıraşlandı, kaybolup gitti.


Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...