11 Ekim 2016 Salı

Kahvehaneler Üzerine Şef Garson.

Önceleri Habeşistan'da, sonra Yemen'de yetişen ilk kahve bitkilerinin Osmanlı'ya gelmeye başladığı tarih XIV. yüzyıldır.[4]
1550'lerde de İstanbul'da ilk kahvehane açıldı ve kısa sürede yakın ve uzak ülkelere yayıldı. 17. yüzyılda, kahvehane Osmanlı Devleti sınırlarının dışında, Avrupa'da görülmeye başlandı ve kısa zamanda popüler oldu.
Kısa zaman içerisinde kahvehane sayısı hızla arttı, kahve içmek ve yarenlik etmek amacıyla buralarda toplanan muhtelif zümrelerden ve değişik kültür seviyelerinden insanlar, çok hızlı gelişen bir kültürel birikim ortamı, sosyalleşme mekânı, siyasî iktidar karşısında seslerini duyurabildikleri bir kamusal alan meydana getirdiler.

Osmanlı'da kahvehane

Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saraymedrese ve cami dışında, “sivil” bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, XVI. ve XVII. yüzyılların İstanbul’unda, pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı. ‘Miskinlerin buluşma mekânı ve fitne yuvası’ olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekti.
1567 yılında başta Suriçi İstanbul olmak üzere İstanbul’daki bütün kahvehaneler kapatıldı. Hatta IV. Murat, bu gerekçelerle kahvehaneleri top yekûn kapatmaya yönelik şiddetli ve kapsamlı girişimlerde bulundu. Sadece Eyüp ve çevresinde 120 kahvehane kapatıldı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında ve XVII. yüzyılın ilk yarısında ‘tehlikeli yerler’ olarak görülen kahvehaneler ‘külliyen’ kapatılırken XVII. yüzyılın ortalarından itibaren otorite, ‘tehlikeyi’ önlemek için toptan kapatmak ve yıkmak yerine, yekdiğerlerine ‘ibret olsun’ babında tek tek bazı kahvehaneleri kapatarak bir tür yıldırma siyaseti takip etti.
Ancak kahvehanelerin sayısı günden güne artmaya devam etti. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığının son dönemlerinde İstanbul’da 50 kahvehane bulunduğu belirtilirken, bu sayı, XVI. yüzyılın sonunda altı yüze ulaştı. XIX. yüzyılın başlarında ise 2.500’lere kadar çıktı. Hem sayı olarak, hem de itibar olarak kahvehanelerin önemi arttı. 18. yüzyılda yeniçeriler toplum hayatının her alanına müdahale etmekteydi. Zorba olarak bilinen bazı yeniçeri üyeleri çeteler kurdular. Bağlı bulundukları ortalardan üyeler toplayan zorbalar, kahvehaneler satın alarak çetelerinin "mafya mekanı" olarak kullandılar. İşlerini buradan yönettiler. Bu zorbalardan bazıları lüks kahvehaneler kurmakla nam salmıştı. Bu zenginliğin kaynağı kanun dışı topladıkları paralardı.[5] Dönemin kahvehane sahibi ünlü zorbalarından: Kahvecioğlu Burunsuz Mustafa Kuledibi Kahvehanesi'ne, Darıcalı İbrahim Çavuş Hendek Kahvehanesi'ne, Galatalı Hüseyin Ağa Çardak İskelesi Kahvehanesi'ne, Tiflisli Ali Toygar Tepesi Kahvehanesi'ne sahipti.[6]
Kahvehane zaman içerisinde mevcut kültürel ve toplumsal hayatın içerisine dâhil olmayı başardı. Kültürün üretildiği ve tüketildiği bir mekân haline geldi. Birçok değişikliklere uğrayarak hayatiyetini devam ettirdi. Her ne kadar sadece erkek sosyalliğini barındırsa da Osmanlı şehrindeki kamusal yaşamın önemli bir kısmını oluşturdu. İlk başlarda marjinal bir yenilik olarak görülen kahvehane, çok geçmeden normalleşti ve toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayan merkezî bir konuma geldi.


Vikipedia kısaca böyle anlatıyor.
Bugün de kahvehaneler için hala geçerliliği olan eleştiriler var.
Ve hala miskinliğin, boş zaman geçirmenin mekanlarından. Sınırlı ekonomik düzeydeki halk kesimlerinin sosyalleştiği alanlar da denebilir. Başlangıcındaki ilk amacı kıraat olsa da sadece iri puntolu gazetelerin öncelikle sporla pardon futbolla alakalı arka sayfalarının kıraat edildiği hanelerdir. Bazı kıraathanelerde tozlu bir raf üstünde güneşten ve sıcaktan bozulmuş ciltleri ve sayfalarıyla var olan kitapları da sayarsak  göstermelik olarak isminin gereğini yerine getiriyorlar denebilir. Sözlü kültürün geliştiği mekanlar olarak da sınıflandırılabilir.
  • Türkiye’deki kahvehane ve kütüphane sayılarının kıyaslaması şöyledir; 
  • Kütüphane sayısı: 1.412-
  • Kahvehane sayısı: 570.000-
  • Buna göre 49.000 kişiye bir kütüphane düşerken, 122 kişiye bir kahvehane düşmektedir. 
  • Maalesef Türkiye’de ihtiyaç malzemeleri sıralamasında kitaplar 235. Sırada yer almaktadır.
  • Türk çocukları kitap okuma konusunda çoğu Afrika Ülkelerinin gerisinde kalmış durumdadır. Japonya’da toplumun % 14 ü, Amerika’da % 12 si, İngiltere’de ve Fransa’da %21i düzenli kitap okurken Türkiye ‘de yalnız 10.000 kişide 1 kişi düzenli kitap okuyor.
  • Nüfusu 7 milyon olan Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100 bin tirajla basılırken,73 milyon nüfuslu Türkiye’de bu rakam 2-3 bin civarında kalıyor.
  • Türkiye’de 1 kişinin kitap okumaya ayırdığı zamanın; bir Norveçli 300, Amerikalı 210, İngiliz ve Japon 87 katını ayırıyor dünya. Ortalaması da Türklerin ayırdığı zamandan 3 kat fazla.
  • Türk halkı kitap okumaya yılda yalnızca 6 saat ayırıyor. Türkiye kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkesinin gerisinde kalmış durumda.
  • Türkiye’de 100 kişiden sadece 4 kişi kitap okuyor. (http://www.ozetkitap.com/tr/bunlari-biliyor-musunuz)

Şehremini-Şehrkızı adlı kitabının 62. sayfasında Orhan Koloğlu; "...Bir saraylının, Yemen Valisi Özdemir Paşanın 1540 larda oradan kahveyi getirmesi, bir dönüşü başlatmıştı....Valimizin hemen arkasından, 1554 de Halepli Hakem ile Şamlı Şems adlı iki Arap'ın Tahtakale'de birer kahvehane  açmalarıyla yepyeni bir çağın ilk adımı olur. Mecma-i Zürefa diye nitelenen i Saraya erişemeyen okuryazarların burada sohbet toplantıları başlatması ilgiyi arttırır...İmamlar ve müzezzinler "halk kahvehaneye müptela oldu,mescitlere kimse gelmez oldu."dediler.Ulema ise " Messavihanedür" (kötülükler yeri),ana varamktan meyhaneye varmak evladur" ... diye ifade etmektedir.

Çocukluğumun geçtiği Semtteki kahvelerle ilgili gözlemlerim:

Manisa Şehrinin güzide semtlerinden olan Karaköy kahvelerinde dostlarla bir çay içip dertleşmek de öyle kabarık faturalar getirmezdi.
Şimdiki kahve dünyası kafeleri gibi değildi. Kasa, adisyon v.s. standartlar, misyon,vizyon bilinmezdi. Nevi şahsına münhasır denir, kahvelerin de bulunduğu semte göre şekillenen mahalli kaideleri vardı.Yurt çapındaki kahvelerin ortak kuralları tabii ki vardı. Ben o kadarını bilemem ancak bölgesel gözlemlerim üzerinden bazı sonuçlara varabiliyorum. Birbirinin halini, derdini tasasını bilen insanlar topluluğunun, mahallenin bir parçasıydı. Vakıfbank'ın müşteri arttırmak için kullandığı "halden anlamak" reklam kelimesi olarak değil gerçek anlamıyla vardı.

Sadece ekonomik bir getiri amaçları yoktu.  Günün her saatinde belli insan grupları bulunurdu. Gündüz saatlerinde ihtiyarlar dertleşirler, sohbet ederler, tavla başında rekabet ederlerdi. Şehrin diğer kısımlarında işlerinden dönenlerin oturup sohbet edip kısa kağıt oyunlar çevirdikleri zamanlar akşam üzerleri ve akşam yemeği sonrasıydı. Mahalle kahveleri bir başka açıdan meclis, forum olarak işlev görüyor diyebiliriz. Siyasi düşüncelerin analiz edilerek genel kanaatlerin oluştuğu mekanlardı. Mahallede, kahve bakkal,cami varsa hamam birbirine yakın yerlerde olurdu. Berber, bazen kahvenin bir köşesinde çalışırdı. Hırs,kâr yoktu. Kanaat ve paylaşım vardı.O günler için geçinmek kelimesinin insan onuruna yakışan anlamları vardı.

Doğal olarak şehirleşme köyden kente hızlı göç mahallede oturanların sayısını arttırdı.Yüksek dağlarda oluşan yağmurun karın sel olarak gelip akarsuyu bulandırdığı gibi sanayileşme kent nüfusunu arttırdı. Mukim dostluklar gitgide azaldı, kendi kabuklarına çekilir oldu insanlar, dertlerini paylaşacak sadece ruh doktorları ve psikologlar kaldı.Stres aldı yürüdü. İnsanlar kendi meselelerini çözemez oldular, intiharların oranı artmaya başladı.

Kemerinin yan tarafındaki bozuk para cüzdanını şıkırdatarak dolaşan şef garsonlar ise insaflı ve inisiyatif sahibiydi. Bazen es geçer, hesap düzlerdi, fakir fukaradan -içini acıtanlardan- para almazdı. Durumu bilen hali vakti yerinde bir kısım devamlı müşterisi de şef garsondan para üstü almazdı. İfşa edilmez, açık açık konuşulmazdı. Gözler ve gülümsemeler, bazen bir göz kırpışla şef garson durumu anlardı.

Kahveden ayrılmak, hesap ödemek isteyen müşteri ayağa kalkar hesap diye seslenirdi. Ve hızla yanına yetişmek hesabı almak zorundaydı şef garson. Koşa koşa  ya da hızlı adımlarla yürürken  -istemeseler de  o kadar çok bozuk para yüzünden- cüzdan her adımda  şıngırdardı.
(Eski -gençlik zamanlarımın- hatıraları arasında güler yüzlü hareketli bir şefi hatırlıyorum Ahmet (Dolay) Abi. O da diğer şefler gibi müşteri çağırdığında, madeni paraların şıngırtısını azaltmak için sağ eli deri bozuk para kesesinde göbeği oynayarak  (cüzdan mı desem) koşar giderdi müşterinin yanına, sessizce hesabı yapar ve ücreti alırdı.
Yüzündeki tebessümden bilirdik onun içhalini,Oğulları Vedat ve Fuat ta bir süre babalarının mesleğini yaptılar.Vedat iyi futbol oynardı.O da sessiz bir yapıya sahipti. Sonra biri yangın tüpü imalatçılığına,diğeri futbol sektörüne girdiler...)

Şimdiki "cafe"lerde elinizde adisyon makbuzuyla kasaya gidip ücretinizi ödersiniz. Hesap denetimi bakımından da rasyonel bir yöntem olsa da, eski gördüklerimiz bize daha samimi geliyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...