10 Mayıs 2013 Cuma

Asker Yolu Beklerim.(1965-1975)

Saat 15.33 TRT Türkü Radyoda Erzurum Radyosu nöbette. Çalan türkü "Asker yolu beklerim"

Bu türkü çocukluk günlerimi aklıma getirdi.
Babam Manisa Pamuklu Mensucat fabrikasında  07.00 de başlayan sabah vardiyasına yetişmek için 06.00 sıraları kalktığında annem daha önceden ayaklanmış olurdu. Babam ekşi tarhana çorbasından müteşekkil kahvaltısını  bol bol ekmek doğrayıp ekmekleri kaşığın tersiyle çorbaya batıra batıra hazırladıktan sonra kaşıklamaya başlamadan annem de sofraya oturduğunda alüminyum kaşık gürültülerine uyanır, ben derin uykularım arasından şöyle bir etrafı kolaçan eder,yeniden kafamı yorganın altına sokarak uyumaya devam ederdim. Bu saatte kalkmaya gerek yoktu. Çünkü annem uyandığımda özel bir sofra ile donatırdı önümü. Ama bende bir naz bir sıkıntı,birkaç lokma ancak yerdim. Nedense iştahsızdım. Ancak 8 yaşında kardeşim Yücel doğduktan sonra 2 yaşında sofralarda boy göstermeye başlamasında itibaren yavaş yavaş iştahım arttı. Ardımdan soframıza kız kardeşimin de katılması daha da arttırdı hareketi,nazlanırsam geriye birşey kalmayabilir korkusunu yerleştirmişti annem ve babam.

1966 lı yıllarda Manisa da Topçu Asım Mahallesi Küçük Sokak ta Bahri Amcanın evinde kirada otururken Annemin sabah alaca karanlıkta açtığı 6 büyük pilli Hislon marka radyoda çalınan türküler aklıma geldi .Annem radyoyu dinlerken bazen bir türküye takılır, sanatçıyla beraber söylemeye başlardı.

Türkü biter ama o havası bitmediği için devam edip giderdi türkü söylemeye.

İşte "Asker yolu beklerim" türküsü de onun havasını yakalayıp devam ettirdiği türkülerdendi. Annem daha tam aydınlanmamış safak alacasında yakınına getirdiği gaz lambasının titrek ışığı altında "elinde örgüsü dilinde türküsü" çevrede yeni yeni ayaklanan komşu teyzelerin nalın/takunya, tencere kapı tıkırtıları ile bağına gitmeye hazırlanan amcaların/dedelerin at arabasını hazırlaması esnasında çıkan seslerin arasına türküsüyle katılırdı.

Önce tak tak tak sesleri ardından bırr bırr diye hafif sesler,ardından başka bildik tıkırtılar. Tak tak tak sesi damdan arabanın yanına getirilen atın nal sesleriydi. Bu ses düz yolda düz betonda yavaş giderken çıkar. Eğer sokak taşları üzerinde gidiyorsa takır takır diye ses yapardı nallar. Çünkü bombeli düzensiz taşlarda nallar düz durmazdı ve takır tukur sesleri çıkardı nallardan. Bırr bırr ya da drr drrr gibi çıkan insan sesi ise bağa gidecek Osman Amcanın (veya başkası) atı okun içine yerleştirirken çıkardığı mırıltılardı. Atın sırtına bir keçe atılır üzerine deri kemerlerle diğer aksam oklara uygun şekilde tokalarla bağlanır. Çok sıkarsan kemeri at rahat edemez. Az sıkarsan gevşek kalır. Atın bazı yerlerinde sürtünmeden dolayı yaralar oluşabilir.O nedenle her ne kadar çocuklar "-ben de biliyorum yapayım" deseler ve yalvarsalar da büyükler bu koşum bağlama işini çocuklara kolay kolay emanet etmezlerdi.

At arabası her gün aynı sırada düzenlenir,ovaya varıldığında yine çıkarılır.Akşam ovadan şehre dönüşte tekrar bağlanır, eve gelince aynı sıranın tersine çıkarılırdı. Araba hazırlandıktan sonra çift kanatlı tahta kapı gıcırtılarla iki yana duvara dayanacak kadar açılır,kapı kapanmasın diye önüne taş konur,atın geminden çekerek yavaş yavaş dışarıya sokağa çıkarılır. Evin çift kanatlı kapısı kapanır. Kapının sabit kanadının arkasındaki sabitleme demiri yerine oturtulur,diğer kanat kapatılırdı. Sokakta duran arabaya ovaya bağa gidecekler binerler. Arabanın içindeki yaygıların minderlerin üzerine otururlar. İhtiyar teyzeler ve amcalar altlarına biraz yumuşak bir minder yada keçe koyarlar. Çünkü taş döşeli sokaklarda ve ova yollarında sarsıntılar altlarını ve bellerini rahatsız eder. Daha genç olanlar için farketmez. Bir yaygı yeter. Bazen ona da gerek yoktur. En son arabayı sürecek olan arabanın ön tarafına oturur/kurulur. Arkaya bakar.Dizginleri şöyle bir yoklar. Dizginleri öne doğru gevşetip hafif sallayıp/gerince "Bismillah" diyerek ata "dehh" der. At marşa basılmış bir araç gibi sarsıntıyla ilerlemeye başlardı.

O anda çıngır çıngır zil sesleri dolardı etrafa.Atın takımlarının üst taraflarına küçük küçük ziller eklenmiştir.
Bu ziller küçük tıngırtılarıyla, çevreye at arabasının geldiğini  ya da gittiğini belli ederdi.
Arabanın içinde bulunanlar ve at ve altta bağlanan köpek için ise bir düzen, herşeyin normal olarak devam ettiğini anlatan seslerdi. Eğer zillerin şıngırtısı artmışsa araba ya hızlanmıştır ya da engebeli bir yolda ilerliyordur.

At arabasının ahşap dış kısımlarında ise rengarenk çiçeklerle,derelerle, kuşlarla, dağlarla, yollarla süslenmiş resimler olurdu.Bu resimler boyayan kişinin hayalgücüyle bağlantılıydı sanırım. Belki de arabayı boyatmak isteyenin özel taleplerini dikkate alır mıydı? bilmiyorum!
Ben ise at arabası denen vasıta yollarımızdan çekilinceye / teknolojiye yenik düşünceye kadar fırsat buldukça bu resimleri inceledim.
Küçük çocuk beynimin mantığı içinde bu resimlerle türküler arasında tam olarak çözemediğim bağlantılar vardı. Şimdi naif ressam dedikleri sanatçılardı bu ressamlar.

1969 yılında yeni aldığımız Akay (-Bu sayılarda nereden çıktıysa -şimdi 3182 oldu sanırım.) sokaktaki eve taşındığımızda önümüzde küçük meydanı olan bir sokak vardı.
Derdiler Çeşmesinin doğu tarafında bulunan bu sokağın/ küçük meydanın  karşı köşesinde kerpiçten yapılmış sıvasız bir dam vardı.Uzun yıllar boş durdu.Sonra nereden akıllarına gelmişte sahipleri Karadayı ve oğlu Müsamettin Abi (Hüsamettin değil Müsamettin) bir at cambazına kiraya verdiler.

At cambazı (İsmini unuttum) hafif  yalpalayarak yürüyen,saçları önden dökük, sürekli kasketli gezen eli tesbihli,siyah sivri burun ayakkabılı bir abi idi.Ve kemer kullanmazdı.Belinde siyah bir kuşak bulunurdu herzaman,yakası yaz kış üst iki düğmesi  açık beyaz gömlek (genellikle) giyerdi. İşte bu cambaz Ali (şu anda aklıma geldi ismi Ali idi ) Abi Manisa da etraf köylerde nerede eski araba bulursa kendi arabasının arkasına bağlar.Çift römorklu traktör gibi o meydanın uygun bir yerine getirip bırakırdı. Bazen at arabasının arkasına at yedekleyip getirdiği de olur ve atı dama bağlardı.

Bazen okuldan eve döndüğümüz günlerde o eski arabaların yanında sessiz alçak boylu, tombul, kırk yaşlarında bir Amca görürdük. Her tarafına boya bulaşmış renkli  bir tahta kasası vardı. Bu kasanın içi envayi çeşit renkte boya kutularıyla dolu olurdu. Eski at arabasının başında üç dört gün elinde fırçaları ve saplı tahta kasası ile dolanıp dururdu.
Dördüncü günün sonunda ortaya bir şaheser çıkardı.O eski püskü araba gitmiş canlı capcanlı bir yeni araba gelmiş olurdu.Bize "-aman çocuklar dokunnmayın kaç gündür uğraşıyorum. Bir yeri kirlenirse Ali kıl adamdır paramı vermez"derdi.

Ben 1980 de liseyi bitirdikten sonra yaşında 18 geldiği için kahvelere rahat rahat girmeye başladığımda Karaköy pazar yerinin batı köşesinde bulunan eski Karaköy Mezarlığına bakan arabacılar kahvesine çıkmaya başladım.
Etrafta işten gelen işe gidecek olan at arabacıları ve kuyruklarıyla sineklerini kovalayan ve sıkıldıkça yerlere pisleterek ve (afedersiniz uygun  kelime bulamadım) işeyerek rahatlayan atların arasında bulunan bir kahveydi. O zamanlar normal geliyordu bize at pislikleri görünen naturel pisliklerdi. Şimdi görünmüyorlar. Hasta insanların vücutlarında cihazlarla anlaşılan hormon olup,radyasyon olup egzost gazı olup her şeydeler,her yerdeler.

Mevsim itibarıyla atların kafasında kavak yelleri esmeye başladığında, ilkbaharda mayıs sonuna kadar birbirlerine şahlanan atlar kişneyen atlar çok olurdu buralarda.Ve bu atları kontrol etmek zorlaşırdı.
O nedenle sahipleri at arabacıları park(!) ederken dikkat ederlerdi. Gemi azıya alan atı kontrol etmek zordu. At arabası sürücülerinin asılmaları, kasmaları gerekirdi dizginleri, ki böylece gem kasılsın at geriye doğru başını çeksin, sakinlesin. Bir de ısırmasın diye yem torbası gibi şimdi ismi aklıma gelmeyen file/ağ benzeri ağızlık takılırdı atların başına.

Arabacı (Araba imalatçısı) Arap Sabahattin Amca elemanları ve oğlu Haydar Karaköy Pazar yerinin kuzey kısmındaki işyerlerinde at arabası imal ederlerdi. Çok gayretle,binbir emekle uğraşarak hazırlarlardı arabaları.
Sabahın çok erken saatlerinde  Remzi Amcanın Çırpı Pazarındaki fırınına simit alıp satmak amacıyla giderken -köpek korkusuyla etrafa tereddüt içinde baka baka ilerlerken-ateşler arasında çember kızdırırken görürdük bazen onları.

Bize güven gelir nefesimizi daha rahat alarak ilerlerdik fırına doğru. Kim önce gelirse o önce alırdı simitini. Peynir tenekelerine iki kapak ve sap lehimlenerek hazırlanmış,-karaköy tenekecileri imalatı koldan takmalı -simit -gevrek-dolaplarına bezlere sararak yerleştirilirdi sıcacık simitler.
Önce alan önce satardı.

Çember at arabası tekerleğinin en dışına geçirilirdi.Isınıp genleşen çember ahşap tekerleğe daha rahat geçerdi.Geçer geçkez suya atılırdı ki soğuyup büzülsün.Böylece tekerlek imalatının bir aşaması biterdi.

Yıllar yılları  kovaladıkça otomotiv sanayisi gelişip at araba sanayisi geri kalıp işler kesatladıkça mecburen Arabacı Sabahattin  Abi de dükkanı kapatıp Karaköy İzmir caddesi üzerinde kırmızı köprüye yakın İstanbul lokantasının batı köşesindeki kahveyi devralıp kahveciliğe başlamak zorunda kaldı. Hep güler yüzüyle neşeli haliyle hatırlayacağım onu. Şimdi o köşedeki yer çerezci oldu.Oğlu Haydar Kardeşim Manisa Endüstri Meslek Lisesinde öğretmen oldu.Yakında emekli olabilir.
...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...