11 Kasım 2013 Pazartesi

Döndü Ebemin Anlattıkları 2

Bu yaz Ağustos ayında Kütahya da Muzaffer Amcamın Kızı Hamide nin biricik kızı Esra nın  düğününden   dönüşte Köye uğradık.
Biz sürekli gelemediğimiz için yılda bir kaç zaman kullanılan bu evi onurlandırmak için gelirdi. Sevinirdik. Eline ayağına üşenmez,tatlı diliyle uzun uzun dualar okurdu bize.
Yine öyle oldu.Ebemle tekrar bir araya  geldik. Babam ben Aslınur,Gülsüm bir arada iken evimize geldi oturduk, hal hatır sorduk.Elimizde kamera vardı. Çalıştırdık.Sorular sorduk.Uzun bir süre yaklaşık 55-60 dakika bize eskilerden anlattı,anlattı,anlattı...
 Biz  kamerayla kaydettiğimiz için sevinçliydik.Konuşma bittikten sonra kaydettiğimizi incelediğimizde,sessiz modda kayda aldığımız anlaşıldı.Üzüldük..Keşke ilk anda kontrol etse idik dedik...

İş o gün anlattıklarından hafızamda kalanları yazmaya çalışacağım.

Köyün üst tarafında bulunan Muzaffer Amcalarımın bahçesine köyde amele bulunamadığından uzak köylerden iki işçi gelmiş.Ebemde oradaymış.
Ebem amelelerden birine -"sen o köyden Koca Ömerin nesi oluyorsun aynı ona benziyorsun" diyerek ismini sormuş,
 İşçi, Ebemin kendi dedesini tanımasına hayret etmiş, dedesine benzetilmesinden,dedesinin bu yörelerde tanınan bir şahıs olmasından dolayı kıvanç duymuş olmalı ki gülümseyerek;
-"Benim adımda Ömer,bana dedemin adını koymuşlar.Dedem Hacıydı"...v.s diyerekdedesinden övgüyle bahsetmiş,
-"Nereden tanıyorsun dedemi Ebe" diye sormuş Ömer adındaki işçi.

Ebem "Senin dedene hakkımı helal etmiyorum"demiş.
Birden bire gelen bu çarpıcı sözden dolayı şaşırmış -"Neden Ebe demiş" İşçi Ömer.;
Anlatmış Ebem:
"Küçüktüm, yoksulluk yılları birkaç keçinin peşinde (Eliyle işaret ederek) Şu ilerde gördüğünüz uluyol un ardında Turgutlar tarafındaki damımızın yakınlarında ağamla beraber.hayvan/keçi  güdüyorduk.Keçilerin içinde bir tanesi pırıl pırıl sarı rengiyle ,güzelliğiyle dikkat çekiyordu. Sarılığından dolayı ona sarı gevur ismini takmıştık.O keçiyi çok seviyorduk,gözümüz gibi bakıyorduk.
Günlerden bir gün  yine dağlarda,bayırlarda sürü güderken sürümüzün yanına deden Koca Ömer geldi.  Bizim sarı keçiyi zorla aldı. Sırtladı götürmeye başladı. Gücü kuvvet bizden çok daha fazlaydı.
Ağam arkasından koştursa da bağırıp çağırsa da nafile, vermedi.
"Bak kardeşim ben bu hayvanı almaya karar verdim, fazla üstüme gelme sana zarar veririm" demesi üzerine  ağam takipten vazgeçmk zorunda kaldı.
Biz ağlayarak eve döndük.
Babamıza anlattık.Babam da gidip istedi.
Babama "Bayram Ağa,çocuklar yanlış görmüşlerdir. Ben öyle bir şey yapmadım" demiş.
-"Çocuklara mı bana mı inanıyorsun" demiş.
Etrafında başka insanlar da olduğundan ve köylerinde sözü geçen biri olduğundan inanmamış köylüleri de -"Bayram ağa yanlışlık var,yapmaz Koca Ömer böyle bir şey" demişler.

-"Biz ağamla ikimiz biliyoruz onun yaptığını ancak gücümüz yetmedi.alamadık.O  yoksulluğumuzun içinde Babam annem,kardeşlerim,biraz daha fazla debelenmeye başladık deden yüzünden .
İşte bu yüzden hakkım helal etmiyorum." demiş.
İşçiler üzülmüşler,düşünmüşler,-"Ebe hakkını helal ediver" demişler ama nafile.
İşçi Ömer akşam iş dönüşünde köyde bulunan babasına ve akrabalarına durumu anlatmış.
Günler sonra akrabalarından sözü geçen ağırbaşlı bazı kimseler Ebemi ziyarete gelerek elini öpüp dedeleri için helallik istemişler bir kaç kez..
Ancak Ebem "nasıl helal olsun diyeyim.Kardeşlerim vardı hakkı olan.O yıllardan bu yıllara nice nice torunlarımız oldu.Kardeşlerim vefat etti.Hak uzayıp gitti.Ben helal ettim demekle bitmez ki.Kardeşlerimin ve çocuklarıımızın ve torunlarımızın ve onların çocuklarının hepsinin hakları var o sarı gevur adındaki keçide.Sarı gevur  keçimiz kesilmeyip üreseydi.80 yıl  boyunca soydan soya üreye üreye sürümüzün sayısı ne hale gelecekti. Nereden bileyim. Ben onlar adına helal olsun diyemem" demiş.
-"Ahirette helalleşsinler" demiş.

Ve hala belki ikna ederiz ümidiyle,eski günlerin, hem de dedelerinin anısına ,saygıları ve sevgilerinden gelip el öpüp giderlermiş...

(Ben Koca Ömer diye hatırlıyorum ancak emin de değilim.)

İkinci bir hatıra.

" Dedemin bir uzun bıçağı,palası,kaması vardı.Üzerinde kılıfı vardı.Turgutlardaki evimizin bir odasında duvarda asılı dururdu.(Ebem bazen tarif ederken aletlerin isimlerini karıştırıyor.Pala,bıçak,kama,kılıç,kılıcın kını ...ben kılıç diyeceğim doğrusunun ne olduğu geçmişte kaldı.)
 Turgutlar da bulunan damlarına bir gün köyden Dedemin  yakın bir arkadaşı gelmiş.-"Kardeş,Senin duvarda asılı kılıcını bir günlüğüne bize verirmisin.Bir yere gideceğiz tehlikeli.Dağda bayırda başımıza bir iş gelmesin." demişler. Dedemin içini bir şüphe / korku kemirmeye başlamış,başlamış ama arkadaşını da kıramamış.Vermiş kılıcı."- Aman dikkat edin." demiş.
Birkaç gün sonra eve jandarmalar gelmiş Dedemi alıp gitmişler.Dedemin babası ne derse desin ikna edememiş zaptiyeleri,
Zaptiyeler,"bize, mahkemeye çıkacak,alın gelin emrini verdiler"demişler.Dedemi Gediz e oradan Kütahya ya götürmüşler.
Sebebi gece vakti kimliği belirsiz kişilerce bir kız kaçırılmış yakın köylerde.Kaçırma esnasında ev halkına da zarar verilmiş.Yerde ise  bir kılıç yatıyormuş.Sormuşlar soruşturmuşlar bu kılıcın dedemin olduğu ortaya çıkmış.
Bilinen bir kılıçmış bu.Hangi savaşlarda kimlerle beraber kullanıldı ise köylülerce bilinirmiş. Ya da üstünde bir işaret,nişane mi vardı.
Bu delile dayanarak dedemi tutuklamışlar.Ne anlatsalarda biz yapmadık deseler de yerdeki delilden dolayı suçlanmışlar.
Dedemin babası Kütahyada süren mahkemeler esnasında tarlalarını mallarını yavaş yavaş satmış oğlu hapisten çıksın diye avukatlara yedirmiş.
Sonunda mahkeme sonuçlanmış ve dedem uzak yerlerde bulunan bir adaya hapsedilmiş.
Bu arada babası iyice yoksullaşmış. İhtiyarlamış.kaç yıl geçtiyse Yıllar yılları kovalamış ve bir gün dedem hapisten çıkıp gelmiş.Oğlu geldi diye babası da kardeşleri de çocukları da çok sevinmişler.
Dedem heybesinde sarı renkli içi sulu meyvalar çıkarmış.İlk defa görmüşler böyle meyvaları. Şaşırmışlar.
 -"Benim hapsolduğum adada her tarafta bu meyva ağaçları vardı."demiş dedem.Hapishanede tavandan bitler bir yumruk gibi üstüste imiş ve tavandan yere top halinde düşüp dağılırlarmış,dökülürlermiş...

Bu arada Ebemin sözünü kestim."Ebe" dedim" Kıbrıs olabilir mi.Çünlkü orada portakal mandalina ağaçları çok"
Ebem" Ne bileyim ben oğlum" dedi..

Ben de" Eğer Kıbrıs ise İsmail Amcamda aynı yere askere gitti.Gazi oldu "dedim."Yani dedende,Amcamda aynı yere gitmiş olabilirler" dedim.

Biri mahpus,diğeri asker olarak...Biri suçsuz yere yattığı cezasını bitirip gelmiş,diğeri Kıbrıs harekatında gazi olup gelmiş....


İşte böyle...

.....

.

8 Kasım 2013 Cuma

Temizlik işçileri

 6 Kasım günü yazımı ;

"Yükseklerde gri yağmur bulutları beklemekteydi. Yağmurla ıslanmış kuru çınar yaprakları darmadağınık bir şekilde zemine yapışmışlar bekliyorlardı.
Yeni bir yağmur dalgasında sürüklenmeyi, ya da hafif bir rüzgarla kuruduktan sonra, yine başka bir rüzgara kapılıp uçup gitmeyi.

Yapraklar rüzgarlarla uçuşmayı beklerken , bizler de o şarkıdaki gibi (kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına) bahtımızın rüzgarında uçuşmayı  bekliyoruz.(saat :15.09) " 

diye bitirmiştim.

Bu sabah işyerinde  masama oturmadan önce odamdaki pencereden arka bahçeye baktığımda;  belediyeye ait mavi renkli bir traktörün römorkuyla beraber   jeneratörün yanına park etmiş olduğunu gördüm. 

İleride birkaç temizlik işçisi ellerinde süpürge ve faraşlarla yerdeki kurumuş, ancak önceki gün yağan yağmurdan dolayı yere yapışmış olan yaprakları süpürmeye çalışıyorlardı.
Her bir yaprak için süpürgeyi yere bastırıyor ve çöp faraşına doğru zorlayarak itiyorlardı.
Bir kaçı ise yaprakları yığıyor; biriktirdiği yaprakları faraşa süpürüyordu. 

Sonunda meydan temizlendi. Başlarındaki reisin talimatıyla römorka bindiler. Römork açıktı. 
Traktör ilerlemeye başladığında hızın rüzgarı üşütüyor olmalı ki, römorkun ön tarafına geçerek sırtlarını gidiş yönünün tersine doğru çevirip  çömeldiler. Ceketlerinin yakalarını kaldırarak boyunlarını göğüslerine doğru büzdüler. Bir ikisi ellerinde sigarayı avuç içlerinde gizleyerek içiyordu. 

Traktörün üzerinde ise soğuğu ve rüzgarı engelleyen siperlik vardı. Her nedense reis üşüme emareleri göstermiyordu. O da sürücünün yanına, siperlikli traktörün arka teker üstündeki yere oturdu.

En sonunda  sürücü, traktör ve römorkun etrafını kolaçan ettikten sonra direksiyona geçti. 
Motoru çalıştırdı.Tırıl tırıl dizel motor sesi. (Yeni tip motorlar,çevre hassasiyetiyle hem emisyon,hem de gürültü olarak çok daha sessiz) Traktör önce geri geri gitti. Sola yanaşarak manevra yaptı. 

Arkada bulunanlar kalkık yakalarının arasına indirdikleri eğik boyunlarıyla birbirlerine sokulmuş halde, traktörün üzerinde oturan reis ise kendinden emin ileriye doğru bakarken, tırıltısı gitgide uzaklaşan araçlarıyla  ilerdeki yoldan sola dönüp yeni bir göreve doğru kaybolup  gittiler.

Ağaçlar  hafif rüzgarda nazlı nazlı sallanıyorlardı. 
"Bu mevsim bu ağaçlar ve üzerlerinde bulunan bu yapraklar belediye işçilerine kara kış başlayıncaya kadar daha çok iş çıkaracaklar " 
diye düşünerek yerime oturdum.

Bilgisayarımın çalıştır düğmesine basmadan evvel  her zaman TRT Nağmeye ayarlı olan radyomun düğmesini çevirdim. 

Yeni bir iş günü yine başlıyordu...

6 Kasım 2013 Çarşamba

Yağmurlu bir 21 Aralık

Gündüzün en kısa ,gecenin en uzun olduğu 21 Aralık günündeyiz.

Bugünlerde hava yağmurlu geçiyor Manisada.
Her yerde ıslaklık,nem ,rutubet var.
Yolda yürürken geçen araçlardan kendinizi korumalısınız.
Belediyenin yeni düzenlediği yollarımızın ne sürücülerce ne de yayalarca
bilinemeyen bazı noktalarında oluşan alttaki derinliğini tahmin edemediğimiz çukurlar suyla doluyor.
Araç sürücüsü farkına varırsa yavaşlıyor.Fark etmezse yayaların vay haline.
Ya da derin bir çukursa aracının alt takımlarının vay haline.
Sadece yol yapımı konusunda basit bir ihmal,iş geciktirme,ya da denetimsizlik.
İster istemez faturasını beraberce ödüyoruz.
Geçenlerde (19 Aralık Pazar 17.30 ) Uncubozköyden Karaköy e araçla gelirken laleli kavşağından sonra bir araç yoğunluğu vardı.İlk anda sebebini anlayamadık. Hiçbir araç YSE kavşağındaki alt geçide girmek istemiyor. Tam bir kaos.Karaköy e gideceğimden sağa yanaşmıştım.Alt geçidin yakınına kadar ne olduğunu anlayamadık. Alt geçidin biraz önünde polis memuru el kol hareketleriyle araçları  Karaköy yoluna yönlendiriyormuş.Araçlarda sağa girmeye çalışıyor.
Kaos ve gariplikler ardarda.Yol laleli kavşağında kapatılarak araçlar farklı güzergahlara yönlendirilebilir.
Yağmur suyunun sebep olacağı zararlara karşı alt geçitte bir mekanizma olması gerekir.

Yağmur rahmet ardından bereket getiriyor...
Yağmurun fazlası ise (eğer önem alınmamış ise)  kargaşa, felaket...

Şemsiye ile yağmur altında Kırmızı köprüden dere boyunca adım adım yukarıya Çaybaşına doğru yürümek.
Derenin içine bakıp, akarsuyun taşların arasında çağlayarak kıvrım kıvrım akışını,taşlara çarptığında beyaz köpüklerle çağıldayışını,önüne kattığı taşıyabileceği büyüklükteki dalları çöpleri alıp gitmesini,
Esen yelin savurduğu sararmış kuru çınar yapraklarının yağmur damlalarıyla uçuşarak sulara kapılmasını... durup seyretmek.

İvaz Paşa Camisinin eski duvarlarından akan yağmur suyunun  damladığı yerde oluşturduğu küçük göle damla damla tıpırdayışını dinlemek.
Namazdan çıkan cemaatin ıslanmamak için telaşla evlerine doğru koşuşturmasını durup seyretmek.
Akşam karanlığı çökmeye başladığında ve ışıklar yandığında sokak lambalarının yola yansıttığı pırıltıları seyretmek...

Kırmızı Köprüden yukarıya çıkarken  solda kalan avcılar kıraathanesinde ,kahvedeki müşteriler tek tek evlerine giderken gidecek yeri olmadığından ,derenin çağıldayışına dalarak ,buğulu camlardan yansıyan kendi gölgesinde akşamın yalnızlığını sorgulayanlara ...geçerken şöyle bir bakmak.

Dereler çağlamaya başladığında sanki kulaklarımızın içinden gönlümüze doğru akıyor ve içimizi arıtıyor.

Sonra sükuna ermiş bir ruhun melankolikliği içinde eve doğru yavaş yavaş yürümek...

6 Kasım 2013 sonbaharın ilk yağmuru

Öğleyin yemek sonrası arkadaşlarla Hatuniye Camisinin batı tarafındaki kuyumcular çarşısında dolaşırken hava kapalıydı. Yükseklerden Spil dağının zirvesini sıyırarak, güneyden kuzey doğuya hızla geçen kurşuni yağmur bulutları yağmurun her an düşeceğini düşündürüyordu ve düşen yağmurun da kuvvetli olacağını anlatıyordu.

İş yerine geldiğimde radyomu açtım. TRT Nağme her zamanki şarkıları terennüm etmeye başladı.İşlerle meşgul olurken bir an sırtımın dönük olduğu  pencereden dışarıya baktım.

Pencerem güneye doğru idi ve eski adliyenin arka tarafındaki araçların park edildiği meydana bakıyordu. Bana göre meydanın sağında kalan lojmanların doğu tarafına çizgi boyu sıralanmış çınar ağaçlarının ve çam ağaçlarının dallarının rüzgardan savrulduklarını,kurumuş dökülmüş  çınar yaprakları ve diğer hafif çöplerin anafor haline dönerek havalandıkları görülüyordu.

Rüzgarla beraber güneydoğu yönünden yağmur damlaları da düşmeye başladı.İnce sık damlalarıyla kuru yaprakları ve yeri ıslattıkça, rüzgar ıslanan ve ağırlaşan yaprakları uçuramamaya başladı.

Bu arada sol tarafımdaki jeneratörün yanındaki sundurmadan bir şahıs ağzından sigara dumanlarını savura savura biraz telaşla adliye lojmanlarına doğru hızla geçti.

Sundurmanın altında bulunan siyah 4x4 bir araç sileceklerini çalıştırarak sola doğru bir manevra yaparak ilerleyip gitti. Tekerlekleri arkasına ve yanlara doğru su sıçratıyordu.Aracın tekerlek izleri ıslanmış zeminde belli oluyordu.

Yağmur hala yağıyordu.Hızını azaltmasına, incelmesine, uzaktan belli olmamasına rağmen yağıyordu.

Sundurmanın üzerine düşen yağmur damlaları oluklardan yere doğru akmaya, yerde su yolları oluşturmaya başladı. Ancak su yolları yerdeki yaprakları sürükleyecek kadar çok değildi.

İçerde ise hayatın her zaman süregelen bilinen telaşı devam ediyordu. Memurlar kendi aralarında işlerle ilgili konularda çalışırken / konuşurken, Müdür Yardımcıları ise önlerinde biriken evrakların doğru olup olmadığını incelemekle meşgul oluyorlardı.

İşinin sonuçlanmasını bekleyen vatandaşlarda kapı önünde ve koridorda belirsiz bir sürecin bir an önce sonuçlanmasını sabırla bekliyorlardı.

Bu arada yanıma gelen arkadaşla sohbet ettikten sonra uğurlamak için dışarı çıktığımda yağmur dinmişti.

İçeriye geldim masama oturmadan önce yanından geçtiğim penceremden güney yönündeki meydana tekrar baktım.

Yükseklerde fırtına dinmiş olmalı ki gri yağmur bulutları hareketsizdi. 
Yağmurla ıslanmış kuru çınar yaprakları  da darmadağınık bir şekilde zemine yapışmışlar bekliyorlardı.

Yeni bir yağmur dalgasında sürüklenmeyi, ya da hafif bir rüzgarla kuruduktan sonra,yine başka bir rüzgara kapılıp bilinmezliklere doğru uçup gitmeyi.

Yapraklar rüzgarlarla uçuşmayı beklerken , bizler de o şarkıdaki gibi (kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına) bahtımızın rüzgarında uçuşmayı  bekliyoruz.(saat :15.09)
(TRT Nağmede de aynı şarkıyı çaldı.Saat 15.40 da hoş bir tesadüf)

13 Ağustos 2013 Salı

Yağmur

Gazeteler,internet;Batı Anadoluda yarın yağmur var diyordu sabah incelediğimde. Havaya baktım şöyle bir,özellikle Sivrice Tepesi üzerinden İzmirden akıp gelen bulutlar var mı diye. Yoktu. Ancak öğleden sonra saat 16 sıraları hava karardı. Bir iki damla düştü yere. Çocukluğum aklıma geldi. Yaz yağmurlarında nemli toprağın kokusu dolardı nefesime. Şimdi şöyle bir kokladım havayı ve yeri. Yok. Nemli asfalt kokusu geliyor burnuma Ya burnumuz da eskidi koku alamıyor. Ya da şehir değişti.

Devam.

Ne zamandır elim bloğun sayfalarına uğramıyor. Bilmiyorum. Hatıraları düşünmek istemediğimden mi? Ramazan ayının ve yazın getirdiği rehavetten mi? Çözemedim.

Belki de yazı yazma disiplini denen alışkanlık yok bizde eskilerin çala kalem dedikleri türden karalamaları gelişigüzel yapıyoruz. Böyle düşünüp kendimi eleştirsem de moralimi bozup yazmayı (tuşlara basmayı demek daha doğru ama ne yaparsınız alışkanlık) bırakmayı düşünmüyorum.

 Az ya da çok,kendi cephemin dar ya da alçak ya da yüksek pencerelerinden İçimdekileri / bildiklerimi / hissettiklerimi / fark ettiklerimi / duyduklarımı ve gördüklerimi düzensiz de olsa dökmek istiyorum. Bir hoş kayıt kalsın bizlerden de bu yalan dünyaya bizden sonra gelecek olanlara diye düşünerek.

Dil bilgisinin eksikliği var bununda farkındayım. Yazıp da hatalarınla kendini el aleme rezil etme diye fısıldıyor mantığımın hiçbir zaman dinlemediğim bu sesi. Ama ne yazık ki hep fısıldar durur bıkmadan pes etmeden bana.

Fırın günlerimin 12 eylül kısımlarını tamamlamayı düşünüyorum. Salihli de çocukluk günlerimde yaşadıklarımı da.9-10 yaşlarındayken Kütahya da vişne toplamaya gittiğimiz 1972-1973 lü yıllardan kalan anılarımı da.

Esasında her bakış her olay bir anı. Ancak anıların gelecek kuşaklara yararlı olabilmesi için gerçeği abartısızca yansıtması gerekir diye düşünüyorum. (13 Ağustos 2013 Salı)

30 Temmuz 2013 Salı

Refik Halit Karay"Bir Ömür Boyunca"

Kütüphanede rafları dolaşırken Refik Halit Karay'ın "Bir Ömür Boyunca"adlı eserine rastladım. Elime aldım. Okuyabilir miyim okuyamaz mıyım diye düşünmeye başladım.Öğle üzeri orucun verdiği bir gevşeklik var beynimde.
Almaya karar verdim.375 sayfalık bir kitap. Öyle akıcı geldi ki bana kısa sürede bitirdim. Sürgün anılarını, İstanbul'da yaşadıklarını anlatıyor. Akıcı bir dili var. Osmanlının son döneminde yaşadıkları ve o zamanlar gelişen olaylarla ilgili haklı tesbitleri var. Olaylara eleştirel mizahi bir bakışı var. Okuyunca haklılığını anlıyorsunuz. Kitaptaki anıları tahminim gazetede tefrika edilmiş. Mücadeleci bir kişiliği olduğu da anlaşılıyor.
Osmanlının yıkılışına  sebep olan kadronun bir kısmının Atatürk'ün etrafında bulunduğunu anlatıyor. Daha sonra temizlendiğini,
İzmir suikastını,komitacılığın zararlarını,
Resneli Niyazi'nin geyiğinin akibetini,
Türkçe hakkındaki düşüncelerini, batı dünyasına bakışını, anlatıyor.
O anlattıkça Onunla beraber, İstanbul'u, İstanbul'un semtlerini, Yeşilköydeki eski sıkıntılı zamanlarla ilgili ağabeyinin anılarını okuyor, Sinop'u, Ankara'yı, Beyrut'u, Halep'i geziyorsunuz. Güzel bir eser.
Bu kitap yazılmasa idi bazı olayların arka planını bilemeyebilecektik.

1935 yıllarda Atatürk'ün yaverlerinden birinin hatırası. Birgün Atanın yanına girdim önündeki bir kitaba bakıp gülümsüyordu. Ben içeri girince kitabı kapatıp sakladı. Merak ettim. Kitabın o yıllarda yasaklı olan Refik Halit Karay ın bir kitabı olduğunu gördüm."

Allah Rahmet Eylesin. 

15 Mayıs 2013 Çarşamba

12 Eylül 1980 Manisa (Fırında Çıraklık Günlerim)

11 Eylül 1980 günü saat 23.30 sıralarında dış mahalle tarafından fırının önüne yeşil renkli bir binek renault otomobil yanaştı. İçinden yine yeşil üniforması  ile rütbeleri çok olan kıdemli bir astsubay telaşla indi.
-Ekmek var mı ? dedi.
-Var dedik.
-Kaç tane var?

Manisa Karaköy "Yeni Doğan Fırını" diğer ismiyle "Çifte Yani Fırını "nda mesaimizin ilk saatleriydi. Fırın yeni hazırlanmış,hamur yeni mayalanmış,(Maya değil,maya akşam ezanından sonraki saatlerde hazırlanırdı. Gece boyunca önceden hazırlanan bu mayadan bir miktar alır yeni karılan hamura katardık.Bu işleme mayalanma denirdi.) İlk posta ekmeği yeni çıkarmıştık.
Mis gibi kokan,dumanı üstünde ellerimi yakan sıcak ekmekleri fırının camekanlarının altına dizmiştim. Fırınımız kara fırındı, küçüktü. Sabaha kadar ancak 1000-1200 ekmek çıkarabiliyorduk. Batı kışladan gelen astsubayın sorduğu saatte ancak 100 civarında ekmek vardı tezgahta.
-Daha başka yok mu.dedi.
-Hepsi bu dedik.
-Tamam arabanın bagajına gazetelerin üzerine sıralayıverin. dedi.
 Saydık ve dumanı üstünce sıcacık ekmekleri  sıraladık bagaja. Astsubay dört buçuk  liradan 90 küsür ekmeğin parasını peşin ödeyip yeşil renault sivil plakalı aracına bindi. Lastiklerini gıcırdatarak yeniden batı kışla tarafına dönerek hızla uzaklaştı.
Manisa'nın Karaköy Semtinden geçen İzmir Caddesi yeniden  sessizleşti.

Patron Ramiz Abi daha gelmemişti.
Ben,Hamza Abi,Sertif ve İbrahim vardık fırında.
(Sertif güreşçiydi. Manisa Sanat okulunu bitirdikten sonra İzmir Tekel Güreş Kulübü vasıtası ile İzmir Tekel e girmiş olduğunu duydum. İbrahim liseyi bitirdikten sonra astsubay oldu.Belki de emekli olmuştur.Hamza Kurtoğlu çınarlı kahvenin altında oturuyorlardı. Abilerinin kamyonları vardı. Kum çekiyorlardı. Hamza Abi şu an nerelerde bilmiyorum.)

Birbirimize baktık.Parayı kasaya attık.Erken peşin satışa memnun olmuştuk.Ama sebebi hakkında fazla düşünmedik."Askeriyede  bilmediğimiz bir sebepten  acil ekmek gereksinimi varmış ve bizden tedarik ettikleri için para kazanmıştık." diye düşünerek her gece yaptığımız mutad işlere döndük.

Hamza Abi,Sertif ve İbrahim yukarıda hamur karıyorlar,bekletiyorlar. Kesme teknesine indiriyorlar,terazide ölçerek yuvarlatıyorlar ve Sertif baston yapıyordu. (Baston ekmeğin yuvarlatılmış halden uzun hale getirilmesi işlemine verdiğimiz addı.) Baston yaparken tak tuk diye sesler çıkıyordu . Bu sese / gürültüye komşu evlerde yaşayanlar alışmıştı.

(Komşu evler Yüncü Mehmet Meyreli,Bakkal Abdullah Meyreli, Amcalar,Anneleri ve aileleri en yakındakilerdi.Gündüzleri Tüpçü Gani Abi batı komşumuz,Bakkal Cemil Abi ile lastikçi Bahri Abi uzak batı konşumuzdu.Bakkal Abdullah Amca ise doğu tarafındaki köşede idi.İki katlı bakkalın üst katında tek odalı küçük evde annesi oturuyordu.)

Ekmek hamurları ince uzun bezlerin bulunduğu pasalara döşeniyordu.
(Pasa bizim kullandığımız ismi idi.Başka yerde başka isimle anılıyor olabilir.Yaklaşık iki metre uzunluk 15 cm yükseklik ve 40 cm genişlikte boyutları olan ,ortasında tutmak için el girecek kadar açılmış(sapı) bir yeri bulunan tahtadan bir hamur taşıma aletiydi.)

Bu pasalar üstkat zemininde bulunan -hamurhane görülmesin diye- bir perde ile kapatılmış küçük pencereden altta bulunan bana uzatılıyor ve altkatta omuzum hizasındaki bu delikten gelen pasaları üstüste diziyordum. Bir süre bekliyor ve hamurların kabardığı, fırının derecesinin geldiği anlaşılınca ilk gelen ilk pişer tekniği ile küreğin başında bulunan Ramiz Abi nin elinin uzanacağı kadar yakınına yerleştiriyordum. Ramiz Abi sol eliyle pasa içinde yanyana sıralanmış hamurları ayıran bezi tutup çekerken sağ eliyle de ekmek hamurunu avucuna alıyor ve küreğin üzerine tek tek diziyordu. Fırının kapağını açarak lamba ile içeriye bakıyor. Boş olan tarafa küreği iterek hamurları bırakıyordu. İçerde bulunan yerin özelliğine göre bazen geniş,bazen dar küreği, uzun küreği, fırın doldukça sapı kısa küreği, duruma en uygun hangisi ise onu alıyor ve kullanıyordu. Bu arada pişenler varsa kürekle alıyor ve dışarı çıkarıyordu. Ben de sıcak ekmekleri tezgaha sıralıyordum. Hemen sıralamazsam diğer ekmekleri çıkarırken kürek çarpıyor,ya da tezgah dolarak ezilebiliyorlardı.

Fırının ısısı azaldığında Rahmetli Ramiz Abi "odun at" derdi. Yan tarafta bulunan külhan kısmındaki alt kapaktan odun atardım. Fırının odunlarını arka arsada bulunan depodan getirmekte benim görevimdi. Odunlar azalınca gidip kucaklayıp getiriyordum. Odunlar azaldığında ya da uygun fiyattan odun bulunduğunda arsaya kamyonlarla,at arabalarıyla,eşek yükleriyle yıkılırdı.
(yıkmak; eşeğin semerinin iki yanına sıkıca bağlanmış odun destelerinin ikisinin birden aynı anda yere bırakılmasıydı.Eğer biri sonra indirilmek istenirse eşeğin kendisi diğer taraftaki yükle beraber yere yıkılır ya da semer dönerdi.Eşeğe yük sarmak gibi eşeği yıkmakta ustalık/tecrübe  isteyen işlerdendi.Eğer sepet v.s. indirilecek ise her iki tarafa iki kişi sepetleri tutar birisi ipi çözer dengeli olarak indirilirdi.)

Belli zamanlarda yayladan at eşek yükleriyle motorcu Şeronun abileri de odun getirirlerdi. Bu işler sabah 06-07 sıraları olurdu. Yayladan gece inişi geçer, sabah erkenden şehre girilir.Fırının önüne ya da arka arsadaki odun deposuna yıkılırdı odunlar.(Neden?Çünkü gündüz ormancı tehlikesi vardı.)
Kışın yağmur altında ıslanan odunların yakması zor olduğundan kuruması için bir iki günlük odun ihtiyacı külhana istiflenirdi.

11 Eylülü 12 Eylül 1980 bağlayan gece boyunca her günkü işimize devam ettik.

Her gün sabah saat 06.30 sularında Manisa Pamuklu Mensucat Fabrikasında çalışanlar  sabah postası için otobüs durağına toplanırlardı.

O günlerde Manisa Belediyesinin mavi renkli Bussing marka otobüslerinin çalıştığı, saat 06.30 Meteorolojiden hareket eden ilk sefer ile fabrikaya giderlerdi.
(Bu Bussing otobüsler Alman malıydı sanırım.Kapılar otomatik açılıp kapanırdı.Bu sistemi inceler dururduk otobüse bindiğimizde.Perçinlenerek ya da vidalanarak kapının üstüne monte edilmiş "Dikkat otomotik kapu çarpar" ikazı yazılı alimünyum küçük uyarı yazıları vardı.Dışarda monte edildiğini kapu kelimesinden tahmin etmiştim.)

Her nedense o gün grup halinde yavaş yavaş geri dönüyorlardı.
Fırının önünden geçerken
-"hayrola" dedik."Neden geri dönüyorsunuz?"
 -"ihtilal olmuş, asker yönetime el koymuş,sokağa çıkma yasağı başlamış,radyo söylüyor,otobüs gelmeyecekmiş,biz de eve dönüyoruz"dediler.

Heyecanlandık.

Fırındaki, fişi takınca hemen çalışmayan ,üç beş dakika sonra ısındıkça ses gelmeye başlayan lambalı radyoyu açtık.Yine cızırtılar içinde bir şey anlaşılamıyordu. Meraklıydık. Ne oluyordu memlekette ? Belki de şehir halkından ihtilali ilk duyan sivillerdendik. Belki de bir şeyler  yapmalı mıydık .

Telaşla eve gittim.( Donunun uçkurunu düzeltmeyi beceremeyen bizler sanki ne yapacaksak.Yaş on yedi, on sekiz, derdimiz ekmek derdi.Kavgayla  sağ solla ilgimiz olmayan bizler ne yapacaktık ki.) 

Evden radyomu getirdim.- bir solukta koşarak ulaşabileceğim yakınlıktaydı evimiz- . (Çok pil harcadığından arkasına iki büyük pil bağladığım üzeri deri kılıflı standar(d) marka idi radyom).
Radyoya 20 Temmuz Kıbrıs Harekatında olduğu gibi kahramanlık türküleri çalıyordu. Yine "Hasan Mutlucan'ın davudi sesinden coşturan,heyecana getiren türküler ardı ardına çalıyordu. Arada askerin yönetime el koyduğu anonsları veriliyordu. (Saat;07.00 civarı)

Fırının hemen altındaki sokakta eski mezarlıkta bulunan Maliye Muhasebe Yüksek Okulunda gece bekçiliği yapan Muradiyeli Şaban Abi geceleri yanımıza uğrar, sohbet ederdi.Aklıma ona haber vermek geldi. Koşa koşa gittim okula. Seslendim,seslendim. Uykulu uykulu kapıda göründü, "Abi ihtilal olmuş haberin olsun."deyince şaşırdı,heyecan içinde; "Eyvah,kimler yapmış acaba" dedi. "Askerler yapmış" cevabını verdim.

Yeniden fırına geldiğimde, hala ortalık sakindi.Saat sekize doğru, ortalık iyice hareketlendi. Fırının önünde ekmek kuyrukları olmaya başladı. Polis araçları dolaşmaya başladı.Polisler sokağa çıkma yasağı var evden  çıkmayın anonsu yapıyordu.Fırın önünde bekleşenler polis aracını görünce yan sokaklara saklanıyor.Polis geçtikten sonra tekrar fırına koşuyorlardı. Sonra bir revo kamyon yanaştı fırına içinden bir piyade çavuş elinde kırıkkale tüfeğiyle kapıda beklemeye  ve ekmek almak için kapıya yığılanları sıraya sokmaya başladı.Sıradakiler üçten fazla ekmek alamıyordu. Daha sonra bir başka revo her 30 metrede yolun iki tarafına asker indirmeye başladı.

En son ekmeği de pişirip sattıktan sonra fırını kapattık.Eve geldim. Cuma günü idi. Abdestimi aldım. Tekrar İzmir caddesine indim.Cuma selası okunmaya başlamıştı. Askere "Abi Cumaya gidecek ama sokağa çıkma yasağı var,ne yapayım ?" diye sorduğumda. "Bize görünmeden arka sokaklarda camiye gidebilirsin" cevabını verdi.

Gece fırına gidip çalışacağımdan eve gelip uyudum. Saat  16.00 sıraları Ramiz Abi eve gelmiş beni çağırıyordu."Hemen gel.Komutanlar ekmek çıkarmamız gerektiğini söylediler.Kimseye ulaşamadım.En azından fırında bulunalım az da olsa ekmek yapalım.Fırının çalıştığını görsünler komutanlar" dedi. Bu arada babamda Tekstil Fabrikasında gece vardiyasında olduğundan evdeydi. Babama "Enver sen de gel bir şeyler yapalım.Vatandaşlar da fırının önünde toplanmaya başladılar."dedi.

O gün Babamla beraber fırıncılık yaptık ve Manisa Karaköy halkının aç kalmaması için çalıştık.

Hatıralarımda kalan bilgilere göre 12 Eylül 1980 Cuma günü böyle geçti.

...
(Aklıma geldikçe devam ederim.)

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Bici Dede (1966-1969)

Tozlu akşamüstüler...Akşam güneşinin son ışıklarının tozlarla dansı...Batıdan gelen koyu sarı, açık kahverengi bir ışık demeti ...

Saruhanbey ilkokulunun batı kapısından  sola döndüğünüzde soldaki ilk kapı Kulalı Berber Muammer Amcaların evidir. Bu kapının önünde hem sola yukarıya taşlı dar bir sokak , hem de batıya doğru dışmahalle Şeyh Fenari Camisine / Çınarlı Kahveye doğru giden yol başlar.Okul kapısından sağa bakınca  yaklaşık 70 metre ilerde İzmir Caddesinin, İzmir den Anadolu ya, İstanbul a gidip gelen otobüslerle kamyonlarla vızır vızır işleyen bir parçası görünür gözünüze.

(Bu cadde o yıllarda İzmir'i Anadolu'ya ve İstanbul'a bağlayan  önemli bir yoldu. Gece gündüz vızır vızır işlerdi. Eski Manisa garajı da  Sultan Camiinin ilerisinde bitpazarının güneyindeydi.Garajın bulunduğu bölge çok hareketliydi.Ve İzmir Caddesi boyunca da hareketlilik vardı.Karaköy'de bakkal Abdullah Amcanın dükkanının köşesindeki beyaz taşa oturur İzmire giden otobüsleri birimiz,İzmirden gelen otobüsleri diğerimiz sayarak yarışırdık.Konyaya giden hala gönlümde hoş bir yer tutan magırus marka otobüslerden kurulu,havalı apollo servisler mi,İstanbul'a giden önünde Gazanfer Bilge'nin resmi bulunan Gazanfer Bilge otobüsler mi, İnanöz Turizm,Hakiki Koç v.s)

İlerleyip caddenin köşesine geldiğinizde sağınızdaki köşede yola yakın sadece yerden çıkan demir boru üzerine takılmış musluktan ibaret soğuksu dediğimiz bir çeşme gerçekten soğuktu suyu,arkasında tam köşede manav dükkanı bulunmaktadır.

( Evdeki görevlerimizden birisi de aliminyum sürahilere yemeklerden önce soğuksu'dan su doldurmaktı. Buzdolabi iğneci Fatma Teyzenin evi ile Bakkal Abdullah Amcanın dükkanı dışında kimsede yoktu.)

Soldaki karşı köşede Mustafa (Gürcü ) Amcanın bakkal dükkanı vardır.

Okul kapısında sola yukarıya gitmeye karar verdiyseniz iki eşeğin bile yan yana geçemeyeceği darlıktaki bu sokaktan  güneye doğru Arapalanına çıkan diğer çocuklarla çanta tokuştura tokuştura ilerlersiniz. Daracık sokaktaki evlerin yüksek duvarlarla çevrili  bahçelerinden yola doğru uzanmış nar ağaçlarının dalları ve yapraklarının  gölgeleri, yılın en sıcak günlerinde bile size güneş ışığının ulaşmasını engeller.

Yapımında kerpiç, taş ve kırık kiremit parçalarının kullanıldığı duvarlarda yerden 70 santim ile 120 santim arasındaki yükseklikteki kısımda çocukların okuldan çıkıp evlerine giderken can sıkıntısından ellerine geçirdikleri bir dal parçası ya da taş parçası ile duvarları çize çize yaptıkları derin çizgiler,oşuklar vardır.(oşmak kazımak, kazıyarak bir boşluk oluşturmak anlamında kullanırdık)

Duvarların bazı yerlerinde özellikle 120 santimden daha yukarıdaki bölümde badanalı kısımlar bulunurdu.kat kat badananın evrimini anlayabilirdiniz.Ev sahiplerinin renk zevklerini anlayabilirdiniz.Çünkü üstüste herbir boya tabakası farklı renkleri gösterirdi bize.Genellikle beyaz,sarı,çivit mavi  ama kırmızıya kesinlikle rastlamazdık.Kırmızı duvarın alt kısımlarında 50-60 santimlik kısımda kuşak olarak evin dış duvarlarını dolaşırdı.

Dün akşam Regaip Kandili gecesi Babamı ziyarete gittim.Sordum.Babamın anlattığına göre 1955-1968 lı yıllara kadar bu sokakta köyden arkadaşları, köydeki usülle floş dokuyorlarmış.Bir çok evde bulunan ayakla çalışan dokuma tezgahlarında köyde de yaptıkları işi dokumacılık işini yapıyorlarmış.Sonra 1960 ta fabrika açılınca bir kısmı fabrikaya girmiş.

"Soğuksu'nun karşısında da Babadağlı bir tüccar vardı.O tüccara çalışıyorlardı"dedi.
Babadağlının şimdiki çınarlı kahvenin olduğu yerde büyük bir dokuma atölyesi varmış.Acaba çocukken ismini duyduğum büyüklerimin saygıyla bahsettikleri Sofu İbrahim Bey, Babamın bahsettiği Babadağlı mı idi. Babam sanki o dedi. Bundan emin değilim. En iyisi Nejat Abiye sormak.

Dış mahallede Belediye Haydar Barçın Çocuk Kütüphanesinin bulunduğu alanda beyaz badanalı uzun bir ev vardı. Evin bahçesinde ve etrafında  uzun beyaz kumaşlar çamaşır iplerine serilir kurutulurdu.Onu hatırladığımı söyledim.O kumaşların floş olduğunu çekmesin diye yıkandığını söyledi Babam. 

Arkadaşlarıyla okuldan çıkıp eve giderken yeni boyanmış pırıl pırıl bir duvarın kazınması ise ayrı bir üstünlük verirdi kazıyana. Ancak bir büyük görürse bir tokat,ardından akşam evde babasından ikinci bir tokatı göze almak herkesin harcı değildi.Ve daha sonraki günlerde arkadaşlarının arasında aynı yerden geçerken duvarı çizilmiş kazınmış teyzenin okul çıkışı kapıda bekleyip -o kimmiş gösterin bakayım sözü üzerine arkadaşlarının  parmakları faili işaret ederken ne yapacağını,
Teyzenin;
"- Ne zorun vardı yavrum.Neden yaptın yavrum. Hiç utanma yok mu sende."  eleştirilerini ve sorularını doğru  cevaplayabilmeyi,rezil olmayı düşünmekte ayrı bir cesaretti.

Bu dar sokağın sonunda küçük bir meydana ulaşırsınız. Meydanın sağ tarafında ismini şu an hatırlamadığım çatılı,önünde hayvanların sulanması için su aharı (ahar kelimesi eskiden kağıtçılıkta kullanılan bir kelime fakat biz çocukken eski çeşmelerin önünde akan suyun biriktiği ve artanın da kenarında dökülerek akıp gittiği 50-60 cm yüksekliğinde 1-1,5 metre uzunluk 60-70 cm genişlikte su havuzu diyebilirim.)  bulunan kubbemsi yapılı heybetli eski bir çeşme, (bu çeşme şimdi yok) boyunuz biraz uzunsa daha ileride Haydar deresini aşarak Hakibaba ya giden küçük köprü ile üstünden  geçenleri ve derenin çağıldayışını duyarsınız. Ama güneye doğru ilerleyecekseniz sol tarafta çift kanatlı boyasız bir kapıya rastlarsınız.

Bu Bici Dede nin evidir. Kim niçin, neden  Bici Dede demiştir. Bilinmez. Dedenin meydana akşam üstüleri at arabası ile bağından geldiğinde tombul vücudundan umulmayan bir kıvraklıkla arabasından inişini ve etrafında sevinçle bekleyen çocuklara neşeyle, gülümseyerek kuru incir dağıtışını hayal meyal hatırlıyorum. Ben de o incirlerden sevinerek alan ve yiyen mutlu çocuklardandım.
Hatıralarımın harman olduğu,yarım asırlık zihnimde bazen parlayıp bazen silinen silik resimler,film şeritleri gibi renkli coşkulu bir mutlu an.
Kaç yaşındaydım? Yalnız heybetli üç oğlu olduğunu hatırlıyorum.(Büyüğü Muzaffer Abi,küçüğü Nuri Abi olabilir,diğerini hatırlayamadım.) Beraber gelirlerdi bağdan. Onlar eşyaları indirirken ,atı, arabayı çözerken Bici Dede bizlerle ilgilenirdi.

Küçük sokaktaki evimizden batıya doğru ilerleyerek Osman Amcanın kırmızı çift kanatlı kapısından sağa aşağıya döndüğünüzde de bu meydana  varabilirdiniz.O taraftan gelince Bici Dedenin evi sağda,çeşme karşıda,dar sokak ikisinin arasında kalırdı.

Küçük Sokaktaki evimizin karşısında açık mavi ya da açık yeşil renkte yine çift kanatlı bir kapı daha vardı. Haydar Amcaların  evi. Haydar Amca  dediğime bakmayın esasında Dedemizdi bizim. Biz anne ve babalarımızın ifadesini kopyalayarak kullandığımız,düşüncelerimizin gelişmediği çağlardaydık.Haydar Amcamızın bizden büyük torunları vardı.Onun akşam üstleri işten gelişini de özlemle beklerdik.Önce Haydar  Amcayı sokağımıza hoşgeldin töreni için beklerdik.Sonra biraz oyun oynar,güneş biraz daha batıya yaklaştığında akşam ezanı okunmasına az bir zaman kala Bici Dedenin meydanına koşardık...

Haydar Dede, Bici Dedenin aksine zayıftı.Biraz öne eğik yürürdü.Elinde bastonu var mıydı.Tam hatırlamıyorum. Ama  Manisa Belediyesinde nikah memuru idi. İş çıkışında biriktirdiği şekerleri bizlere dağıtırdı. Her akşamüstü ceplerinde rengarenk kağıtlara sarılı tatlı şekerler olurdu. (Acaba tüm şekerleri bizlere dağıtırmıydı yoksa bizlerle yaşıt olan küçük torunları Cüneyt ve Özden e de ayırırmıydı? Bilmiyorum.Torunlarına sormalı.)

Bici Dede, Haydar Amca ile eşi, komşumuz bakkal İsmail Amca ve eşi, şu an isimlerini hatırlayamadığım anamadığım komşularımız Güzel hatıralar bırakarak,Rahmetli oldular.

(İyi ki o yıllarda o Küçük Sokak ta bulunmuşum.)

Onlardan devam edip gelen nice güzel nesiller Manisa da hâlâ var.

(Her ne kadar hayatın meşgaleleri bizi farklı yerlere yönlendirmiş olsa da karşılaşamasak,görüşemesek de...)

İnanıyorum.
Manisada atalarının gönlümüzde bıraktığı güzel izler gibi izler bırakmaya devam ettiklerine inanıyorum.

Cümlesine Allah Rahmet Eylesin.

Vatan Türküsü

(Fazıl Hüsnü Dağlarca)

Dalgalanır bayrak,
Dalgalanır fatihâlar bayrakta.
Siz tâ Orta Asya'dan beri
Uyursunuz, uyanırsınız,
Siz düşünürsünüz bu toprakta.

Yaprak yeşilindeyken, su mavisindeyken gücünüz
Memleket sizden çoğalmakta.
Yükselmemiş midir göğe karşı,
Kelime-i şahadetler yer yer,
Bütün soluğunuz bu toprakta.

Sizin aldığınız rüzgâr, sizin verdiğiniz sessizlik
Kırmızıda, akta.
Çalışmanızın
Ölümsüzlüğünüzün kımıldanışı
Buğday buğday, bu toprakta.

Allah bir nefes gibi yakın
Gökyüzü bir nefes kadar uzakta.
Gidecektir kâinatın son zerresine dek
Hürriyetiniz, bu toprakta.

Gidecektir kuvvetli soyunuzla, sonsuz nesillerden,
Şerefte, fazilette, hakta,
Hizmetiniz
Varlığınız
Can can aksedecek bu toprakta.

Adınız tek.
Adınız bir milletle ayakta.
Kimi vatan der
Kimi Mehmetçik,
Yaşamanız bu toprakta.

10 Mayıs 2013 Cuma

Asker Yolu Beklerim.(1965-1975)

Saat 15.33 TRT Türkü Radyoda Erzurum Radyosu nöbette. Çalan türkü "Asker yolu beklerim"

Bu türkü çocukluk günlerimi aklıma getirdi.
Babam Manisa Pamuklu Mensucat fabrikasında  07.00 de başlayan sabah vardiyasına yetişmek için 06.00 sıraları kalktığında annem daha önceden ayaklanmış olurdu. Babam ekşi tarhana çorbasından müteşekkil kahvaltısını  bol bol ekmek doğrayıp ekmekleri kaşığın tersiyle çorbaya batıra batıra hazırladıktan sonra kaşıklamaya başlamadan annem de sofraya oturduğunda alüminyum kaşık gürültülerine uyanır, ben derin uykularım arasından şöyle bir etrafı kolaçan eder,yeniden kafamı yorganın altına sokarak uyumaya devam ederdim. Bu saatte kalkmaya gerek yoktu. Çünkü annem uyandığımda özel bir sofra ile donatırdı önümü. Ama bende bir naz bir sıkıntı,birkaç lokma ancak yerdim. Nedense iştahsızdım. Ancak 8 yaşında kardeşim Yücel doğduktan sonra 2 yaşında sofralarda boy göstermeye başlamasında itibaren yavaş yavaş iştahım arttı. Ardımdan soframıza kız kardeşimin de katılması daha da arttırdı hareketi,nazlanırsam geriye birşey kalmayabilir korkusunu yerleştirmişti annem ve babam.

1966 lı yıllarda Manisa da Topçu Asım Mahallesi Küçük Sokak ta Bahri Amcanın evinde kirada otururken Annemin sabah alaca karanlıkta açtığı 6 büyük pilli Hislon marka radyoda çalınan türküler aklıma geldi .Annem radyoyu dinlerken bazen bir türküye takılır, sanatçıyla beraber söylemeye başlardı.

Türkü biter ama o havası bitmediği için devam edip giderdi türkü söylemeye.

İşte "Asker yolu beklerim" türküsü de onun havasını yakalayıp devam ettirdiği türkülerdendi. Annem daha tam aydınlanmamış safak alacasında yakınına getirdiği gaz lambasının titrek ışığı altında "elinde örgüsü dilinde türküsü" çevrede yeni yeni ayaklanan komşu teyzelerin nalın/takunya, tencere kapı tıkırtıları ile bağına gitmeye hazırlanan amcaların/dedelerin at arabasını hazırlaması esnasında çıkan seslerin arasına türküsüyle katılırdı.

Önce tak tak tak sesleri ardından bırr bırr diye hafif sesler,ardından başka bildik tıkırtılar. Tak tak tak sesi damdan arabanın yanına getirilen atın nal sesleriydi. Bu ses düz yolda düz betonda yavaş giderken çıkar. Eğer sokak taşları üzerinde gidiyorsa takır takır diye ses yapardı nallar. Çünkü bombeli düzensiz taşlarda nallar düz durmazdı ve takır tukur sesleri çıkardı nallardan. Bırr bırr ya da drr drrr gibi çıkan insan sesi ise bağa gidecek Osman Amcanın (veya başkası) atı okun içine yerleştirirken çıkardığı mırıltılardı. Atın sırtına bir keçe atılır üzerine deri kemerlerle diğer aksam oklara uygun şekilde tokalarla bağlanır. Çok sıkarsan kemeri at rahat edemez. Az sıkarsan gevşek kalır. Atın bazı yerlerinde sürtünmeden dolayı yaralar oluşabilir.O nedenle her ne kadar çocuklar "-ben de biliyorum yapayım" deseler ve yalvarsalar da büyükler bu koşum bağlama işini çocuklara kolay kolay emanet etmezlerdi.

At arabası her gün aynı sırada düzenlenir,ovaya varıldığında yine çıkarılır.Akşam ovadan şehre dönüşte tekrar bağlanır, eve gelince aynı sıranın tersine çıkarılırdı. Araba hazırlandıktan sonra çift kanatlı tahta kapı gıcırtılarla iki yana duvara dayanacak kadar açılır,kapı kapanmasın diye önüne taş konur,atın geminden çekerek yavaş yavaş dışarıya sokağa çıkarılır. Evin çift kanatlı kapısı kapanır. Kapının sabit kanadının arkasındaki sabitleme demiri yerine oturtulur,diğer kanat kapatılırdı. Sokakta duran arabaya ovaya bağa gidecekler binerler. Arabanın içindeki yaygıların minderlerin üzerine otururlar. İhtiyar teyzeler ve amcalar altlarına biraz yumuşak bir minder yada keçe koyarlar. Çünkü taş döşeli sokaklarda ve ova yollarında sarsıntılar altlarını ve bellerini rahatsız eder. Daha genç olanlar için farketmez. Bir yaygı yeter. Bazen ona da gerek yoktur. En son arabayı sürecek olan arabanın ön tarafına oturur/kurulur. Arkaya bakar.Dizginleri şöyle bir yoklar. Dizginleri öne doğru gevşetip hafif sallayıp/gerince "Bismillah" diyerek ata "dehh" der. At marşa basılmış bir araç gibi sarsıntıyla ilerlemeye başlardı.

O anda çıngır çıngır zil sesleri dolardı etrafa.Atın takımlarının üst taraflarına küçük küçük ziller eklenmiştir.
Bu ziller küçük tıngırtılarıyla, çevreye at arabasının geldiğini  ya da gittiğini belli ederdi.
Arabanın içinde bulunanlar ve at ve altta bağlanan köpek için ise bir düzen, herşeyin normal olarak devam ettiğini anlatan seslerdi. Eğer zillerin şıngırtısı artmışsa araba ya hızlanmıştır ya da engebeli bir yolda ilerliyordur.

At arabasının ahşap dış kısımlarında ise rengarenk çiçeklerle,derelerle, kuşlarla, dağlarla, yollarla süslenmiş resimler olurdu.Bu resimler boyayan kişinin hayalgücüyle bağlantılıydı sanırım. Belki de arabayı boyatmak isteyenin özel taleplerini dikkate alır mıydı? bilmiyorum!
Ben ise at arabası denen vasıta yollarımızdan çekilinceye / teknolojiye yenik düşünceye kadar fırsat buldukça bu resimleri inceledim.
Küçük çocuk beynimin mantığı içinde bu resimlerle türküler arasında tam olarak çözemediğim bağlantılar vardı. Şimdi naif ressam dedikleri sanatçılardı bu ressamlar.

1969 yılında yeni aldığımız Akay (-Bu sayılarda nereden çıktıysa -şimdi 3182 oldu sanırım.) sokaktaki eve taşındığımızda önümüzde küçük meydanı olan bir sokak vardı.
Derdiler Çeşmesinin doğu tarafında bulunan bu sokağın/ küçük meydanın  karşı köşesinde kerpiçten yapılmış sıvasız bir dam vardı.Uzun yıllar boş durdu.Sonra nereden akıllarına gelmişte sahipleri Karadayı ve oğlu Müsamettin Abi (Hüsamettin değil Müsamettin) bir at cambazına kiraya verdiler.

At cambazı (İsmini unuttum) hafif  yalpalayarak yürüyen,saçları önden dökük, sürekli kasketli gezen eli tesbihli,siyah sivri burun ayakkabılı bir abi idi.Ve kemer kullanmazdı.Belinde siyah bir kuşak bulunurdu herzaman,yakası yaz kış üst iki düğmesi  açık beyaz gömlek (genellikle) giyerdi. İşte bu cambaz Ali (şu anda aklıma geldi ismi Ali idi ) Abi Manisa da etraf köylerde nerede eski araba bulursa kendi arabasının arkasına bağlar.Çift römorklu traktör gibi o meydanın uygun bir yerine getirip bırakırdı. Bazen at arabasının arkasına at yedekleyip getirdiği de olur ve atı dama bağlardı.

Bazen okuldan eve döndüğümüz günlerde o eski arabaların yanında sessiz alçak boylu, tombul, kırk yaşlarında bir Amca görürdük. Her tarafına boya bulaşmış renkli  bir tahta kasası vardı. Bu kasanın içi envayi çeşit renkte boya kutularıyla dolu olurdu. Eski at arabasının başında üç dört gün elinde fırçaları ve saplı tahta kasası ile dolanıp dururdu.
Dördüncü günün sonunda ortaya bir şaheser çıkardı.O eski püskü araba gitmiş canlı capcanlı bir yeni araba gelmiş olurdu.Bize "-aman çocuklar dokunnmayın kaç gündür uğraşıyorum. Bir yeri kirlenirse Ali kıl adamdır paramı vermez"derdi.

Ben 1980 de liseyi bitirdikten sonra yaşında 18 geldiği için kahvelere rahat rahat girmeye başladığımda Karaköy pazar yerinin batı köşesinde bulunan eski Karaköy Mezarlığına bakan arabacılar kahvesine çıkmaya başladım.
Etrafta işten gelen işe gidecek olan at arabacıları ve kuyruklarıyla sineklerini kovalayan ve sıkıldıkça yerlere pisleterek ve (afedersiniz uygun  kelime bulamadım) işeyerek rahatlayan atların arasında bulunan bir kahveydi. O zamanlar normal geliyordu bize at pislikleri görünen naturel pisliklerdi. Şimdi görünmüyorlar. Hasta insanların vücutlarında cihazlarla anlaşılan hormon olup,radyasyon olup egzost gazı olup her şeydeler,her yerdeler.

Mevsim itibarıyla atların kafasında kavak yelleri esmeye başladığında, ilkbaharda mayıs sonuna kadar birbirlerine şahlanan atlar kişneyen atlar çok olurdu buralarda.Ve bu atları kontrol etmek zorlaşırdı.
O nedenle sahipleri at arabacıları park(!) ederken dikkat ederlerdi. Gemi azıya alan atı kontrol etmek zordu. At arabası sürücülerinin asılmaları, kasmaları gerekirdi dizginleri, ki böylece gem kasılsın at geriye doğru başını çeksin, sakinlesin. Bir de ısırmasın diye yem torbası gibi şimdi ismi aklıma gelmeyen file/ağ benzeri ağızlık takılırdı atların başına.

Arabacı (Araba imalatçısı) Arap Sabahattin Amca elemanları ve oğlu Haydar Karaköy Pazar yerinin kuzey kısmındaki işyerlerinde at arabası imal ederlerdi. Çok gayretle,binbir emekle uğraşarak hazırlarlardı arabaları.
Sabahın çok erken saatlerinde  Remzi Amcanın Çırpı Pazarındaki fırınına simit alıp satmak amacıyla giderken -köpek korkusuyla etrafa tereddüt içinde baka baka ilerlerken-ateşler arasında çember kızdırırken görürdük bazen onları.

Bize güven gelir nefesimizi daha rahat alarak ilerlerdik fırına doğru. Kim önce gelirse o önce alırdı simitini. Peynir tenekelerine iki kapak ve sap lehimlenerek hazırlanmış,-karaköy tenekecileri imalatı koldan takmalı -simit -gevrek-dolaplarına bezlere sararak yerleştirilirdi sıcacık simitler.
Önce alan önce satardı.

Çember at arabası tekerleğinin en dışına geçirilirdi.Isınıp genleşen çember ahşap tekerleğe daha rahat geçerdi.Geçer geçkez suya atılırdı ki soğuyup büzülsün.Böylece tekerlek imalatının bir aşaması biterdi.

Yıllar yılları  kovaladıkça otomotiv sanayisi gelişip at araba sanayisi geri kalıp işler kesatladıkça mecburen Arabacı Sabahattin  Abi de dükkanı kapatıp Karaköy İzmir caddesi üzerinde kırmızı köprüye yakın İstanbul lokantasının batı köşesindeki kahveyi devralıp kahveciliğe başlamak zorunda kaldı. Hep güler yüzüyle neşeli haliyle hatırlayacağım onu. Şimdi o köşedeki yer çerezci oldu.Oğlu Haydar Kardeşim Manisa Endüstri Meslek Lisesinde öğretmen oldu.Yakında emekli olabilir.
...

30 Nisan 2013 Salı

Karışık

29 Nisan 2013  Radyoda bir Sivas Türküsü "Kul olayım kalem tutan ellere" Ben ise şu anda artık kalem değil klavyenin tuşlarındayım. Bu türkünün yenisi "Kul olayım tuşa basan ellere" ya da kul olayım fare/mous tutan ellere","Sivas ellerinde sazım çalınır" yerine ise "Gogullarda bloglarım okunur "mu olacak...Olmaz. Her şey kendi haliyle güzel. Yazabilen,yakabilen yeni türküler yaksın. Eskilere dokunmasın.

Eski türkülerle eski günlerin hatırasını yaşıyoruz. Doğallığının sadeliğini yaşıyoruz. TRT de "Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı,binayı kurar iken gördüm leylayı"şimdi çalan bir türkü. Gençlerimizin bir bölümü "Kim beşyüz milyar ister"de sorulsa kerpici bilemez diye düşünüyorum.1960 larda itibaren hızlı bir dönüşüm. yaşandı.

Teknolojide, karasabandan traktör pulluklarına. Harman yerlerinden  harmanlardan,  patozlara, biçer döverlere; ardından at arabalarından, kağnılardan, faytonlardan, deve kervanlarından... Cız cızlı BMC kamyonlardan, Önden motorlu fiat otobüslerden, D 1210 ford kamyonlardan, Magurus Deutz havalı otobüslerden...Tv li internetli klimalı otobüslere, kendi kendine giden otomobillere,...

Hızlı bir değişim oldu..Hala da oluyor...Daha da olacak....Kuşakların bir kısmı eskiyi görmüyor ve bilmiyor,bilse bile yaşamadığı için nasıl bir meşakkat olduğunu hissedemiyor.

Telekomda çalışırken İkiz çocuklarım yanıma gelmişlerdi. Dahili hat olarak kullandığımız çevirmeli telefonları görünce çok şaşırdılar. Hayret ettiler. İkisini farklı telefonların yanına  oturtup  numaraları verdim. Nasıl arayacaklarını anlattım.Ve sayıları çevirip karşıdaki telefon çalınca kardeşi açıp karşılıklı konuşunca o kadar mutlu oldular ki.

Her neyse, baharın tadını tam çıkaramadan yazın sıcak nefesini enselerimizde hissetmeye başladık Manisa da. Oturduğumuz yerde terliyoruz. Belki de ben biraz kilolu olduğumdan daha fazla terliyorum.

Burada yazıyı keseyim. Doğal serinlik (!) veren klimamı açarak -arkadaşımın getirdiği neskafeyi de soğutmadan-işime devam edeyim. (29.4.2013 Pazartesi)

1 Nisan 2013 Pazartesi

Döndü Ebemin Anlattıkları (Gediz Akçaalan)

Birkaç yıl önceydi.Köydeydim.Babaannemle sohbet ediyorduk.O hatıralarını anlatıyordu.Ben de deşip teşvik ediyordum.
Laf lafı açtı.
Ebem;-Benim gençlik zamanlarımda köyün camisinde ipekten gök rengi bir sancak vardı.Seferberlik olduğunda,asker alınacağında bu sancak çıkarılır ve köyde  en uzun sırık aranıp bulunur ve ucuna bağlanırdı.Sonra askere-sefere gidecek gençler cami duvarına yaslanmış duran bu sırığın etrafında toplanırlardı.
Kim tutacak bu sancağı ? Kim tutacak ? Kim gezdirecek ? Diye bakınıp dururlardı.
Yok mu bir babayiğit diye seslenen hoca ve etrafındakiler merakla beklerlerdi.Çocukları askere gidecek olanlar,Nişanlılar,Evliler,eşler hüzünle haykırırlardı yavrularına,yavuklularına,eşlerine, sen elleme,sen tutma,başkası tutsun  diye,
Ama gergin bekleyiş fazla sürmez "yeter artık" diyerek bir delikanlı alıp kaldırırdı sancağı gökyüzüne doğru.O anda yakınlarında/akrabalarında  bir feryat bir hüzün ve karmakarışık duygular içinde bir kıvanç....
-Neden? Neden böyle olurdu.?..diye sordum ebeme.
-Sabret dedi,anlatacağım.
-Çünkü o sancak takılan sırığı göğe doğru ilk kaldıran genç gittiği savaştan geri dönmezdi.Şehit haberi gelirdi köye.Bu sebeple askere gidecek sevdiklerinin o sancağı tutmasını, köyün içinde gezdirmesini kimse  istemezdi.
Bu sancak dikildiğinde diğer köy ve kasabalardan seyretmeye gelirlerdi.Etrafta hiç bir köy ve kasabada böyle bir sancak yoktu.O kadar büyüklüğe rağmen avucunun içine toplanacak kadar ince dokunmuştu. İnce uzun ipek kumaşın üzerinde altın sırmalı ayetler yazılıydı.Güneşli havalarda ışıltısı cezbederdi seyredenleri. Öyle güzel bir rengi ve ışıl ışıl parıldayışı vardı ki ...
(Bu arada Ebemin gözleri yaşardı,yutkundu.)
-Nerde bu sancak ebe dedim?.
-Camide saklanırdı.Zamanı gelince güzelce kullanılır, işi bitince yeniden dürülerek kaldırılırdı.
1940 lı yıllarda birgün şehirden gelen yetkililer aldı götürdü.Şu anda yok dedi.

Dinledim.
Köyde Ebemin anlattığı o sancak olmasa da,
Bu gelenek biraz değişmiş olsa da ,Ayyıldızlı alsancağımızla süslü asker eğlencesi ismiyle  hala devam ediyor.

Ancak anlattıklarını teyit edemediğim için  bir hatıra olarak kaydettim.
Babaanneme(Ebeme) soramadığım bir soru daha vardı.Acılar tazelenmesin diye soramadığım.
-Köyde yakın zamanlarda şehit olmuş kardeşlerimiz var.Acaba onlarda askere gitmeden evvel ellerinde bayrağımızla köyde dolaştılar mı ? sorusu.
Esasında dolaşmış olup olmamaları da önemli değil,hayatlarını teslim etmişler,alkanlarını,canlarını  Albayrağa vermişler.Sadece Ebemin dediklerinin sonucunu merak etmiştim.
Cümlesine Allah Rahmet Eylesin.

14 Mart 2013 Perşembe

Cemile Hala

22.Aralık 2012 yi 23 Aralık a Cumartesiyi Pazara bağlayan gecenin 02.30 sıralarında Muzaffer Amcam aradı.Üzüntülüydü sesi.Cemile Halan öldü dedi.Cenazesi Kütahyadan yarın köye gelecek dedi.

Üzüldüm.Onunla ilgili bir anım aklıma geldi.
2009 Ocak ayının ortalarıydı.Abidin Amca rahmetli olmuş onun ailesini (Manisa dan) köye götürebilirmisin dediler.Zaten özelleştirme nedeniyle sahip değiştiren işyerimden istihdam fazlası personel havuzuna düşmüş yeni işyerimin belirlenmesini bekliyordum. Zamanım vardı.Tamam dedim.

Eşi kızları ve damadı berber kardeşim araca bindik.Önce morga uğradık.Rastlantıya bakın ki eski kapı komşumuz Tezcan Abi morgtaydı.Cenaze aracını kullanacaktı.Kütahyaya, Gediz e doğru birlikte yola çıktık.Öğleden sonra ulaştık Kasabamıza yolcuları indirdim.Tezcan Abi cenazeyi köyün morguna yerleştirdikten sonra ben gideceğim dedi.Beklemedi.Hızla Manisaya doğru yola çıktı.

Ben köyde gezmeye başladım.Amcamların evine,Babamın evine uğradım.Dört dairenin olduğu blok bomboştu.Issızdı.Şöyle bir çevresini dolaştım.Sessizliğin kasveti sarmıştı her yanı.
Ürperdim.Demek ki dedim evi ev yapan içindeki yaşayanlar,güler yüzleri muhabbetleri. Yoksa korku filmlerindeki ıssız hayalet ev gibi oluyor.

Ardından köy meydanına doğru yürüdüm.

Hakkı Amcamın evinin kapısını çaldım.Cemile Hala çıktı.Soğuk ve resmi bakıyordu. Sanki beni tanıyamamıştı. "Benim dedim.Manisa dan Enver'in büyük oğlu."O zaman sarıldı bana hoşgeldim oğlum gel dedi.

Ben Abidin Amcanın cenazesiyle geldim.Eşini ve çocuklarını getirdim dedim.İlk anda tanıyamadığı için çok üzüldüğünü hissettim.Oğlum Manisa ya götürürsün diyerek ekmek verdi. Elini öptüm ayrıldım.
Köyün içinde gezerken  İsmail Amcamın kızlarını da gördüm.Sevindim.Onlar da sevindiler.Davet ettiler.Ama hemen döneceğimi söyleyerek ayrıldım onlardan ve köyden. Gediz de Muzaffer Amcamın yanına uğradım....

Geçen yaz köye uğradığımızda Cemile Hala yı da ziyaret ettik.Sevindi.Ancak hala beni tanıyamadığı günü unutmamış,anlatıp üzülüyordu.
Allah Rahmet Eylesin.

Manisa da Yunan Yangını

1984 yılıydı sanırım.Kardeşim Yücel muhasebecide çalışıyordu.Bir akşam  elinde bazı eski eşyalarla geldi eve.
-Ne bunlar dedim.
"-Abi Manisa Defterdarlığı tamir ediliyor.Ben de vergi ödemek evrak getirip götürmek için sık sık oraya gidiyorum.Bu gün Kız Enstitüsünün yanındaki çöp kutusunda bazı resimler,eşyalar vardı. Baktım,inceledim. Bazılarını çöpten aldım getirdim.İşte bunlar" dedi.
Diğer eşyalar nelerdi hatırlamıyorum ama eski sararmış büyük  bir fotoğraf  dikkatimi çekmişti.Bu Manisanın pervaneli bir uçaktan çekilmiş fotoğrafıydı.
Fotoğrafta bizim oturduğumuz ve hayatımızın geçtiği semti Karaköyü, dış mahalleye doğru inceledim.İzmir Caddesi etrafında yanık ev kümeleri vardı.Önce karaltıların ne olduğunu anlamadım.Hani bir ateş yakarsınızda ateş söndükten sonra yanık odun parçaları,kararmış parçalar kalır.
İyice inceleyince geneli kare ve diktörgen biçiminde cadde boyunca olunca yanmiş evler olduğunu anladım. Hatta fotoğrafın üzerinde tarih ve saat vardı.Saat 10.00 çekilmişti.1938 Mayıs ayı olabilir.Ve çekim yapılan uçağın gölgesi bile fotoğrafın içindeydi.
Şehir Yunan yangınından 15 yıl sonra bile darmadağınıktı.Şimdi Manisa ya baktığımda yoğun ama çarpık bir bina kalabalığı göze çarpıyor.Gerçekten yangın izleri kalmamış,eski Manisanın da izleri kalmamış.Önce Yunan askerleri yakmış,sonra kalan eski eserleri de müteahhitler yıkmış yeni binalar yapmışlar. Şehrin belediye meclisinde onlar,il genel meclisinde onlar. Şehrin geleceği ile ilgili kararları ona (!)  göre alıyorlar.
Bu fotoğrafı sakladım.
Nereye sakladığımı ise şu anda hatırlamıyorum....
İnşallah bir gün bulursam yayınlarım.
Yunan yangını konusu açılınca;

İki yıl kadar önce Elektronik Tamircisi Selahattin Pastacı Abinin yanında  Manisalı yazar  Haydar Aksakal'la görüşmüştük. Laf lafı açtı söz Kurtuluş Savaşı ve Yunan İşgal yıllarına geldi.

-"5-6 Eylül yangın günlerinden bir hafta kadar önceki zamanların birinde Manisa Yunan Garnizonunda görevli Manisayı bilen bir Yunan Subay samimi bildiği Türklerden birine, " şehir yakılacak. Doğudan gelen Yunan birlikleri Manisa'dan geçerken bizim garnizonda onlarla beraber İzmir'e çekilecek ve şehri yakacaklar." diyor.
Sonra yeni bir haber geliyor subaydan;"Şu gün yakacaklar. Şehrin ateşe verilmemesi için biraz direniş yeter. Kaçış telaşındaki  Ordu sizle uğraşamaz çeker gider."diyor. Bu haberi alan şehrin o zamanki sakinleri kendi aralarında sözleşiyorlar. Yakılacak gün sabah silahlarla şurada buluşalım,direnelim. Sözleşip, dağılıyorlar. O gün, o sabah  geliyor. Sözleştikleri yere sadece bu haberi ileten geliyor. başka kimse yok.Ve şehir hiç direniş görmeden yunan birliklerince ateşe veriliyor." diye anlatmıştı.
Bu bilgiyi teyit etmek gerekir.

Belediyede görevli Ali Dilşen Abi babasından duyduğu bir hatıra da ise. "Evde su küplerine çocukları oturttuk. Kapıyı kilıtledik. Yunan askerleri tek tek evleri yokluyor. Evdekileri katlediyordu. Asker gürültüleri kapımıza doğru yaklaşmakta idi. Sonunda bizim kapıyı da zorladılar , yunanca ve Türkçe bağırdılar. "Kimse var mı ? İçerdekiler kapıyı açın,yoksa kırarız."
Biz Girit Muhaciri olduğumuzdan Rumca biliyorduk ve Rumca cevapladık."Siz gidin biz eşyaları düzdükten sonra arkanızdan yetişeceğiz."
Tamam dediler ve çekilip gittiler."

Yine Hacıhaliller Köyünde Kayınvalidem, Kurtuluş Savaşı Gazisi olan dedesinin Parti Pehlivanın kızanlarından olduğunu ve "eğer bir gün yunan tekrar gelirse yunandan evvel hepinizi tek tek ben kendi ellerimle öldürürüm.Onlara bırakmam." dediğini hatırlıyor. Dedesi neler görüp neler yaşadı ise ifadesi bu.

Şık Mobilya Asker arkadaşım değerli kardeşim Bekir Şıktaşlı da Karaoğlanlı Köyünde yaşayan dedesinin bir Kurtuluş Savaşı hatırasını paylaşmıştı. Dedem,"Karaoğlanlı'da beraber yaşadığımız bize hep iyilikleri olmuş çevrede Türkler arasında herkesin sevdiği saydığı  bir Rum komşumuz vardı.Yunan askerlerine kızardı. Bir gün Türk Askerleri kasabamıza geldiğinde bütün Rumları Kasaba meydanında bir araya topladılar. Bizim komşuyu da aldılar. Dedem, Türk komşularıyla beraber; " o iyi bir insan bize iyilikleri dokundu. Onu bırakın" dese de  Askerimiz kan ter içinde yorgun ve gergin dipçik göstererek "olmaz" diyor.  Ama Asker bırakmıyor. Asker emir kulu inisiyatifi yok. Amirleriyle görüşmek gerekirdi....
Bekir ; "Acaba bizim askerimiz Karaoğlanlı'ya gelinceye kadar Rumların yaptığı ne vahşetler gördü ki o duruma geldi " diye ifade ediyor düşüncesini. 

Allah bize bir daha Kurtuluş Savaşı yaşatmasın.





Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...