28 Ocak 2019 Pazartesi

Geçmişte Kalanlar.

Geçmişte Kalanlar

Uzun kış gecelerinde ocakbaşına topladığı torunlarına;  Ardı ardına sıralanmış uzayıp giden çivisiz ve tekerlekleri yağsızlıktan gıcım gıcım gıcırdayan mühimmat yüklü kağnısıyla beraber, çamurlu, soğuk ve karlı yollarda, geceler boyu süren seferlerini anlatırdı. O seferler esnasında yanlarında beraberce yürüyen, çamura saplandıklarında bir kısmı arkadan iten bir kısmı önden çekerek saplandıkları çamurdan kurtarmaya çalışanları, sabah olmadan kuytu bir yer bulmak görünmemek, gizlenebilmek telaşıyla koşuşturanları, sürücülerin soğuktan çatlamış ve katmer katmer çamur bağlamış elleriyle öküzlerin sırtlarını sıvazlarken, adeta yalvarır gibi serzenişlerini hatırlardı ve anlatırdı. Çünkü birinin durması ardından gelen diğerlerinin de durması demekti. Yürüyeceklerdi, durmak beklemek yoktu. 

Menzile yaklaştıklarını uzaktan duyulan top sesleriyle anlarlardı. Dönen araçlardaki yaralıların acılı ancak huzurlu, durgun tavırlarını, cehennemi andıran ve yaklaştıkça gitgide artan top seslerini, dağların ardından yükselen dumanları gördükçe, biraz daha hızlı daha bir gayretle ilerlemeye çalışırlardı. Sanki yetişemezlerse felaket daha da büyüyecekmiş, yetişirlerse felaketi azaltacaklarımış gibi bir duyguyla bata çıka devam ederlerdi. Torunları, ocaktaki ateşten  duvarlara yansıyan ışık oyunlarından da ürkerek birbirine sokularak can kulaklarıyla dinlerledi ebelerini. Çünkü her zaman denk gelemezlerdi.
..   
Ebe ise, beli bükülmüş, gözlerinin feri çekilmiş, gitgide az duymaya başlayan kulaklarına rağmen etrafında farkedebildiği her dudak hareketini anlamaya, dudağın sahibine anladığı kadarıyla cevaplamaya çalışırdı. Ancak anladığı şey orada konuşulanlardan farklı olduğunda  yanında bulunanlar ona belli etmeden gülümserlerdi. Belli etmemeye çalışırlardı. Çünkü onun üzülmesini, kendini dışlanmış olarak hissetmesini istemezlerdi. Saygı duyarlardı. O acı ateş ve kan dolu eski zamanlardan kalan yadigardı.

İhtiyarın evinin bir odasında, kireçleri kenardaki eşyaların üzerine pul pul dökülmüş  kerpiç duvarın  köşesine yasladığı nodulu paslanmış eski kırık övendire, kerpiç duvara  oyulmuş gibi duran camekansız iki sıralı tahta  rafta , renkli yünlerden örülmüş ip bağlı kemik saplı bir çakı, ve o tozlu ortamda hala ilk günkü gibi parıldayan eşinin  hatırası madalya vardı. 
Odaya girenlerin de farkettiği diğer eşyaların üzeri tozlanmışken o madalya pırıl pırıldı. Her sabah  kalktığında evvela madalyayı okşar gibi siler, namazı bitirir bitirmez, ellerini açarak yaşlı gözlerle dua ederdi. Kulakları duyamaz olduğundan sesini ayarlayamaz, dudaklarından dökülen  dua mırıltıları yan odada bulunan evlatları,torunları tarafından bile duyulurdu.
Evdekiler o duaları duymadan  ve o dualara kendileri de içten gönülden iştirak etmeden  işe başlarlarsa, sanki o gün işleri güçleri ters gidecekmiş gibi, sanki düşman yeniden gelecekmiş gibi bir korku hissederlerdi.

Bazı günlerde  "Eliniz ayağınız tutarken gidebildiğiniz kadar gidelim" diyerek eşinin  yakın köydeki silah arkadaşının mezarına yollardı oğlunu ve torununu, "beraber harbettikleri  rahmetli olmuş gocadamın  arkadaşlarını da ziyaret edin yavrularım." diyerek ( Eşine gocadam derdi.yani koca adam, büyük adam)

Mübarek günlerde, bayramlarda  da öncelikli vazifesi okumaktı. Hava soğuk hava yağmurlu hava karlıysa evde eşyalarının durduğu yüklüğün yanına pencereye yakın bir yere rahlesini torunlarına koydurur, kendi gözleri seçemediğinden güzel sesli olan büyük torununa okuturdu. Torunu ebesi duyabilsin diye sesini yükseltirdi.
O da bir ritimle ileri geri belli belirsiz sallanmaya başlar, göz pınarlarından akan yaşları tutamaz, gayri ihtiyari yüzünü kol yenleriyle silerdi.

Bir bayram günü  iş bularak şehre yerleşen damadıyla küçük kızı ve ilkokula giden biricik yavrularıyla ziyarete gelmişlerdi. Evdekilerle beraber her yeri baştan aşağı temizlemişlerdi. Ancak Onun devamlı bulunduğu odada sırtlarını dayadıkları  ot dolu kıtıkları, yer minderini ve kilimi silip süpürseler de duvara dayalı övendire ile raftaki çakı ve madalyaya dokunamamışlardı.

Küçük torunu merakla sordu, "Ebe neden elletmiyorsun? Siliverelim." 

"Olmaz yavrum" dedi.  "O övendirenin nodulunda öküzleri zorladığım zamanların izleri, sapında terli çamurlu ellerimin kirleri, Milli Mücadele günlerinin hatırası, kokusu hala duruyor. Silindiğinde sanki unutuverecekmişim. "
-Ebe eski övendire ne işe yarar ki, öküz mü kaldı, saban mı kaldı, kağnı mı kaldı?
-Belki lazım olur yavrum.
-Neye yarar Ebe? Düşman yeniden  gelirse Yeniden Milli Mücadele yapmak için mi?
-İşte şimdi doğruyu buldun. Benim akıl erdiremediğimi söyledin.
-Unutmamak için, geçmişi hafızamızda canlı tutmak için,  yani dediğin gibi Yeniden Milli Mücadele yapmak için...


 Kağnı:Öküzlerin çektiği tahta tekerlekli araba.(tdk sözlük)
 Üvendire:Hayvan dürtmeye yarayan ucu sivri demirli değnek.(tdk sözlük)
 Nodul: Üvendirenin ucundaki sivri demir.(tdk sözlük)

(M. Aslınur OYAN) 31.01.2018

Fırındaki Resim Sergisi

30.10.2017

       Sanat okulunu yeni bitirmiştim. Hemen bir iş bulma imkanı yoktu. Bu arada önceki yaz çalıştığım kara fırından işe devam etmemi istediler. Boş durmaktansa çalışmak kazanmak iyiydi. Haziran sonunda çalışmaya başladım. Ben dahil beş kişiydik. Patron kürekte,  Sertif, Hamza Abi ve İbrahim hamurhanede çalışıyorlardı.Tezgahtan ekmek satmak, kabarmış mayalanmış ekmek hamurlarını aşağıya indirmek, fırın ağzına yerleştirmek ve pişen ekmekler fırından çıktığında camekana sıralamak, fırına depodan odun getirmek, ateşi takip etmek ve yakın bakkallara ekmek götürmek ise bana ait görevlerdendi.
       Patron hariç hepimiz yirmi yaşından küçüktük. Fırının sadece üç hamurcusunun girdiği hamurhanesinin sıvaları dökülmüş ve un tozlarına bulanmış duvarlarında,  gazetelerden kesilerek hamurla yapıştırılmış değişik nahoş resimler mevcuttu. Bu resimlerin fırına uygun olmadığını söylesem de  Hamza Abiyi aşamıyordum.  

        Günlerden bir gün Hamza Abinin askerliği çıktı. İşten ayrıldı. Askere gitti. Artık fırında dört kişiydik. Onun gittiği günün ertesinde eleman yetersizliğindenzaman zaman  hamuru tartıp yuvarlayarak ekmek  hazırlamaya da yardım etmeye başladım. Artık hamurhaneye girme imkanım olduğundan hemen duvardaki nahoş resimleri söktüm.

           Bayrak dergisinin ilk sayılarının çıktığı o günlerde yakınımızda bulunan bir işyerinde (Anakoç Gıda Pazarı)  Yeniden Milli Mücadele Dergisinin eski sayılarını görmüştüm. Her sayıdan birer tane seçerek tartmış, yerine aynı ağırlıkta eski gazete vermiştim.

         Vakit buldukça söktüğüm resimlerin yerlerine  eski (özür-tarih olarak fikir olarak değil) Yeniden Milli Mücadele dergilerden beğendiğim kapak resimlerini A3 boyutunda kopyalayarak yapıştırmaya başladım. Nahoş resimlerin yerine yapıştırdığım yeni yazılar, şekiller resimler, grafiklere çalışanlardan hiç kimse bir şey demedi. Teşvik eden de olmadı. Sükut ikrardan mıydı? Her yeni gün bir kaç resimle geliyor, hamurla duvara yeni kopyaladığım resimleri yapıştırıyordum.
     
       Hatırladığım ve kopyalayıp yapıştırdığım bir slogan; "Milli Harp Sanayii Savsaklanamaz" ve altında daire içinde bir tank resmi bulunan kapak. Buna benzer kopyaladığım nice dergi kapağı sıra sıra duvarları dolduruyordu.

    Günlerim yeni günleri kovalayıp dururken, bir gece   fırının önüne saat 23.30 sıraları şehrin batı tarafından hızla gelen   yeşil renkli Renault otomobil yanaştı. İçinden telaşı her halinden belli olan yaşlı bir astsubay indi. Fırında ne kadar ekmek olduğunu sordu. Söyledik. Ücretini ödeyerek acele bagaja yerleştirmemizi istedi. Yerleştirdik. U dönüşüyle geriye batı kışlaya doğru hızla uzaklaşıp gitti.
        ...
   Her zamanki mutad işlerimizle uğraşırken sabah oldu. Cuma sabahıydı. Şehirde hareket başlamamıştı. Saat 06.30 sularında Babamın da çalıştığı Pamuklu Mensucat Fabrikasına sabah vardiyasına gidecek işçilerin otobüs durağından geriye doğru geldiklerini gördük. "İhtilal olmuş o sebeple otobüs gelmeyecek biz de evimize gidiyoruz" dediler.

       Fırına fazla uzak olmayan eve aceleyle giderek küçük pilli cep radyomu aldım. Radyoda Hasan Mutlucan kahramanlık türküleri söylüyordu. O anda 1974 Kıbrıs Harekatı zamanlarını hatırladık. İhtilal olduğuna kanaat getirmiştik.
                ...
     12 Eylül harekatı birinci haftasını doldurmuştu. İlk geceden itibaren fırına askeri cemse ile  nöbetçi bırakılmaya başlanmıştı. İki saatlik nöbet bitince bir araç gelir önceki nöbetçiyi alır yerine elinde kırıkkale tüfeğiyle başka bir  nöbetçi bırakırdı.

      Sabah nöbet değişimine gelen araçta, araç komutanı olan sarışın ufak tefek genç teğmen cemseden indiğinde patron bir çay tutuşturdu eline. 

         O sırada göz kapaklarına kadar un tozuna bulanmış iki genç  fırının üst katındaki hamurhaneden güle oynaya aşağıya çay içmeye iniyordu. Dışarıya çıkıp ellerine aldıkları süpürge ile birbirlerinin tozlarını bir kenarda silkeledikten sonra çaylarını aldılar.

       Teğmen, iki gencin indiği  beyaz un tozları bürümüş hamurhanenin kapısına doğru baktı.  Merdiveni tırmandı ve fırının hamurhanesini merakla incelemeye başladı.
       
        Aradaki boşluktan hamurhanedeki teğmeni takip ediyordum. Duvardaki resimlerin üzerine doğru eğiliyor  tek tek inceliyordu. Sanki bir resim galerisinde dolaşıyormuş gibi her şeklin, ifadenin, resmin, yazının  önünde duruyor, bakıyor, düşünüyor ve bir sonrakine geçiyordu.  Bir ara yanına gittim." Kim yaptı bunları?" dedi. "Ben yaptım" dedim.  

        Duvarları resimlerle bezeyen olarak, ihtilalin sıcak zamanlarında yapılan incelemenin nasıl bir sonla biteceğini heyecanla beklemeye başladım. 

        Yaklaşık on beş dakika geçmesine rağmen gergin beklemenin stresiyle, çok uzun gibi gelen bir süreden sonra, teğmen elinde soğumuş çay bardağı ile aşağıya indi, şöyle bir gözlerime baktı. Çaya teşekkür ederek cemseye bindi gitti.
       
         17 yaşında bir genç olarak  yeni bir heyecana, yeni bir riske  giremezdim.

         Sergimi  güçlü ileri ve mutlu bir Türkiye de açmak üzere kapattım.


10 Ocak 2019 Perşembe

Ocak Yağmurları

Sabah işyerine gelirken sağındaki yani güneyindeki dağlara baktı. Beyaz örtüsü ile muhteşem olduğu kadar ürküten bir yanı vardı dağın ve kayalıklarının. Gece boyu süren fırtına dinmiş, yerini yağmura bırakmıştı. Yağmur zamanla dağların beyaz heybetini silmeye başlamıştı bile... 
Yeryüzüne düşen yağmur damlalarının çokluğu ve ilk anda nereye gideceğini bilemeden çırpınmaları, onun paçalarını ıslatıyorsa da memnundu. "Yağmur berekettir" dedi. Sıçrayarak yere düşen damlalar bir araya gelerek birikiyorlar ve kendilerince bir yön bulup hedeflerine doğru inmeye başlıyorlardı. İnsanoğlunun "akmaya başladılar" dedikleri aşağıya, büyük denize doğru bir yönelişti bu. 
Büyük deniz onları mahşeriydi sanki. Sıcak havalarda denizlerden bulutlara yükseliyor, gökyüzünde diyar diyar gezerken,  takdir edilmiş bir mevkiye geldiklerinde aniden soğuyuveren havanın tesiriyle birbirlerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar ve -gözyaşları mı denir, yağmur mu denir- yeryüzünün bir noktasına düşüyorlardı. 
Hüzünlenerek düştükleri o noktada bulunan diğer canlılar ise mutlulukla hayatlarını kurtardıkları için onlara seviyorlardı. Bir yanda ayrılışın hüznü diğer yanda inmenin sevinci....Garip...
Yunus Emre; 
"Karlı dağların başında,
  Salkım salkım olan bulut,
  Saçın çözüp benim için,
  Yaşın yaşın ağlar mısın?" derken şiirinde yüzyıllar evvel keşfetmiş bu açmazı, 
Bize de -sayfayı doldurarak zihni günün sıkıntılarından sıyırmak için- tekrar etmek düşmüş.
Biz memleketin batısında yağmurlardan bahsederken, Değerli bir Arkadaşımız da memleketin kuzey batısında dalgalardan, denizden, balıklardan bahsediyor, fotoğraflar çekiyor, hayatına yenilikler, yeni keşifler ekliyor. Eklesin sağlıklı ve mutlu olsun. Niyazımız budur...10.01.2019...17.35

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...