Dün havanın yağmurlu olacağını öğrenince sabah işe tedbirli gelmişti. Evden işe doğru adım adım ilerlerken bazen hafif çiseleyen, bazen de duran yağmur altında şemsiyesini açıp kapamaktan yorulmuştu. Geceden bu yana aralıklı yağan yağmur, şehrin yukarılarından aşağılara doğru azar azar çoğalan derecikler oluşturduğundan, kavşaklardan karşıya geçerken zorlanıyordu. Özellikle dikkatsiz ve umarsız sürücülerin hızlı kullandığı araçların tekerlekleri, yolda göllenmiş suları kaldırıma doğru attırdığından, çamurlu sulardan sakınmak için yola uzak ve temkinli yürüyorlardı.
Hava dağ tarafında yani şehrin güney kısmında daha kapalıydı. Dağın zirvelerine yerleşmiş yağmur bulutları günün aydınlanmasını geciktiriyordu. O nedenle saati gelince otomatik olarak aniden kapanan yol ışıkları ortalığın daha da kararmasına sebep olmuştu.
Zihninde farklı ve yeni düşünceler dolaşıp dururken, gide gele alışan ayakları, gayri ihtiyari (istemdışı) olarak, her zaman yürüdüğü yolları, her zaman adımladığı gibi adımlayarak, sonunda şehrin en yetkili resmi dairesinin yüz on yıllık mermer merdivenlerine ulaştı. Şemsiyesini yavaşça kapattı. Şapkasını çıkardı. Girişte bekleyen güvenlik görevlisine sabah selamını verdikten sonra her zaman açıp kapadığı eski kapının önüne yine geldi. Yeni bir iş günü başlıyordu...
....
Öğleden sonra olmuştu. Yanındaki masada başında kavak yellerini evleninceye kadar durduramayacak olan arkadaşı, o çok sevdiği radyosunda " Şemsiyenin ucu basma" diye bir türkü bulmuş onu dinletiyordu. Zamanında Samanyolu radyolarında dinlediği ve bir türlü ısınamadığı o spikerin ağlamış sesi olmasa daha iyiydi ama...
Bilgisayarın klavyesi aracılığıyla blog sayfasına; "Ne yapalım radyonun düğmesi onun elinde...Sabrediyoruz... Saatin beş olmasını, çalışma gününün dolmasını bekliyoruz." diye kayıt düştü
Bu arada odada bulunanlarda bir sessizlik var gibi. Öğleden sonranın durgunluğu mu, türkülerin efkarı mı, hayatın omuzlarına binen ağırlığı mı? Bilinmez..
(07/02/2019 15.14)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder