26 Kasım 2018 Pazartesi

Kayıkçı Nine

Evlerinin bulunduğu çıkmaz sokaktan İzmir caddesine doğru inerken solda Arnavut Remzi Amcaların evi vardı. İki katlı kerpiç evin geniş avlusunun dış duvarları da  kalın kerpiçlerle örülmüştü. Aşağıya doğru inerken bu evin iki kanatlı geniş kapısının yanı başında kerpiç duvara oyulmuş bir yuva göze çarpardı.Yuvanın etrafında bir kaç küçük  ağaç, testi biçiminde oyulmuş bir  taş var idi. Bu küçük yuvanın üst kısımları yukarıya doğru gitgide azalan siyah islerle örtülmüştü. Saman pürçekleri sırıtan sıvalı ve beyaz boyalı duvarda bu siyahlık bir tezat meydana getiriyordu. Yuvanın alt tarafında ise aşağıya doğru incelerek uzayan  kirli ve yapışkan bir akıcı sıvının akarken soğumasından oluşan izler vardı.Yuva 40 cm yükseklik, 15-17 cm genişlik ve derinlikte idi. İçi de isli, kirli ve yağlı idi.
Akşamın alacakaranlığında oradan geçerken bazı ihtiyarlar ninelerin  deliğe eğilerek mum yaktıklarını görünce, o kirli ve yapışkan  maddenin mum eriyiği olduğunu kavramıştı. Mum genellikle Cuma ve Kandil gecelerinde yakılırdı. Karanlığın içinde hava akımının geldiği yönün tersine doğru eğilen alevin nar kırmızısı ışığı çevredeki varlıkların gölgelerini de sağdan sola savurup cevirirdi.
Uzak pencerelerden bakanlar ile yakın pencerelerden o anda dışarı bakan bir kısım sokak sakini ise o ışık dalgalanmasını görünce bir an ürperirlerdi. Özellikle sokaka lambasının ampülünün patladığı günlerde mum ışığının çevresine verdiği ışığın etkisi artardı. Bir gün sonra mumu yakanın yanına uğranarak önceki gece mum ışığının nasıl oynadığını,nasılda parladığını anlatırlardı. Mumu yakan da gerçekten geçen defa yaktığım mumdan daha mı parlaktı ışığı diye meraklı sorularla öğrenmeye çalışırdı o gece mumun yanışına şahit olan değerli misafirlerinden.  Bazı kendini bilmezler her ne kadar rüzgar oynattı olarak adlandırsa da mum ışığının öyle titremesinin, dalgalanmasının onlarca sebebi belli idi. Bir hikmeti vardı. Bu hikmet, içilen kahvelerin ardından dahi bir uzun süre analiz edilirdi. Mumu yakanın niyeti, önceki zamanlarda yaptığı eylemlerinin mahiyeti ile ilişkilendirilirdi.Ve sonra her misafir kendi idraki çerçevesinde aldığı bilgi ile aydınlanmış (!) olarak evine dönerdi.
Karanlıkta  mum yandığı geceler çocuklar yalnız geçemezlerdi. Evden aklı eren biri oraya kadar geçirir ve uzaklaşıncaya kadar beklerdi.

Bazı günler - belki de özel günler-  çoğunlukla ihtiyar ninelerin bu mevki çevresinde dolaşarak  çöpleri topladıkları, çalı süpürgesi ile yerleri süpürdükleri görülürdü.( Bayram ve Ramazan önceleri olabilir.)
Bahar geldiğinde yeşillenen otların ve ağaçların arasında belirsizleşir hiç dikkat çekmezdi. Ancak  bilenler o yuvaya bakarak biraz ayakta dikilirlerdi.( Dua ederlerdi) Bilmeyenler, yabancılar ise yaz ya da kış yeşillik içinde görülmez veya kuru otlar içinde görülür dikkat çeker durumda olsa bile bilmediklerinden önemsemeden hızla geçip giderlerdi. 
O sokağa  taşındıkları ilk aylardan itibaren Rahmetli Annesi de temizlikçiler ve korumacılar kafilesine katılmıştı. İhtiyar ninelerin ve uzak diyarlardan şehre gelmiş,  gurbet uşaklarının yer iz bilmez eşleri de bu kafileye katılırlardı. Sanki bir sosyalleşme, yer edinme, o sokağa kendini kabul etirme zemini idi. Bu ekibin en saygıdeğeri, reisi ise  Uncubozköyden gelip buraya Yunan harbinden sonra yerleşen Kayıkçı Nineydi.( Sadece lakabı bilinirdi.) Bu Nine o yerin tam karşısında otururdu. 
(Kocası Muradiye ile Yuntdağı köyleri arasındaki yol geçişinde Gediz nehri üzerinde kayıkçılık yaparmış. Acaba Kayıkçı Ninenin Annesini çok sevmesin arka planında Annesinin Gediz İlçesinden gelip  Gedizli Hatice olarak tanınmasından mıydı....Çünkü o Gediz Nehri ki kocası rahmetli ye  toplum içinde bir ehemmiyet, saygınlık, rütbe kazandırmıştı. Yuntdağ tarafının en mırmırlı şahsı olsanız bile Gediz çayını geçerken - hele bir de acil işiniz varsa o geçitteki Kayıkçı Amcaya muhtaçsınız. O istemezse yolcu doluncaya kadar beklemek zorundaydınız. Nice eşkiya, nice kanun kaçağı da ona muhtaçtı. Gece acil özel bir iş için geçmek isterseniz kayıkçı bir bahane ile sizi geçirmek istemezse geçemezdiniz... Ne zaman ki köprüler yapıldı... Kayıkçılık da suların dağlardan aldıklarını önlerinde süpürdükleri gibi , silip süpürüldü...O günler geride kaldı. Fakat kayıkçı Amca kadir bilir bir şahış olduğu için yokluğa yoksulluğa düşse de hep saygıyla hatırlanır olmuş, aranıp sorulur olmuş ondan iyilik görenlerce...)
Nine kendisinin bildiği, -ya da bu yazıyı yazan o yaş dönemi dahilinde kendisi bilmese de- bazı özel günlerde  üç ayaklı saçayağını alır,  delikli duvarın karşısında müsait bir noktaya koyarak altına odunları toplayıp üzerine bir tava yerleştirirdi. Tavanın içine Uncubozköydeki zeytinliklerinden çocuklarının ve torunlarının toplayıp yağını çıkartarak getirdikleri zeytinyağından besmeleyle yavaşça dökerdi. Altına yerleştirdiği çırpıları (kurumuş bağ çubukları) odunları üfleye üfleye tutuşturmaya çalışırdı. Ama nefesi yetmez ve yüksek sesle söylenmeye başlardı. Sesleri duyan yakın kapı komşularından evde işi bitenler  koşturur ve Ninenin elinden  yavaşça tutarak kapı kenarına yerleştirdikleri oturağa oturturlardı. Ocağın başına toplanır  üfleyerek tutuştururlardı. Duman  sokağa yayıldıkça kapılar yavaş yavaş açılıp kapanmaya başlar. Kiminin takunya sesli takur tukurlu, kiminin terlik şıpırtılı sessiz adımları ocağın başına doğru yaklaşırdı. Ellerinde kenarları eğri büğrü, altı biraz siyahlaşmış  alimunyum tepsi içinde üzeri örtülmüş bir şeyler getirirlerdi. Diğer ellerinde de küçük oturakları bulunurdu.
Mor renkli, dışında  bir kaç yerinden sırları dökülmüş üstten saplı çinko çaydanlık ile çay bardakları ve şekerlik bulunan çay tepsisi de ninenin yanına yerleştirilirdi. Çay zamanını o bilir ve en genç olan her kimse yanına çağırır  çayları dağıttırırdı. Nine hem çayını içer hem de uzaktan seslenirdi. Ateşe çırpı atın yavrum? Ayşe yağ kızdı mı? Fatma  hamurları tavaya düzgün yerleştir! Hasibe pişileri yakma, hemen çevir! Güllü önce şu bekleyen çocuklara ver sevabına! Sonra konu komşuya dağıtırız! Şadiye sen de evde yatan kayınbabana  götürmeyi unutma. Benden de selam söyle Allah şifa versin!...
 (O da  ateşin başında dumandan gözleri yansa da bir sıcak pişi için dünyadaki en önemli işi olan oyunu bırakıp  bekleyenlerden biri idi. )

Pişiyi bir gazete kağıdına sarıp veren teyze -aman yanmayın soğuyunca yersiniz- dese de, kim dinler  ki...Ofuldaya pufuldaya üfüre üfüre yemeye başlardı çocuklar. Çünkü geç yiyen ve bekleyen kişi ana kuzusu olduğunu ispatlamış olurdu. Ama o sıcak pişiyi - ya da dağıtılan her ne ise- Bazen kazanda kaynayan sonra yerlere serilen bulguru, bazen saçtan yeni alınmış gözlemeyi, yufkayı...- sıcak sıcak yiyen diğerlerinin gözünde sanki kale fetheden Malkoçoğlu olurdu . İşte çocuklukta en önemli nokta burasıdır. Akranlarınca önemsenmek. Bu ergenlik dönemi sonuna kadar ademoğlunun/havvakızının davranışlarını yönlendirir....
İşte bazı geceler İzmir caddesinden yukarıya eve  doğru giderken eğer bir de elektrikler kesilmişse, veyahut sokak lambasının ampulü patlamışsa kimseye ifade edemediği korkusuyla başbaşa kalır sokağın İzmir caddesine birleştiği noktada beklerdi. Caddenin köşesinde oyalanır ki bir kişi yukarı dönsün o da onun arkasına takılsın ve o geçidi sükunetle atlasın...Bu arada önünden giden,ardına takıldığı kişiye korktuğunu farkettirmesin....
Öndeki arkasından gelen yeni yetmenin korkusunu anlamaz gibi  görünse de, yıllar önce kendisinin aynı korkuyla nasıl arka sokaklardan eve geldiğini unutmamıştır... Karanlıkta belli belirsiz bir gülümseme ile  "sen küllahıma anlat küçük bey" deyip karanlığa doğru yürümeye devam ederdi...

14 Kasım 2018 Çarşamba

Kasım Güneşi

15 Kasım sabahının ilk güneşi bölümde mesul olarak görev yapan, yakında emekli olacak personelin (*) açık alnına vurup içeriye yansımıştı. Yanına gelen karşı tarafta oturan diğer memureye hararetle birşeyler anlatıyordu. Ön tarafında dökülen saçları nedeniyle  kafasını ileri geri salladıkça başına vuran parlak güneş bir an kayboluyor, kafasını öne indirince yine ışıltılar saçmaya başlıyordu. Sohbetin harareti devam ettikçe konunun gidişatına bağlı olarak bu gidip gelmeler bir süre devam etti. Sonra içeriye giren 4/c li hademenin bir sözüne gülerek başını geri çekti.  Odanın kendine ait köşesindeki loşluğun içinde çevresini kolaçan etmeye başladı. Odanın zamanla değişen havası, ya da gündemi ile konuşmaları konudan konuya akıp gitti.

Yüksek yetkili resmi müessesenin bu kritik önemdeki bölümünde öğle  istirahatına kadar sürecek, her gün benzerleri yaşanan  gidişattı.
Sonra dönen dünyanın güneşe pozisyonu değiştiği için güneş bir an kayboldu ve önce pencere kenarlarına ardından müessesenin dış duvarlarına doğru çoğaldı gölgeler. Odanın içini bir hoş loşluk işgal etmeye başladı. 
Ancak kendilerine göre çeşitli konular bulan iki bayan misafirin de dahil olduğu derin sohbet içinde havadaki, ışıktaki değişim  bu önemli müessesenin değerli çalışanlarınca farkedilemedi bile.
O ise kafasının içini nice  zamandır meşgul eden sıkıntısını önünde çalışmak için yerleştirilen cihazın ekranına yazdığı kelimelerle paylaşarak çözümler arıyordu. Önüne çıkan çözümlere cesaret edip girişemiyordu. Bu arada bulduğu çözümü başkaları da bulup kendi sıkıntılarını çözdüklerinde ise içini yine sıkıntı dolduruyordu.

(*) -Bölüm mesulü olan personelin hassas bir yapısı vardı. Titizdi ve mükemmeliyeti arayan bir kişiliği vardı. Uzun yıllar görev yaptığı kasabasının belediyesinin sıkıntıları ile saçını başını dağıtmıştı. O kadar ki belediyeye girmeden evvel samimi olduğu belediyede görevli bazı arkadaşları o belediyede görev yaptığı ve sorumlu müdür olduğu zamanlardan sonra kendisinden çekinir olmuşlardı. Hiçbir yanlışı affetmiyordu. Bu ceza vermek anlamında değil hatalarını söyleyerek kendilerine çeki düzen vermelerini istemesindendi. Kasabanın iyiliği için, iyi olduğu bazı dostlarıyla kötü olmuştu. Ve bir ara gösterdiği gençlik fotoğrafı ile şimdiki hali siması  arasında belirgin bir fark vardı.Tanımayan aynı kişi olduğuna inanmayabilirdi. Bu böyledir. Vatandaşın sevdiği kişiler onlardan bedel istemeyen hep yediren kendisine şirin gözükenlerdir. Vatandaş kendisine sorumluluğunu hatırlatanlardan, acı gerçekleri ifade edenlerden  hoşlanmazlar. Bir gün herşey berbat olduğunda ise sadece "ellerim kırılsaydı da" diye beddua edip, hayatlarına ( yani daha rezil olarak) daha alt seviyede devam ederler. Doğru söyleyen nerede olursa olsun fazla sevilmez. )

   

İzin

Pazartesi izin dönüşünün ilk günü idi. Yaklaşık iki haftalık izin sürecinin ardından göreve başladığı ilk gün değil ikinci hatta üçüncü günde dahi hala izin modunda olduğu dıştan gözlemleyen arkadaşlarınca farkedilip şakayla karışık ifade edilir olmuştu. Ama ne yapabilirdi ki içindeki devinimsizliği devinime çevirebilecek bir gücü kalmadıysa, oturup düşünmek ve çevreyi dinlemekten başka ne yapılabilirdi?  
Çalışma masasının önündeki dar koridorda olurlar, ifadeler, son gün, mahkeme, yazı gelmedi sözlerinin geçtiği telaşlı konuşmalar içinde odadan  odaya  koşuşturanların arasına günün belirli vakitlerinde elindeki çay tepsisiyle içeri giren -bezgin yüz ifadeli- 4/C sıfatlı tekel mağduru hademeler ise ortalığa biraz olsun sükunet serpiyorlardı. 
Çalıştığı yer şehrin en yetkili resmi müessesesi idi. Ve bu müessesede en alçak boylu olan, en çok telaş ve panik üreten (telaş makinası olan) bir şahıs ise çalıştığı birimin sorumlusu olarak görev yapmaktaydı. Onu gördükçe tersine kendisinin daha da sakinlediğini, sakinliğin ne güzel bir insani haslet olduğunun farkına varıyordu. 
Ve birim sorumlusu yetkilinin kendi şahsına yönelen övücü sitayişkar ifadelerin samimiyetine dair hiç kuşku duymadan hemen inanarak dakikalık  hatta saniyelik bir süre içinde o samimi havaya (!) dalması benimsemesi bir harikaydı. Daha da harika olanı ise, bir kaç dakika sonra odasına giren diğer bir misafir ile bir önceki hakkında eleştirilerini hiç sıkılmadan yine aynı içtenlikle yeni gelene ifade edebilmesiydi. Bu özellik o yüksek yetkili müessesede hiç kimsede bulunmadığı gibi, kendisi de belki bu özelliğinin bilincinde değildi. Bu onun içtengelen doğal karakteristik  bir hususiyetiydi.  
Ancak yine de hakkını yememek lazımdı. Kendi dünyası içinde şahsından bizzat yardım destek isteyenlere hiç bir gocunmaya girmeden pervasızca yardım etmeye çalıştığı da bir başka gerçekti. Sadece onun varlığı ve ehemmiyetini kabul ederek bilgi ve deneyimine güvendiğini uygun dille ifade edebilenlere  sınırsız destek vermesi onun çevresindekilerce tam anlaşılamayan bir başka özelliğiydi...
Anlaşılamıyordu, çünkü uzun yaşam süresi içinde biriktirdiği olumlu olumsuz nice hayat deneyiminin onu getirdiği mecra (aslında herkeste de böyledir.) herkesten farklı bir yer idi. Nasıl ki yüksek dağlardan akıp denizin kıyısında deltaya yayılan milli çamurlu toprak, geldiği dağların farklı yerlerine yağan yağmur ve sellerden ötürü farklı renk ve özellikte oluyorsa; İnsan da öyledir. 
O da Doğu Anadolunun yüksek zirvelerle karlı dağlarla çevrili yaylalarından kıvrıla kıvrıla akıp giden çaylar gibi aka aka kendini bu şehirde bulmuştu. tabii ki getirdiği miller kumlar ve çamurlar da diğerlerinden farklıydı. 
Bu nedenle -kimse kabul etmese de- kendince  haklıydı. Ve yine bu nedenle kim ne düşünürse düşünsün kendi dünyasında mutluydu.
Dedesinin yanında İşviçrenin Alp dağlarında yaşayan, etrafındaki her olayı olumlu yönden gören ve yoran iyi niyetli, yetim Polyannanın hikayesini  okumasa bile, çocukluğunun acıları içinde -Anadolunun doğusundaki karlı dağlarda- yüreğinde bir nevi kendi Polyannasını geliştirmişti. 

salça

"Herşeye karışma"  anlamında argoda bir terim vardır. "salça olma" nereden esinlenerek  uydurulduğu anlaşılamaz bir terim değildir. Yeri geldiğinde samimiyetin derecesine bağlı olarak kişiler arasında kullanılan arka sokakların diline dahil edilen bir ifadedir.
Derin dondurucular, buzdolapları çağı gelmeden çok önceki tarih çağlarında kurutma ve tuzlama bir saklama  yöntemi olarak kullanılırdı. Kurutma ve tuzlama çürümeyi önlerdi. Ancak yeni suni soğukluk çağı başlayalıberi şoklanmış taze meyva ve sebzeler zuhur etmeye başlasa da sofralarda. Bu çağın geçiş dönemini yaşayan kuşak hala hayatta olduğundan salça ve pestil, et ve kuyruk yağı kavurması  benzeri kişisel üretim mamullerinin bazıları  kullanılmaya devam edilmektedir. Fakat  çamaşır ipinde tuzlanmış kurban eti mandallandığını hiç bir zaman göremeyecekler ve neden böyle yapıldığını bilemeyeceklerdir.
Yeni nesil (g kuşağı), nasıl salça yapılacağını bilemeyeceğinden zaten kaybolup gidecek ve belki de yüzyıllar sonra gelecek şehirlerin arka sokaklarında yaşayan g kuşağı bitirimleri kendi aralarında "salça olma " dediklerinde/ ya da sosyal medya ile mesajlar alıp verdiklerinde-  mecazını bilseler bile, gerçekte salçanın ne menem bir şey olduğunu bilemeyeceklerdi.
Salça;  her an her yerde her evde bulunabilmesi, domates yokluğunda yerine ikame edilebilmesi,  bir çok  yemekte tad ve renk vermesi için kullanılan bir lezzet katkısı olması nedeniyle Türk mutfağının vazgeçilmezlerindendir.
İşte bu nedenledir ki argo  terminolojisinde her konuya karışan, müdahele eden şahısları durdurmak / susturmak / pasifize etmek için yerinde bir benzetmeyle  kullanılmaktadır. Bu mecaz ifadeyi ortaya çıkaran sivri akıllı her kim ise doğru bir tercih yapmıştır. 
 Yemek tarifelerinin hazırlık listeleri içinde bir yemek kaşık salça olarak girizgah bulan. Ardından  "tencerede yağda kavrulan soğanın için katarak karıştırınız" diye devam edegelen bu domates özütünün önemi/ehemmiyeti ise,  aç kaldığınızda ve evde yemek bulamadığınızda bir dilim ekmeğin üzerine sürerek ısırdığınızda - ağzınızın şapırtısıyla- daha iyi anlaşılır.

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...