Uzun kış gecelerinde ocakbaşına topladığı torunlarına; Ardı ardına sıralanmış uzayıp giden çivisiz ve tekerlekleri yağsızlıktan gıcım gıcım gıcırdayan mühimmat yüklü kağnısıyla beraber, çamurlu, soğuk ve karlı yollarda, geceler boyu süren seferlerini anlatırdı. O seferler esnasında yanlarında beraberce yürüyen, çamura saplandıklarında bir kısmı arkadan iten bir kısmı önden çekerek saplandıkları çamurdan kurtarmaya çalışanları, sabah olmadan kuytu bir yer bulmak görünmemek, gizlenebilmek telaşıyla koşuşturanları, sürücülerin soğuktan çatlamış ve katmer katmer çamur bağlamış elleriyle öküzlerin sırtlarını sıvazlarken, adeta yalvarır gibi serzenişlerini hatırlardı ve anlatırdı. Çünkü birinin durması ardından gelen diğerlerinin de durması demekti. Yürüyeceklerdi, durmak beklemek yoktu.
Menzile yaklaştıklarını uzaktan duyulan top sesleriyle anlarlardı. Dönen araçlardaki yaralıların acılı ancak huzurlu, durgun tavırlarını, cehennemi andıran ve yaklaştıkça gitgide artan top seslerini, dağların ardından yükselen dumanları gördükçe, biraz daha hızlı daha bir gayretle ilerlemeye çalışırlardı. Sanki yetişemezlerse felaket daha da büyüyecekmiş, yetişirlerse felaketi azaltacaklarımış gibi bir duyguyla bata çıka devam ederlerdi. Torunları, ocaktaki ateşten duvarlara yansıyan ışık oyunlarından da ürkerek birbirine sokularak can kulaklarıyla dinlerledi ebelerini. Çünkü her zaman denk gelemezlerdi.
..
..
Ebe ise, beli bükülmüş, gözlerinin feri çekilmiş, gitgide az duymaya başlayan kulaklarına rağmen etrafında farkedebildiği her dudak hareketini anlamaya, dudağın sahibine anladığı kadarıyla cevaplamaya çalışırdı. Ancak anladığı şey orada konuşulanlardan farklı olduğunda yanında bulunanlar ona belli etmeden gülümserlerdi. Belli etmemeye çalışırlardı. Çünkü onun üzülmesini, kendini dışlanmış olarak hissetmesini istemezlerdi. Saygı duyarlardı. O acı ateş ve kan dolu eski zamanlardan kalan yadigardı.
İhtiyarın evinin bir odasında, kireçleri kenardaki eşyaların üzerine pul pul dökülmüş kerpiç duvarın köşesine yasladığı nodulu paslanmış eski kırık övendire, kerpiç duvara oyulmuş gibi duran camekansız iki sıralı tahta rafta , renkli yünlerden örülmüş ip bağlı kemik saplı bir çakı, ve o tozlu ortamda hala ilk günkü gibi parıldayan eşinin hatırası madalya vardı.
Odaya girenlerin de farkettiği diğer eşyaların üzeri tozlanmışken o madalya pırıl pırıldı. Her sabah kalktığında evvela madalyayı okşar gibi siler, namazı bitirir bitirmez, ellerini açarak yaşlı gözlerle dua ederdi. Kulakları duyamaz olduğundan sesini ayarlayamaz, dudaklarından dökülen dua mırıltıları yan odada bulunan evlatları,torunları tarafından bile duyulurdu.
Evdekiler o duaları duymadan ve o dualara kendileri de içten gönülden iştirak etmeden işe başlarlarsa, sanki o gün işleri güçleri ters gidecekmiş gibi, sanki düşman yeniden gelecekmiş gibi bir korku hissederlerdi.
Bazı günlerde "Eliniz ayağınız tutarken gidebildiğiniz kadar gidelim" diyerek eşinin yakın köydeki silah arkadaşının mezarına yollardı oğlunu ve torununu, "beraber harbettikleri rahmetli olmuş gocadamın arkadaşlarını da ziyaret edin yavrularım." diyerek ( Eşine gocadam derdi.yani koca adam, büyük adam)
Mübarek günlerde, bayramlarda da öncelikli vazifesi okumaktı. Hava soğuk hava yağmurlu hava karlıysa evde eşyalarının durduğu yüklüğün yanına pencereye yakın bir yere rahlesini torunlarına koydurur, kendi gözleri seçemediğinden güzel sesli olan büyük torununa okuturdu. Torunu ebesi duyabilsin diye sesini yükseltirdi.
O da bir ritimle ileri geri belli belirsiz sallanmaya başlar, göz pınarlarından akan yaşları tutamaz, gayri ihtiyari yüzünü kol yenleriyle silerdi.
Bir bayram günü iş bularak şehre yerleşen damadıyla küçük kızı ve ilkokula giden biricik yavrularıyla ziyarete gelmişlerdi. Evdekilerle beraber her yeri baştan aşağı temizlemişlerdi. Ancak Onun devamlı bulunduğu odada sırtlarını dayadıkları ot dolu kıtıkları, yer minderini ve kilimi silip süpürseler de duvara dayalı övendire ile raftaki çakı ve madalyaya dokunamamışlardı.
Küçük torunu merakla sordu, "Ebe neden elletmiyorsun? Siliverelim."
"Olmaz yavrum" dedi. "O övendirenin nodulunda öküzleri zorladığım zamanların izleri, sapında terli çamurlu ellerimin kirleri, Milli Mücadele günlerinin hatırası, kokusu hala duruyor. Silindiğinde sanki unutuverecekmişim. "
-Ebe eski övendire ne işe yarar ki, öküz mü kaldı, saban mı kaldı, kağnı mı kaldı?
-Belki lazım olur yavrum.
-Neye yarar Ebe? Düşman yeniden gelirse Yeniden Milli Mücadele yapmak için mi?
-İşte şimdi doğruyu buldun. Benim akıl erdiremediğimi söyledin.
-Unutmamak için, geçmişi hafızamızda canlı tutmak için, yani dediğin gibi Yeniden Milli Mücadele yapmak için...
-Ebe eski övendire ne işe yarar ki, öküz mü kaldı, saban mı kaldı, kağnı mı kaldı?
-Belki lazım olur yavrum.
-Neye yarar Ebe? Düşman yeniden gelirse Yeniden Milli Mücadele yapmak için mi?
-İşte şimdi doğruyu buldun. Benim akıl erdiremediğimi söyledin.
-Unutmamak için, geçmişi hafızamızda canlı tutmak için, yani dediğin gibi Yeniden Milli Mücadele yapmak için...
Kağnı:Öküzlerin çektiği tahta tekerlekli araba.(tdk sözlük)
Üvendire:Hayvan dürtmeye yarayan ucu sivri demirli değnek.(tdk sözlük)
Nodul: Üvendirenin ucundaki sivri demir.(tdk sözlük)
(M. Aslınur OYAN) 31.01.2018
(M. Aslınur OYAN) 31.01.2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder