12 Mart 2018 Pazartesi

Arabacı Şahap

   Sabah evden çıkıp işe doğru yürümeye başladı. Kuyualan Camisine geldi.Caminin köşe çaprazındaki kasap dükkanının önünden, elinde bastonuyla Karaköy'e doğru yürürken  onu,  Arabacı Şahabı gördü. Yine aynı, ciddiyetle bakan kızgın ya da kırgın havasında asık bir yüzle sağ elindeki bastona her adımda yüklenerek yürüyüp gidiyordu.
     ...
    At arabalarının yolların hakimi olduğu eski zamanlarda Karaköy pazaryerinin batı köşesindeki  kahvenin ön kısmı, pazartesi günleri hariç at arabacılarının toplanma yeri  idi. Arabalar, renkli boyalarla çok değişik tabiat manzaralarıyla süslenirdi. Uzun yeşil kavakların arasından kıvrıla kıvrıla akan dereler, tarlalar  arasından döne döne yalçın dağların yamaçlarında  gitgide küçülerek gözden  uzaklaşan yollar; arabaların dört bir yanındaki  tahta kenarlıkların, kapakların üzerinde inceleyenlere bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Bu hikayenin mini resimlerle anlatılabilme anlaşılabilme kabiliyeti ne kadar yüksekse o araba boyacısı da o kadar muteber idi. Bu bölgede şimdi bir kısım gençlerin şahin ya da doğan otomobillerine tuning merakı o günlerde at arabacılığı yapan atalarından genetik olarak geçmiştir. 
   Atlar ise, üzerlerindeki koşum takımlarıyla, zilleriyle, renk renk boncuklarıyla, bazen örülü kuyruklarıyla ve özelllkle heybetleriyle kendilerini belli ederlerdi. 
     Arabacı taifesine gelince, sabahları arabanın ön tarafında sivri burunlu arkası basık ayakkabılarını gösterir gibi bacak bacak üstüne atarak altta kalan  ayaklarıyla da oka basıp  oturan,  yaka bağır açık, üsten dört düğmesi özellikle iliklenmemiş,  kolları sıvalı gömleğinin  üzerine giydiği yine önü açık yeleğinin rengindeki  kasketi yana devrilmiş  burma bıyıklı arabacı  ise tüttürdüğü sigarasının dumanını savura savura meydana girerdi.
Yunan işgali sırasında yanmış yıkılmış yıpranmış yeniden toparlanmaya çalışan, bu eski ve yaralı şehrin arnavut kaldırımlı sokak aralarında, dış yüzeyine kamyon lastiklerinden incecik kesilerek  rapdedilmiş tahta tekerlekleri üzerinde sarsıla sarsıla yürüyen bu arabaların, kendine özgü sesleri vardı.
Bir de lastiksiz demir tekerlekli, arka tekerlekleri öne göre daha büyük olan eski model arabalar vardı. Bu araçlarla uzun yola çıkmak yolcuları çok yıpratırdı. Çünkü süspansiyon olmadığından yolcular yer yüzünde yollara birakılmış her türlü eşyanın büyüklüğü hakkında fikir sahibi olurlardı. Büyük bir taş üzerinden geçerken araba önce yükselir ardından yükseldiği kadar mesafeden aşağıya inerdi. Ha taşa düşmüşsün ha bu arabaların içindeyken taşın üzerinden  geçmişsin, aynı etkiyi gösterirdi.
 Lastik tekerli arabaya ilk defa  binenler eğer bir de asfaltta gidiyorlarsa o konforu ne fayfonla ne de mercedesle kıyaslayabilirlerdi. Çünkü mercedesi sadece uzaktan, yolda ilerlerken görmüşlerdi.
 Arabayı çeken atların zillerinin ve boncuklarının şıngırtısı ve nallarının tıngırtısı da farklıydı. Araba sahibinin yakınları, dostları, haşır neşir oldukları kimseler o seslere aşinaydı. Ne zaman duyabilecek kadar uzaktan bir at arabası gürültüsü gelse bilirlerdi.
Heyecanla kapıya  pencerelere çıkanlar ise, genellikle yeni evlilerin eşleri, çocukları ya da yavuklularıydı.
Eğer biraz aksi bir gençse arabayla gelen, evdeki annesi gerginleşmeye başlardı. Yine ne muzırlık çıkaracak diye endişelenirlerdi. Bir an evvel baş göz olsa da hayırlısıyla başımdan telaşı azalsa diye hayıflanırlardı.
 Arabacılar kahvesinin güney kısmında pazar meydanına  doğru bakan dükkanlarda nalbantlar vardı. Birkaç semerci, eyerci de nalbantlarla aynı mekanı paylaşarak çalışırdı .Sol karşıda samancı vardı.
Önceleri samancı denilirdi, daha sonra yemci de denilmeye başladı. Saman ve samanın içine karıştırılacak yulaf ezmesinden arpa ezmesine, buğdaya  kadar  türlü türlü yem mevcuttu. Zaman geçtikçe at arabaları azaldıkça fabrika yemleri de satılmaya başladı. Kuşçular için, tavuklar için hayvanlar için yem çeşitleri gitgide arttı ama at ve at arabası sayısı da gitgide azaldı.Onların yerini vitrinlerinde süslü köpek eniklerinin dolaştığı pet shoplar aldı.
 Daha ileride çırpı pazarına doğru meydanın kuzey kıyısında Arap Sabahattin'in at araba imalathanesi vardı. Yeni araba ihtiyacı olanlar pazarlık ederek sipariş verir. Arabası arızalananlar, oku kırılanlar, tekeri bozulanlar tamir için arabalarını bırakırlardı.
...
    İşte Şahap o günlerde delişmen genç bir arabacı idi. Alçak boyluydu. Yüzü hep asıktı. Güldüğünü hatta gülümsediğini gören yoktu. Kararmış ekşimiş suratında doğuştan çatık duran kaşları ise onun ciddiyetini, melanetini  daha da arttırıyordu.
Üst sokakta yapılan evin temelleri için çakıl lazım olduğunda inşaat sahibi, eski dostu Kelterci Osman Efendinin oğlu Şahaba yarın bir araba çakıl lazım olduğunu, namaz dönüşü eve çıkarken kapıdan rahmetlinin eşine söyleyivermişti.
Şahap, bir gün öncesinde aldığı kum/çakıl siparişi üzerine sabah arabasını hazırlayıp,  evlerinin iki kanatlı bahçe kapısını açıp da  kapı önüne çektikten sonra, annesi kapının kanatlarını kapayıp arkasından tırkazladı. Arabaya atladı.( binmezdi atlardı.) Heybetle kaykılırken  sol eline dizginleri alır, sağ elinde kırbacını/kımçağını atının sırtına şaplatırken deh diye bağırıp, atıyla ileriye  fırladı.           
Evlerinin bulunduğu  dar sokakta yürüyen ihtiyarlar onun hızla ilerleyen at arabasını  görünce ya da arabanın tekerleklerinin çıkardığı gürültüyü duyunca  la havle çekerek nerden çıktı bu delişmen, bir gün birimizi altına alıp ezecek Alimallah diye söylene söylene biribirlerini tutarak duvar kenarına yanaşırlardı.
Manisa şehrinin içinden batıya doğru ilerleyen İzmir yolu  Uncubozköyü ve Keçiliköy mezarlığına da geçip Keçiliköy doğusundan  sola güney  istikametine döner. Şehrin güneybatısındaki dağ yamaçlarından döne döne  Sabuncubeli üzerinden Bornovaya ve İzmire doğru çıkan yolda Keçiliköy'ü geçtikten sonra birkaç köprü vardır. Bunlardan birine Karaçay köprüsü denir. Çay, Gediz ovasına doğru başka ova yollarıyla kesiştiğinde de üzerine yapılan köprüler de Karaçay köprüsü olarak adlandırılır. Ta ki nehre varıncaya kadar. Kısaca Karaçay, süzüle süzüle akıp Gediz nehrine ulaşmaya çalışan bir çaydır. O, dağların  yamaçlarından yatağına dökülen  yalçın kayaların kara taş haline gelmiş kara parçalarını çevire çevire ve ufalaya ufalaya  ovaya kadar getirir. Bahar sonuna doğru eski sürükleme gücü kalmayınca da ovanın bir yerlerinde sürüklediği bu kara taş parçalarını çakıl ve kum olarak bırakarak nehre doğru yoluna devam eder.Uzaktan bakanlar, baharda yeşilliklerin, yazın sapsarı ekinlerin arasında kıvrıla kıvrıla akıp giden bu suya -içindeki taşların renginden dolayı- Karaçay derler.
Şahap, Karaçay'a inşaat çakılı almaya giderken, bağ yollarında altında deli gibi koşan atı ve arabasıyla, ardında toz bulutuyla karışık bir kaos bırakarak ilerleyip hızla geçer giderdi..Her çukura girişinde arabasının altına iliştirilmiş kova ise bir o yana bir bu yana farklı tınılarda sesler çıkararak çarpmaktan kenarları ezik büzük olurdu.
Karaçay'ın köprüye yakın bir yerinden çaya iner,  yeni sürüklenip gelmiş çakıl yığınlarının bulunduğu her yeri karalar içindeki kümelerden birine arabasını yaklaştırır ve arabada bulunan  küreğini alıp ya bismillah diyerek avuçlarına tükürürdü. Yavaş yavaş arabasına çakıl ya da talebe göre kum doldururdu. Gün öğleye yaklaştıkça hem kendinin hemde ovanın harareti arttıkça çayın şırıl şırıl akan suyuna eğilerek susuzluğunu giderirdi. O zamanlar çevre kirliliği bilinmezdi. Öğleye doğru işi biter indiği yerden biraz zorlanarak arabayı yola çıkarır,  dönüşe başlardı.
Bağcılık Araştırma Enstitüsünün güneye bakan  kapısının önünden geçer, sağ tarafında kalan çam koruluğuna doğru ilerler, çam gölgeleri altında bir süre gittikten sonra sağa dönen yol onu köy meydanına yaklaştırırdı. Meydana bakan birkaç kahveden gölgesi bol olan herhangi birine yanaşır yanaşmaz arabanın altında tıngır tıngır sallanıp duran galvaniz kovayı alır, tulumba kolunu çeke çeke tulumbadan doldurur ve atının önüne bırakıp ıslık çalarak atını sulardı. Bu arada kahveci, tanıdığı, bazen de keşke tanımaz olaydım dediği  bu aksi ve öfkeli genci görür görmez orta şekerli kahvesini cezveye sürerdi. At sulanıp başını kovadan kaldırınca kovada kalan suyu tahta tekerleklere dökerdi ki ıslanınca şişip çakıl/ kum yükü  altında gıcırdayan arabanın sesleri kesilsin.
Sandalyesine oturduğunda kahvesi de hemen masasına gelmiş olurdu. Gecikirse Şahab'ın iğneleyici sözleri nedeniyle akşama kadar öfkesinin dinmeyeceğini bilen kahveci "bir an evvel içsin de defolsun" diye hemencecik kahvesini yollardı. Kahve sırasını bekleyen  müşterileri olsa bile Şahabın özelliğinden (!) dolayı önceliği vardı. Bazen bunu bilen kahvede oturanlar "neden bizim kahveden önce ona gönderdin" diye sitem ederek,kahveciyi dürterlerdi. Ama "Karaçaydan gelmiştir. Karaköye çıkacak biraz insaf be mori, sizin gibi kahvede pineklemiyor be susaklar" diye cevaplardı.
O zamanlar Horozköy'e doğudan göç henüz başlamamıştı. Horozköy nüfusu mübadele ile gelen muhacir ağırlıklıydı. Mübadele ile giden Rumların boşalmış evlerine yerleştirilmiş bu muhacirler zamanla yeni hayatlarına adapte olmuşlar ve kendi düzenlerini oturtmuşlardı. Köy merkezinden geçerek istasyona yönelen ana yol boyunca her iki tarafında taştan yapılmış, çift kanatlı yüksek pencereli,  yoldan bir kaç basamak taş merdivenlerden  çıkılarak girilen eski Rum evleri sıralıydı.  Bu evler yeni sahiplerince 2014 yılına kadar imar izni verilmediği için ilk hali ile kullanıldı. Ancak imar değişikliğinden itibaren çok katlı binalar sıralanmaya başladı. Horozkentin(!) ana caddesinin iki yanı boyunca. Horozkentin batı yakasında doğudan geldikten sonra otuz yıllık iskan sürelerini doldurarak(!) müteahhit olan yeni sakinlerince sıra sıra inşaatlar yapıldı. Binalar dikildi. Böylece doğudan gelen yeni sakinlerinin katkılarıyla Horozköy, Horozkent oldu !
Ancak Horozköyün o sakin, samimi ve sessiz ortamı, yüksek binalarını arasında kaybolup gitti. Bazı sakinlerince aranıp durulsa da artık çok geç.
Horozköy adı olan ancak kendi varlığını kaybetmiş, bir köyden kent parçası haline de anlamına uygun nitelikleriyle döndürülememiş bir eklenti. Ne köy havası ne de kent havasını soluyamadığınız, göçerlerin gelişigüzel kurdukları çadırlar gibi ama betondan yapılarla donatılmış bir çadırkent.

 ...
   Arabacı Şahap  yolun sağ tarafına geçerek camiden yukarıya doğru adım adım uzaklaştı.  O uzaklaştıkça zihninde canlanan eski hatıraların onun ardından silinmeye başladığını farketti. Şahap, Kuyualan camisinin güney kısmındaki sokağın köşesinden batıya, güllü bahçeye doğru dönerek gözden kayboldu. Gitgide, aksayan adımlarının tıkırtıları da azalarak duyulmaz oldu.Belki de uzun yıllar önce gençliğinin hatıralarını sarmaladığı pazaryerindeki kahveyeydi bu ağır aksak yolculuğu.
     
      O ise Caminin kuzey köşesindeki 1313 isimli kasabın  önünde kısık gözlerle Şahabın gittiği yöne doğru. bir süre daha uzun uzun baktı.
 
   Düşündü. "Anı yaşayanlar, hayatın koşuşturmaları arasında değişimi farkedemiyor, ya da kanıksıyor. Şimdi geçmiş yılları şöyle bir toparlayıp süzünce anlaşılıyor, o sakin sade zamanların bir film şeridi gibi değişiminin ne menem bir şey olduğu."



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...