15 Şubat 2017 Çarşamba

Çırpı Dumanı

Bu şehrin, alçak çatılı, kırmızı kiremitli,  bacalarından ince dumanların tüttüğü, tekkatlı evlerden başka yüksek binaların bulunmadığı,
Biraz yükseğe çıkıldığında  yirmiyedi tane minare sayılabilen  eski günlerinde,
Taş döşeli sokakların arasından tıkır tıkır yürüyen, biraz hızlanınca etekleri zil çalan neşeli kızlar gibi atların ve arabaların çınlamaya başladığı, sakin zamanları hatırlıyorum.
Akşamüzerleri ovadan eve dönen bu at arabalarına mevsimine göre çeşitli yükler sarılırdı. Üzüm çuvallarının geldiği  Eylül ayından sonra kış hazırlığı için bağ kütükleri, asma çubukları yüklenir eve getirilirdi.

Bağ arasındaki çırpıların ne zaman toplanacağını unutalı çok yıllar oldu. Küçükken, atlarının kayışları üzerine iliştirilmiş minik çıngıraklarıyla yaklaştıklarını haber veren at arabalarıyla, tırıl tırıl çalışan traktörlerin  kasalarıyla gelen çırpıların ev önlerine yıkılıp, annelerin babaların ve hatta okuldan  sonra çocukların tırpanlarla doğradığını, kırdığını biraz hatırlıyorum. İndilince hemen kırılmaz (çünkü esnek olur yaştır) biraz kuruması beklenir, kuruduktan sonra kırılır ve ıslanmayacak bir yere istiflenir. Bazı komşular ise istiflemez öylece bir yığın halinde bırakırlar, ihtiyaç halinde ocağı  sobayı tutuşturmak için, azıcık alıp elleriyle şöyle bir kıvırıp, çıtırdatarak kırdıktan sonra içeriye götürürlerdi. Bu komşuların evlerinin önü devamlı karışık, dağınık olurdu. Pulluklar bir yanda, mibzerler diğer yanda, yağmur altında dura dura kasası çürümüş römork en münasebetsiz yerde göz zevkini bozardı gelen geçenin. Nedendir bilinmez. Ya evlerinde hayvandan, işten güçten fırsat bulamazlardı. Ya da Rahmetli Anamın deyimiyle ırıpsızlardı.

Ramazan yaklaştığında mahalleli kadınların birkaçı toplanırdı. Kerpiç duvarların içine örülmüş, eski ocakbaşlarına birkaç taş üstüne veya  sac ayağı üstüne yufka sacı kurulurdu. Ocağın altında ise o çırpılar yakılırdı. Çırpı, çabuk tutuştuğu için sacı hemen kızdırırdı. Kabarmış hamur parçaları tek tek alınır un serpilir. Üzerine oklavayla yayılarak inceltilir, açılırdı. Oklavalarıyla yufkayı açan teyzeler anneler, yengeler, halalar, elden ele yufkayı, ocak dibinde oturan nineye uzatırlardı. Nine, bir yandan sağ elindeki çubuğu veya oklavasıyla sac üstüne yufkayı yayar. Bir yandan da daha önce kendi konumuna göre ayarladığı çırpı yığınından  çırpı alıp, ateş azaldıysa sol eliyle ateşe çırpı sokuştururdu. Hemen pişen yufkayı çevirirdi. Çevirmeyi  geciktirirse  (önce benek benek, sonra koyu kahve renginde) kavrulurdu. Böylece yufka çabuk pişerdi. Bu iş tecrübe isterdi. Bu işi bilen en kıdemli ve yetenekli nine orada olurdu. Ve işin elebaşı oydu.   Sıcakken yenen yendikten sonra soğuyan yufkalar sertleşir ve kırılgan hale gelirdi. Ramazanda kullanmak için üstüste istiflenir evin mutena, sakin bir köşesine yerleştirilirdi.

Etrafa yayılan, gözleri de genzi de yakan  acı çırpı  dumanı arasında, pişmekte olan yufkaların kokusu sokakta oynayan çocukları cezbederdi. Kokuyu duyan, dumanı gören  içerde yakınları olan ya da nazı geçenlerin olduğunu gören çocuklar  koştururdu içeriye, biraz çökelek peynir konup dürülmüş sıcak yufkayı alan çıkardı. Ama bazı çocuklar süklüm püklüm beklerler isteyemezlerdi. Güngörmüş nineler hemen farkederdi bunları nasıl farkederlerse, çağırırlar, ünlerlerdi gelin alın diye... Çocuklardan ve sokaktan geçenlerden yemeyen kalmazdı. 

Bir de bulgur kaynatma  ve serme işi vardır ya onu da bilen bilir.

Ne öyle güngörmüş nineler kaldı, Ne de eski yufka başı muhabbetleri...

Hepsi hafızalarımızda yaşayan birer mazi oldu artık... 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Arkadaş

Uzun yıllardan beri tanıdığı, ne zaman rastlasa yüzünden tebessümü eksik olmayan  nazik naif bir insandı. Gençlik yıllarından beri içinde ya...